- 966 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Daima Yüzün Gülsün
Nalbantoğlu Hüseyin Efendi, Sinop merkeze bağlı deniz manzaralı bir dağ köyünde dünyaya gelmiş; askere gidene kadar da köyünde yaşamış. Köyün ekilip biçilecek arazisi yeterli olmadığından; köyde yaşayanların çoğu zaman içinde doğup büyüdükleri yeri terk etmek zorunda kalmışlar. Hüseyin Efendi tam onsekizine bastığında babası tarafından köyden birisi ile evlendirilmiş. Tabi ki Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi onun evliliği de görücü usulü ile olmuş. Hüseyin Efendi’nin evlilik hadisesinden sonra çocukluktan beri babası ile yaptıkları nalbantlıktan kazandıkları para yetmez olmuş. Bir gün Hüseyin Efendi babasına:
-“Babacığım, nalbantlıktan kazandığımız para evimizin geçimine yetmiyor. Müsaade edersen ben inşaat işleri ile uğraşan hemşerilerimizin yanında çalışmak istiyorum. Hem üç beş kuruş para kazanır evimizin geçimine katkıda bulunur hem de yeni meslek öğrenmiş olurum. Babası bu tekliften pek hoşlanmamıştı ama O da biliyordu nalbantlıktan kazandıkları paranın yetmediğini. Hem de Hüseyin Efendi artık üç kişi olmuştu. Nüfus gün geçtikçe çoğalıyordu. Hüseyin Efendi iki yıl inşaat ustalarının yanında çalıştı. Yirmi yaşına gelince her Türk gencinin gururla severek yaptığı askerliğini yapmak üzere askere uğurlandı. Ancak Hüseyin Efendi askere giderken eşi ikinci çocuğuna hamileydi. Baba nalbandın işi oğlunun askere gidişiyle iyice zorlaşmıştı. Kendisi iyice yaşlandığından eskisi kadar çalışamaz olmuş bir de gelin ve iki torununun masrafları eklenince geçim iyice zorlaşmıştı. Baba nalbandın gözleri yollarda kalmıştı. Zorda olsa askerlik bitene kadar katlanmıştı.
…………………………………………………………………………………
Asker dönüşü Hüseyin Efendi birkaç yıl daha etraf köylerde inşaat işlerinde çalıştı. Bir gün babasına:
-“Baba müsaade edersen Ankara’ya çalışmaya gitmek istiyorum” dedi.
Baba bu güne kadar hiç aklına gelmeyen gitme, ayrılma lafını duyunca biran şaşırdı; ne yapacağını ne cevap vereceğini bilemedi. Rengi attı, olduğu yerde adeta donup kaldı. Neredeyse yarım saat geçmişti, “Ankara’ya gitmek, ayrılmak nereden çıktı, neden böyle bir karara vardın?” zar zor diyebildi.
-“Babacığım biliyorsun ki bir iken iki olduk; üç olduk, dört olduk. Nüfusumuz çoğalırken işimiz azalmaya başladı. Dün asker arkadaşım Halil’den bir mektup aldım. Şayet Ankara’ya gelirsem devlet dairesine beni işe aldırabileceğini söylüyor” dedi Hüseyin Efendi.
Baba yıllardır her türlü insanla karşılaşmış, her türlü insanın işini yapmış olduğundan işlerin ne yöne gideceğini çabuk kestirebilir hale gelmişti. Bu teklif onu her ne kadar üzse de oğlunun zor şartlar altında yaşamadan kurtulacağını düşünerek neden olmasın dedi ve camdan dışarı yeşil ile mavinin birleştiği noktaya doğru bakmaya başladı. Çünkü gözlerinden akan yaşı oğlunun görmesini istemiyordu.
Hüseyin Efendi birkaç gün sonra Ankara’nın yolunu tuttu. Doğru asker arkadaşının yanına vardı. O akşam arkadaşıyla sabaha kadar oturup askerlik anılarını anlatarak o günleri tekrar yaşadılar. Sabahın seher vaktinde uykuya yenik düştüklerinden oldukları yerde sızıp kalmışlardı. Uyandıklarında öğlen ezanı okunmakta idi. Asker arkadaşı Halil alelacele bir şeyler hazırlayıp birkaç yudum atıştırdıktan sonra YSE İl Müdürlüğü’nde daha önce görüşüp konuştuğu Personel Müdürünün yanına gittiler. Personel Müdürü Hüseyin Efendi’nin durumunu gıyaben bildiğinden; şu evrakları hazırla gel ve hafta başı işe başla dedi.
Hüseyin Efendi sevinçten adeta dili tutulmuştu. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Önce arkadaşının gözüne baktı, kalkıp boynuna sarılmayı düşündü biran utandı; yutkundu. Arkadaşına ancak vücut diliyle memnuniyetini ifade edebildi. Yerinden kalkarak müdür beyin elini öpmek istese de müdür bey müsaade etmedi:
-“Hayırlı olsun evladım. İnşallah işini düzgün yaparsın da arkadaşını mahcup etmezsin” dedi.
Halil, Müdür beye;
-“Hüseyin düzgün adamdır. Yirmidört aylık beraberliğimizde onun hiç yanlışını görmedim. Vazifesine düşkün adamdır” dedi. Müdür bey;
-“İnşallah, biran önce evraklarını tamamlasın işe başlasın. Tekrar hayırlı olsun diyerek Halil ve Hüseyin Efendi’yi yolcu etti. Dışarı çıktılarında Hüseyin Efendi arkadaşının boynuna sarılarak hüngür hüngür ağladı. Ağlamayla rahatlayan Hüseyin Efendi’nin dili çözüldü. Önce teşekkür etti; daha sonra iş için istenen evrakları hazırlamak için hemen köye gitmesi gerektiğini söyleyerek müsaade istedi”.
Hüseyin Efendi istenen evrakları üç gün içinde tamamlayarak geri Ankara’ya döndü. Evraklarını teslim ettikten iki gün sonra işe başladı. Cebinde taşıdığı adres defterine “24.3.1963 işe başladığım tarih” notunu düştü.
Hüseyin Efendi işe başlayalı bir ay olmuştu. İlk aylığını alır almaz arkadaşı ile bir lokantada yanında ayranıyla birlikte birer buçuk döner yiyerek işe girişini kutladılar. Yemekten sonra çaylarını içerken;
-“Yaklaşık iki aydır senin evinde kalıyorum, sana bir hayli yük oldum. Bugüne kadar yaptıklarına teşekkür ederim. Daha fazla yük olmak istemiyorum. Bana bir ev kiralayalım” dedi.
-“Ne rahatsızlığı öyle şey olur mu?”
-“Olsun önümüz kış, biran önce ev tutup yerleşmeliyim. Hem çocuklarımı özledim. İki gün içinde Çankaya’nın gecekondu bölgesi Yıldız’da iki gözlü bir ev kiraladılar. Bir hafta sonra da memleketten var olan iki parça eşyayı getirip yeni evlerine yerleştiler. Evin bir odasını hem mutfak, hem banyo, hem de günlük yaşam odası olarak kullanırken ikinci odayı da misafirler için ayırdılar. Kiraladıkları evi pek yadırgamadılar zaten köylerinde de tek odalı bir evde yaşıyorlardı.
………………………………………………………………………………
Yıllar yılı kovaladı; Hüseyin Efendi hafta içi dairesinde, hafta sonu ve yıllık izinlerinde de köyünde öğrendiği ustalık işlerinde çalışarak satın aldığı bir dönüm arazi üzerine yaptığı güzel bir gecekonduda geçirdi. İçinde de tam dört kız iki erkek çocuğu büyüttü. Tabi bu arada da birkaç arsadan hisse aldı. Çocuklarından ilk ikisi ilkokuldan sonra okumadı evlendiler. Kızının biriside ortaokulu bitirip devam etmedi, O da evlendi. Kızların en küçüğü liseyi bitirip devlette bir işe yerleşti; aynı iş yerinden birisiyle evlendi. Erkek çocukları liseden sonra okumadı; devlet dairesinde işe başladılar.
Hüseyin Efendi1988 yılında emekli olunca; Sinop’ta babadan kalma evi tamir ettirerek yazları orada geçirmeğe başladı. Kışları da, çalışan en küçük kızı Aysel’in çocuklarına bakıyorlardı. Zaman ilerledikçe gecekondular yıkılarak yerlerine kat karşılığı lüks binalar yapılmaya başladı. Hüseyin Efendi de gecekondusunu altı daire iki dükkân karşılığında verdi. Aldığı dairelere çocuklarını yerleştirdi. Birkaç yıl sonra çocuklar, babalarından oturdukları evlerin tapularını talep ettiler. Hüseyin Efendi eşi ile çocuklarının taleplerini değerlendirdi. Hüseyin Efendi karşı çıkarken eşi vermek taraftarıydı. Eşi:
-“Aralarında kura çekelim, evlerin tapusunu kuradan çıkan isme ve daireye göre verelim. Aşağı yukarı değerleri aynı. Ancak bize yaşlılığımızda bakmak kaydıyla verelim” dedi.
Çocukları toplayıp düşüncelerini anlattılar. Hepsi razı oldu ama küçük oğlu diğer arsalardan hak telep etmemeleri yönünde taahhüt istedi. Bu teklife hiçbirisi sıcak bakmadı; O da çoğunluğun kararına uymak zorunda kaldı. Tapular alındıktan sonra küçük oğlu bir daha anne ve babasın yanına hiç gelmedi, kızların ilk ikisi de çeşitli bahanelerle sadece bayramlarda gelip gittiler. O günden sonra onlarla küçük kızı Aysel ile büyük oğlu Dilaver ilgilendiler. Çocukların bu tutumuna içerleyen anne hastalandı. İyileşemeyeceğini düşünen anne kocası Hüseyin Efendi’ye ben ölürsem beni buralarda bırakma, köyümüze götür dirisini istemeyenler, mezarını da istemezler dedi. Hüseyin Efendi cama doğru döndü; dışarıya bakar gibi yaparak gözlerinden akan yaşları cebinden çıkardığı mendille yavaşça sildi.
Hüseyin Efendi karısına;
-“Ölümü nereden çıkarttın, sen iyileşeceksin, senin ölü değil diri götüreceğim. Yaptığımız hatayı beraber telafi edeceğiz” dedi. Ama eşinin düzelmeyeceği belliydi. Çünkü ölüm nişanı yüzüne vurmuştu. Bu konuşmadan yarım saat sonra Halime Hanım sağ yanına döndü. Hüseyin Efendini yüzüne hakkını helal et der gibi bakarken Eşhedüenlailaheillahlah derken sesi kesildi; başı yana düştü.
Halime Hanım’ın vasiyeti üzerine cenazesi köyüne götürüldü; mezarı büyük bir çam ağacının altına kazıldı ve dualarla oraya defnedildi. Hüseyin Efendi gece yarısına kadar gelenden gidenden acısını pek hissetmedi. Ancak gecenin ilerleyen vaktinde herkes odasına çekilince elli yıllık eşinden ayrılmanın acısıyla yandı, tutuştu. Elinden gelen bir şey yoktu. Abdest aldı eşine ve bütün geçmişlerine kuran okuyarak rahatlamaya çalıştı. Gecelerin bu kadar uzun olduğunu yalnız kaldığı ilk gece anlamıştı. Sabah olunca erkenden eşinin mezarına gitti. Kürekle gelişigüzel atılan toprakları elleriyle düzelti.
-“Sevgili Halime’m, can yoldaşım sen beni iyi günde kötü günde hep destekledin; bana yardımcı oldun. Beni hiç yalnız bırakmadın ama ben senin gibi yapamadım. Bak seni kara torağa koydum, yalnız bıraktım. Hakkını helal et, beni bekle çoğa varmaz gelirim. İnanmazsan bugün yanına geleceğim, yatacağım mezarı hazırlayacağım” dedi. Gerçekten de Hüseyin Efendi bir hafta sonra eşinin yanına mezarını kazdırdı üzerini tahtayla kapatıp Allah’a emanet ol diyerek mezarlıktan ayrıldı.
Halime Hanım’ın ölümünden iki yıl sonra Hüseyin Efendi iyice elden ayaktan düştü, kendi işlerini göremez olmuştu. Babasının bu durumundan etkilenen oğlu Dilaver sabah akşam babasının yanına gelip ihtiyaçlarını görse de Hüseyin Efendi için yeterli değildi. Oğluna “Oğlum beni evine götür, beraber kalalım, hem iki arada gel git yapmazsın hem de evini ihmal etmezsin” dedi.
Dilaver biran durakladı ne diyeceğini şaşırdı, yutkundu. İşin doğrusunu söyleyemedi; kelimeler boğazına düğümlendi. Çünkü eşi evinde babasını istemiyordu.
-“Babacığım sen beni düşünme ben gelir giderim” dedi.
Hüseyin Efendi gelinin istemediğini tahmin ettiğinden ısrarcı olmadı. Oğlu’nun üzülmemesi için
-“Sen doğru söylüyorsun burada kalmam benim için de iyi. Alıştığım bir düzen var, daha iyi olur.”
Aysel, akşam babasını ziyarete geldiğinde; Dilaver babası ile kendi arasında geçen konuşmayı Aysel’e anlattı. Aysel bu duruma çok üzüldü. Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi babasına:
-“Babacığım, yarın gelip seni bizim eve götüreceğim, bundan sonra beraber yaşayacağız” dedi.
Hüseyin Efendinin gözleri doldu ve:
- “Kızım seni rahatsız etmeyeyim, abin Dilaver her gün gelip ilgilenecek.
-“Rahatsızlık ne demek. Başımın üstünde yerin var” dedi Aysel.
Aysel akşam eve dönünce durumu kocasına anlattı. O da Aysel’in teklifini onayladı. Ertesi gün gidip babasını getirdiler. Birkaç yıl geçtikten sonra Hüseyin Efendi felç oldu, iyice yatağa bağımlı kalınca bakım zorlaştı. Aysel’e kocası yardım etse de iyice yıpranmıştı; ancak bir gün bile durumundan şikayetçi olmadı. Kardeşlerinin ilgisizliği onu ziyadesiyle üzüyordu. Kocası da her ne kadar ilgilense de kardeşlerinin ilgisizliğini yüksek sesle söylemesi üzüntüsünü daha da arttırıyordu. Tabi aralarındaki konuşmaları Hüseyin Efendi de duyuyordu. Bu yüzden kızının durumuna üzülüyordu ama çaresizdi; yapabildiği sadece içinden “ Allah’ım emanetini bir an önce al; beni de kızımı da kurtar” diye dua ediyordu.
Gel zaman git zaman Hüseyin Efendi’nin dünyasını değiştirme zamanı gelmişti. Ölümünden bir saat önce kızı Aysel’e yanına oturması için elle işaret etti. Helallik istedi, onu son kez okşadı. “Allah sizi bizim durumumuza düşürmesin, daima yüzünüz gülsün” dedi ve gözlerini tavana dikti. İçinden kelime-i şehadet getirdi ve kafası yana düştü.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.