- 1205 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
EREN
...
Adam, bu derme çatma gecekondunun zaten oturulabilecek tek yerinde, yer sofrasının başındaydı. Kadir Gece’sin de bu evde sahurluk sade suya çorbadan başka hiçbir şey yoktu. Kırık pencerenin camından gök yüzüne bakan adam “yağacak galiba” dedi içinden. İçinden ve tek göz odalarının tavanından yağmurla birlikte akacak suyu düşünerek.
Karnı burnunda kadın, elinde tencere ağır aksak adımlarla yer sofrasına doğru ilerliyordu. Bir anda çakan şimşeğin gözleri kör edecek ışığında kadının acı ile gerilen yüzünü gördü adam. Kısa bir çığlık ve elinden kurtulup yere düşen tencerenin peşi sıra dizlerinin üzerine çöküverdi kadın. Adam fırladı yerinden ve kucakladı kadını olduğu yerde. “Geliyor” diye fısıldadı kadın adama, “geliyor”...
Caddeleri sel götürüyor...
Hamile karısı kucağında cadde boyunca koşan adam gelip geçen arabalara el edip, yalvaran gözlerle bakıyor ve yalnızca “Allah Rızası için” diyebiliyordu. Hızla gelip geçti arabalar. Duran olmadı. Adam koştu koştu ve kadın tam göbeğinden yediği yağmurun titreten soğuğunda gıkını bile çıkarmadı.
Hastanenin kapısından girdiler... Adamın dizlerinde derman kalmamıştı ki bir sedye yetişti imdadına ve canından bile çok sevdiği karısını karnında taşıdığı iki kişilik umutla birlikte koridorun sonundaki ameliyathaneye taşıdı. Adam ağır ve bitap adımlarla seğirtti sedyenin ardından.
Ayakta bile duracak takati kalmamıştı artık. Ameliyathanenin kapısındaki küçük cama güçlükle uzanıyor ve olup biteni seyrediyordu bu küçük adam. İçeride bilindik acil durum telaşlı koşuşturması. “Şükür” dedi küçük adam, “şükür”. Dışarıda çakan devasa şimşeği görmediler. Ne doktorlar ne kadın ne de küçük adam. Bir bin. İki bin. Üç bin... Daha on bini bulmamışken saniyeler kulakları sağır edecek büyüklükte bir gök gürlemesiyle sarsıldı tüm camlar ve canlar. Sarsıntının ardından karanlığa gömülüverdi tüm hastane ve tüm umutlar. Doktorun sesi çınladı ameliyathanede... “Neden devreye girmiyor şu lanet olasıca jenaratör”... Zemin katta teknisyenler el fenerleri ışığında, yanmış olan jeneratörle uğraşıyorlardı. “İşi bitmiş bunun” dedi içlerinden biri.
Koridorun taa öbür ucundan duyulan ve karanlığın içerisinde yankılanarak büyüyen bir ses gittikçe yaklaşıyordu küçük adama doğru. Adam sese döndü. Ses yaklaşıyor ve koridorun ameliyathane bölümüne açılan son kapısının ardından ışık huzmeleri çarpıyordu adamın gözüne. Kapı açılmadı bile. Ama ışık ve ışığın sahibi kolayca süzülüp geçtiler öte yana. Adam, o anda gördü onu. Beyazlar içerisindeydi... Elindeki asasını, her bir adımına eş koşum yere vurmaktaydı. Yüzünde bir müjdeci tebessüm, geçi verdi adamın yanından. Ameliyathanenin kapısından aynı endam ile süzülüp geçti. Bir anda aydınlanıverdi tüm hastane. “Jeneratör” diye bağırdı doktor. Kadın baş ucunda duran ve etrafa ışık saçan adama bakıyordu. Yaşlı ve şefkatli parmaklarıyla kadının saçını okşarken ışığın sahibi, “ıkın” diye bağırdı doktor. Kadından hiçbir ses çıkmadı. Küçük adamla göz göze geldiler kısa bir süre, doktor bacaklarından çekip çıkardı kan yumağı küçük bebeği... Bir şaplak vurdu küçük poposuna...
Bebek ağlamadı...
Çünkü soğuktu bedeni, tıpkı yağmur yemiş bir gövdede olduğu gibi...
Evliya elini üzerinden geçirdi küçük bebeğin gövdesinin ve eğilip donmuş gözlerle kendisine bakan kadının kulağına bilmediği bir dilde birkaç kelime söyledi.
Işığın sahibi doğruldu yeniden.
Ve geldiği gibi yeniden giderken, hayata gelişini müjdeleyen ilk çığlığını atıverdi
...EREN...
Küçük umutların sahibi bu küçük adamın içini büyük bir korku kemirir oldu Eren doğdu doğalı beri. Analık kadın yemeden içmeden kesildi... Sus pus iki can, sanki cansız gibi ölü gözlerle bakar oldular birbirlerine bu tek göz evin içinde...
Anası çıkarıp koynundan memesini ağzına vermese süt bile içmeyecekti bebek. Ağlamıyor, gülmüyor ve gecenin şerrinden bile korkmaksızın kırpmıyordu gözlerini zifiri karanlıklarda... Işığın sahibi ne demişti ki acep kulağına...
Adamın beti benzi soldu günden güne, eli işe varmaz oldu. Sanki yağmuru karnına yemiş olan oydu... Sanki... Sanki kanı donmuştu... Daralıyordu koskoca şehir üstüne üstüne... Dar geliyordu şehir... Daracık oldu küçük adam ve kabus olup üstüne yürüdü koskoca şehir.
“Kaçalım” dedi adam, “göçelim” dedi kadın... Durdular bir ara ve adam kabustan uyandığı bir sabaha merhaba diyen insan misali ve kadın düşlerinde huzurlu bir limana sığınır gibi köylerini hayal ettiler...
Eren bebek derin bir nefes çekti ciğerlerine ve kaderine meydan okuyan bir endam ile bastı çığlığı ikinci kere...
Susturamadılar Eren bebeği tam bir gün ve bir gece.
Anasının koynunda hıçkırarak ağlayan Eren bebek, kondunun kapısını son kez çekince küçük adam yine sessizliğe bürüdü kendini...
Aslında üç hakkı vardı ağlayacak...
İlkini anasının kollarına kavuştuğunda ve ikincisini kaderine teslim olduğunda harcadı...
Gün ve devran ve Eren üçüncü hakkı beklemeye başladı...
KÖY
Küçüktü köylük yer ve küçük adam huzur buldu köyde...
Büyüktü söylenen sözler ve kadın bilmediği bir dilde söylenmiş derin anlamların peşine düştü bu küçük yerde. O hacı senin, bu hoca benim, komşu köy, falcı bacı, kasaba, vilayet, ermiş dedikleri ve ardındaki cehalet...
Dağ yolu PATİKA...
Sırtında ot yumağı ve çalı çırpıdan devasa bir demet... İki büklüm olmuş ana kadın “kışlık yakacak işte, üşümesinler” diyerek evinin yolunu tutmuştu ki keçi artığı bir patikada bir keçi maharetiyle kambur yürürken çaktı şimşek... Kadın durdu.
Şehirlik yerde dermeydi çatmaydı kondu. Köylük yerde ağadan hediye hayvan damından artık bir kerpiç yığınıydı adamın ev dediği ve 21 yaşında Eren’in beğenmediği...
Yere serilmiş rahat mı rahat kıymık kalabalığına inat, rahatdan daha rahat olan Eren, uzanmış divana bir dal parçası yontmaktaydı... Elinde keskin mi keskin bir çakı... Çakan şimşeğin ardından duyulan gök gürültüsüyle beraber “yağacak” dedi romatizmalı dizlerini ovuşturan adam.
“Eren” dedi adam , Eren ses vermedi...
“Oğlum” dedi, Eren dinlemedi...
“Anan” dedi adam. “Git de bakıver hele”.
Eren başını çevirip de babasına bakmadı bile... “İşim var” dedi ve demesiyle birlikte gök delinmişçesine bir yağmur iniverdi yere.
PATİKA...
Durduğu yerde dikeldi kadın, çalı çırpıyı bıraktı yere ve gözlerini dikti gök yüzüne...
İkinci şimşek ve ikinci gök gürültüsü... Gözleri kamaştı kadının, başını eğdi önüne. Çalı çırpının yırttığı ve şefkatli toprağın örttüğü çizik çizik elleriyle ovuşturdu gözlerini. “Az kaldı” dedi içinden “az kaldı”...
Ve tam ot ve çalı çırpı demetini sırtına yüklenecekti ki, az ötede, tam patikanın dağın ardına bükülüp kıvrıldığı yerde savrulan ışık demetlerini gördü...
Üçüncü şimşekle birlikte üçüncü kere gürledi gök yüzü.
Kadın onu seçebildiğinde çöküverdi dizlerini üstüne...
Işığın sahibi asasına eş koşum adımlarıyla geldi ve durdu kadının bir adım önünde...
Eğilip toprağın bağrına, avuçlarıyla ve alnıyla kapanacaktı ki ağlayan kadın şefkatli parmaklar alnından tutup doğrulturken onu dizlerinin üzerine oturdu ışığın sahibi de.
Göz gözeydiler...
Kerpiç...
Ev yada hayvan damı...
Adam yada insan...
Hısım yada baba...
Bağırıyordu ki küçük adam Eren’in vurdum duymazlığına isyanla, açıldı kapı ve Abbas telaşlı, duruyordu karşılarında.
“Gidiyoruz Eren” dedi Abbas.
Yere serilmiş kıymıkların üzerine basıp doğrulurken Eren “gidiyorum” dedi.
Sedirin üzerinde bir dal parçası ve keskin mi keskin bir çakı kalmıştı.
Nedensizce doldu gözleri Eren’in...
Ağlamadı.
PATİKA...
Donmuş gözlerle taş kesilmişçesine kendisine bakan kadına “gidecek” dedi Evliya.
“Nereye” diye sordu Eren Abbas’a... “İstanbul’a” dedi Abbas duygusuzca... “Neden” diye sormadı Eren...
PATİKA...
“Dönecek mi” diye sordu kadın, “eğer isterse ve hak ederse gelecek” diye cevapladı Evliya...
İşte o bilmediği dildeki bir kaç sözün anlamıyla yüz yüze gelmişti kadın..
Gitmek, gelmek ve hak etmek...
ZALİM BİR KILIÇTIR...
Gözü hep yükseklerde olan Eren, hayallerine kısa yoldan ulaşabilmek ve kolay para kazanmak için ağanın himayesinde, sağ kolu Abbas’ın adamı olarak kirli işlere bulaşır.Ayakçı olarak girdiği teşkilatta kısa sürede gözü pekliği ve acımasızlığıyla sivrilir. Artık Abbas’ın tetikçisidir.
ONUNLA İNTİKAM ALINIR...
İstanbul
Hangar
Alışveriş günü işler iyice sarpa sarar. Alışverişe diğer teşkilatın patronunun küçük oğlu gelir. Eren silahını çektiğinde her zaman alış veriş yaptığı adam gizli polis olduğunu açıklar. Az sonra polis baskını gerçekleşecektir. Eren hem yükselme hırsı hem de kendini kurtarma telaşıyla tam tetiği çekecekken karşısındakiler korku ile gerilemeye başlarlar.
Eren’in arkasından ışıklara bürünmüş Evliya yaklaşmaktadır.
Evliya asası ile Eren’in dizlerine dokunur ve Eren sanki felç olmuş gibi dizlerinin üzerine çöker.
Eren yine fütursuzca tehditler savurmaktadır.
Evliya, eli ile Eren’in sağ omzuna dokunur ve Eren’in sağ kolu tutmaz olur, elinden tabancası düşer.
Eren olduğu yerde dönüp sağına soluna, ardına bakar ama kimseyi göremez. Evliya Eren’in sol omzuna dokunduğunda Eren’in sol kolu tutmaz olur .
Evliya Eren’in alnından tutarak geriye çeker ve Eren sırtının üzerine düştüğünde başucunda duran Evliya’yı görür.
Dehşet dolu gözlerle Evliya’ya bakarken Evliya Eren’in başucuna eğilir ve
“ZALİM BİR KILIÇTIR. ONUNLA İNTİKAM ALINIR. SONRA ONDANDA”
diyerek geri çekilir.
Eren hareket edemeden ses çıkaramadan olanları izlemektedir.
Bu sırada içeriden silah sesi gelmediğini fark eden Abbas içeri girer ve Eren’i yerde yatar halde görünce hiç tereddüt etmeksizin iki adamı da vurup öldürür. Eren’in silahını alıp, kendi silahını Eren’in eline tutuşturur.
Diğer teşkilatın adamları silah seslerini duyup içeri girerlerken Abbas dışarı koşar. Evliya elini Eren’in vücudunun üzerinden geçirir ve bir ışık demetinin içinde kaybolur. Abbas adamlarla birlikte içeri girdiğinde Eren’i göremezler.
Abbas “kaçmış” diyerek adamları vuranın Eren olduğunu söyler.
Polis sirenleri duyulmaya başladığında Abbas ve diğerleri hızla kaçarlar.
Cesetler içeride kalmıştır.
Polisler içeri girdiklerinde Eren’i göremezler ancak silahını bulurlar.
Polis memuru çok ağır yaralanmasına karşın ölmemiştir.
Bir kurşun vücudunda diğeri ise kafasındadır. Derhal götürürler. Bu sırada memurun arkadaşı polis gizli kamera düzeneğini söker.
Matem ve öfke her tarafa sinmiştir.
Cinayetler Eren’in üstüne kalır.
Abbas’ın partonu ağa diğer teşkilatın patronuyla konuşarak, oğlunun katilinin Eren olduğunu, onu bulup intikamını almasını öğütler.
Sabahın ilk ışıklarıyla Eren gözlerini açar. Kendini üzerinde ya da yanında hiçbir silahı olmadığı halde bulur. Korku ve şaşkınlık içerisinde yakındaki kasabaya doğru yürümeye başlar. Kasabada bir kahvehaneye oturduğunda televizyonda cinayetlerle ilgili haber verilmektedir.
Eren televizyonda kendi resmini gördüğünde korku ile etrafına bakınır ve sessizce kahveden çıkar... Bir anda hayatı değişmiştir Eren’in. Şaşkınlık içerisinde yeni hayatına başlamak üzere kaderinin peşine düşer.
Yol uzun ve köy uzaktadır...
SONRA ONDANDA.
Köy
Ağalar oturmuş pazarlıktalar. Abbas Eren’in ihanetini anlatmakta gururla...
Olan olmuş, ölen ölmüştür. Kan derdine düşülmeyecek... İş iştir... Anlaşma bakidir...
Ağalar el sıkışmak üzereler.
Eren göründü köy meydanında.
Bir yol kerpiç dama gidiyor, diğeri ağanın evine.
Bir ırgat gördü Eren’i ağanın evinin yolunda. Adı Hasan...
Yana yakıla eğile büküle çıktı ağanın huzuruna ve gammazladı Eren’i... “Geliyor” dedi “Hayın”...
Havada kaldı ağaların elleri...
Mavzer, keleş, magnum, beylik tabancalar kuşanıldı ve başladı sürek avı... Abbas bu sürek avının başı...
İş iştir, anlaşma baki...
El sıkışırken ağalar, paha biçilmez bir hediye olacak Eren’in leşi...
İlk kör kurşun sıyırdı geçti Eren’i...
Kaçıyor Eren...
Can havli, can derdi...
Köylük yer biti verdi...
Dağ yolu, patika...
Keleş sıkı silah.
Ayaklarının dibinden sekiyor mermi çekirdekleri...
Abbas kurnaz avcı.
Patikanın eğilip büküldüğü dağın arkasına kıvrıldığı yerde bekliyor Eren’i...
Abbas’ın kucağına düştü Eren ve kendi silahından çıkan ilk mermiyi omuzun da buldu birden. Baka kaldı akan kana...
“Abi” diye seslendi Abbas’a... “Abi benim Eren”...
Az bi sendelemese patikada ikinci mermi patlayacaktı bağrında...
Abbas koşuyor Eren’e doğru, adamlarda geçti geçecek patika yolu... “
Öylede ölüm, böylede” Kanlı ceketini çıkarıp üzerinden yücelerine baktı dağın birden ve üçüncü hakkını kullandı Eren...
Gözlerinden akan yaşlarla birlikte elleri ve ayaklarında bir dağ keçisi maharetiyle tırmandı tepelere...
Adamlar peşi sıra seyirtirken Eren’in, yüzünde gülen bir ifadeyle Abbas, durdu dibinde kanlı ceketin.
Dağın bir yerlerinde bir mağara buldu Eren...
Sığını verirken içeri kabullendi artık kaderi...
Nefes nefese...
Alnında ve boynunda boncuk boncuk ter damlacıklarıyla Eren dalı verdi uyanıp uyanmayacağını bilmediği bir uykuya yanaklarından süzülen göz yaşlarıyla...
Eren’in peşinde adamlar vardı...
Önce adamların üstüne bir damla yağdı.
İkincisiyle hızlandı yağmur ve üçüncü damlanın peşi sıra tırmanırken adamlar dağa, toprak çamura ve fırtınada yerlerinden sökülüp yuvarlanan kayalar can alan birer avcıya dönüştüler.
Göz gözü göremez adam bastığı yerde duramaz oldu...
Av bitti ve adamlar ağalarının yanına gitti.
Abbas kanlı ceketini gösterdi Eren’in...
“Kurdun kuşun hakkıdır leşi” dedi...
Bu lafın üzerine el sıkışan iki ağa gururla gülümsedi...
GİTMEK...
Mağara
Eren mağarada tam iki gün iki gece boyunca ateşlerde yanarak, korku içerisinde yatarak bekler.
Geceleri mağaranın içinde savruk halde dolaşan ışık demetleri görmektedir, bir baygın bir ayık…
Üçüncü günün sabahı ayılır Eren.
Yarası iyileşmiş ve ufacık bir iz kalmış yadigâr.
Mağaradan çıkmak üzere hareketlendiğinde, mağaranın çıkışında Evliya ile karşılaşır.
Evliya O na eliyle gitmesini işaret eder.
Evliya – Git ve bul gerçeğini.
Eren mağaradan çıkıp yiyecek bir şeyler bulmak için vadide dolaşmaya başlar.
Ağaçlardaki meyvelerden, yerdeki otlara kadar her şey Eren’in eli değdiğinde kurumaktadır.
Avucuna doldurduğu su bile daha dudakları değmeden buharlaşır.
Eren şaşkınlık ve çaresizlikle mağaraya döner.
Evliya mağarada bir ateşin başında oturmuş et kızartmaktadır.
Eren hırsla ete yöneldiğinde et kaybolur.
Eren – Açım.
Evliya – Almayı ve şükretmeyi öğrendiğinde bütün nimetler senindir.
Eren – Ben açım.
Evliya – Bende açım ve bu benim rızkım.
Eren yeniden ete saldırır ve et kaybolur. Olup bitenlerin kendi kontrolünde olmadığını anlamış bir halde ateşin başına oturur Eren ve Evliya’yı dinlemeye başlar.
GELMEK...
Eren geçen süreç içerisinde doğayı, nimetleri, çalışarak emek vermeyi emek vererek üretmeyi öğrenirken…
KÖY
Abbas son olayların ardından ağanın en güvendiği adam haline gelmesinin verdiği cesaret ile ağanın kızı Nazlı’ya ilanı aşk eder ama Nazlı reddeder.
VE…
Eren’in yüzünde ve gözlerinde açıkça görülen nefret ve kin ifadesi yavaş yavaş yerini bilgelikle kabullenmişliğin durgunluğuna bırakırken…
KÖY
Nazlı sevdalı olduğu ırgat Hasan ile gizli gizli buluşmaktadır. Hasan ile kaçma planları yaparlar.Abbas bu planları öğrenir.
VE…
Eren, vadide her gün karşılaştığı çobandan takas yaparak yün alır, yün eğirmeyi ve örmeyi öğrenir. Kendine yeni kıyafetler yapar, çobanın eskilerini giyer.
KÖY
Abbas Hasan’ı tehdit eder ve Nazlı’nın peşini bırakmasını
söyler. Hasan karşı koyunca hırpalar.
VE…
Son dersinde Evliya Eren’den kendisine bir “asa” yapmasını ister.
Amma , bu asa öyle bir ağaçtan olacaktır ki…
"O" dalı hiç kimse görmemiş olsun.
Amma bu dal öyle bir dal olsun ki çiçek vermemiş olsun.
Amma bu dal öyle bir dal olsun ki çiçek onsuz bitmesin.
Eren aramaya başlar.
KÖY
Abbas Hasan ve Nazlı’yı ağaya gammazlar ve
Hasan’ın cezasını vermek için izin ister. Ağa kabul eder.
VE…
Eren bütün ağaçlara ve bütün dallara bakar ama Evliya’nın istediği asayı yontacağı dalı bulamaz.
Sonunda bir ağacın en tepesinden “nasılsa bu dalı kimse göremez” diyerek kurumuş bir dal koparır. Ağacın gövdesine yaslanıp çakısıyla yontmaya başlar.
Ama"O" kuru dalın her budağını yonttuğunda dal filiz verir çiçek açar.
KÖY
Analık kadın oğlu Eren’e katil denilince felç geçiren kocasına konuşmakta ve “ocağımızın kökü kurudu” diye yakarmaktadır.
Kendi kendine "imkanları olsa da büyük şehre gidebilseler iyileşme imkanı olduğunu söyler durur.
VE…
Eren Evliya’nın istediği "O" dalı bulamayacağını düşünüp yerinden doğrulur ve tam ilk adımı attığı sırada ağacın yerden fırlamış bir köküne takılıp düşer.
Kök parçası yerinden kopmuş önünde durmaktadır.
Toprak örtmüştür üstünü bu dalın şefkatle kimse görmesin diye.
Hikmetinden sual olunmaz ama çiçek açmamıştır elbette.
Amma hiç bir çiçekde kökü olmadan açamaz kendi kendine.
İşte hiç kimsenin görmediği,
çiçek vermemiş ama çiçeğin onsuz açamayacağı "O" dal önündedir. Üstelik bu ağaç dalı kendiliğinden asa şeklindedir.
Eren asayı getirdiğinde Evliya "en çok neyi istediğini sorduğunda Eren ailesini özlediğini söyler.
Evliya son derse gelindiğini ve ailesini ve sevdiklerini kazanmak için bunu ispat etmesi gerektiğini söyler.
Eren nasıl yapacağını sorduğunda Evliya asasını yere vurmasını ister.
HAK ETMEK...
Eren asasını yere vurduğunda bir anda olduğu yerde sarsılır.
Neler olduğunu sorduğunda Evliya gidip suya bakmasını ve yanında bir avuç kadar su getirmesini söyler.
Eren dereye gidip kendine bakar ve hiçbir değişiklik göremez.
Suyu alıp mağaraya döner ve hiçbir şey olmadığını söyler.
Evliya kendi gözleriyle baktığı için gerçeği göremediğini ancak başkalarının gözüyle bakabilmeyi ve onların acıları için inlemeyi başardığında görmek istediğini görebileceğini ve yaşamak istediği gibi yaşayabileceğini söyler.
Bir avuç suyu alır ve mağaranın duvarına savurur.
Duvarda sudan bir ayna oluşur.
Evliya şimdi kendine benim gözlerimle bakmayı dene dediğinde Eren gözlerini kapatır ve tüm başından geçenleri bir film şeridi gibi görür.
Gözlerini açıp sudan aynaya baktığında karşısında tamamen farklı bir kişi vardır
Evliya Eren’e vakit geldi diyerek geri gönderir.
Sınav başlamıştır artık.
Dağlarda avunmak değil , zor olanı başarmak ve yaşamın içerisinde kendini bulmak zorundadır.
Bir zamanlar kendisinin olduğu gibi zalim ve zulmeden insanlarla, bir zamanlar zalim şimdilerde bir kılıç olan benliğiyle savaşmak zorundadır.
Mağarayı terk edişinin son adımında Evliya ona “ışık her zaman sana yol gösterecek ve her zaman sana güç verecektir” der.
Eren geri döner ve en zor sınavına başlar.
SINAV
“ Ben Bensem Sen Kimsin & Sen Sensen Ben Kimim ”
KÖY
Abbas ikinci kurbanını infaz etmek üzeredir. Hasan...
Dizlerinin üzerine çökmüş sessiz ve mağrur kaderini bekleyen Hasan’ın alnına dayamış silahını Abbas, ağanın “he” demesini beklemektedir...
Gocuğu sırtında ve asası elinde köy meydanından şaşkın bakışlar altında geçen Eren ağanın evine yönelir...
Hasan kurbanlık koyun gibi boynu bükük beklerken Nazlı feryat figan ağlamakta olsa da ağanın buyruğunun karşısında yalnızca bir kadın sonunda…
Ha bi Hasan eksik ha bi Hasan fazla...
Ne Abbası’ın nede ağanın umurunda.
Tanrı misafiri diyerek korumalarla avluya girdi Eren.
Anlaşılan Eren’i hacı hoca takımından saydılar.
Korktular da az biraz...
Hadi kurşun neyse de hurafeden olsa da çarpılmak var işin ucunda.
Şimdi Eren ağanın huzurunda...
Tüm gözler çevrilmişti ki Eren’e, boşluğuna geldi Abbas’ın ve en tatlı yerinde infazın kapı verdi silahı Hasan...
Gözü döndü birden bire...
Tam tamına 14 mermi var şarjörde ve avludaki herkese yeterde artar bile.
Tabii ilk mermi rezerve, ağanın tam kalbine...
Eren yürüdü Hasan’ın önüne...
Bağırtı çığırtı, boş tehditler dilinde “çekiiiiil” diye bağırırken Hasan, Eren avcuyla kapattı namluyu, sıkıca kavradı silahı...
“Vururum”... “Ölürsün”... “Öldürürüm”...
Eren sakin “Yapamaz değil yapmazsın” dedi...
Silahın horozu havada, emniyeti aşağıda, yumuşak kavisli tetiği çeki verdi Hasan...
“Çıt” etti silah...
Bir daha vurdu horoz kovana ve bir “çıt” daha...
Ardı ardına çekerken Hasan tetiği hep aynı ses yinelendi...
Hasan’ın büyüdü gözleri ve Eren ağaya “affet” dedi...
Hasan’ın eli yavaşça indi aşağıya ve silah kaldı Eren’in elinde...
“Git de öp ağanın eteğini”...
Hasan kapandı ağanın ayaklarının dibine.
Silahı Abbas’a verdi Eren...
Abbas ve ağa göz göze iken “yine tutukluk yaptı namussuz” diyip tetiğe dokunmuşken Abbas gürledi birinci mermi yerden ve fısıldayarak geçti ağanın kulağının dibinden...
Eren “affet” dedi ağaya yeniden.
Hasan’ın canı bağışlandı...
Kimsin sen diye sorunca ağa, kısa bir cevap geldi karşılığında...
“Ben… ERDEM”
...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.