- 1790 Okunma
- 19 Yorum
- 0 Beğeni
....
Her akşam pencerenin kenarındaki kurumuş çiçeğe bir yerlere gitmeyi özlediğini söylüyordu.
Özlediği yer çok uzaklarda değildi aslında…Belki Filipinlerde, belki Masai Mara’da, ya da Serengeti’de…Pekala herhangi bir kutupta da olabilirdi. Emin değildi. Bir tek şey dışında; özlediği yer dünyada bir yerdeydi ve mutlaka sıradışı bir yerdi. Dünyanın hiçbir yeri, fütursuz bir hayalperest için uzak sayılmazdı.
Son kez aralık duran perdeden dışarı baktı. Sonra oturduğu eski model berber sandalyesinden kalkıp, hemen yan taraftaki eski yüzlü kadife koltuğa geçti. Ampuldeki kirin perdelediği ışık, odanın içindeki eşyalara olduklarından daha eskiymiş gibi bir hava veriyordu. Aynı eskimişliği kendi yüzünde de görmek istemediği için, sağ tarafındaki duvarda asılı duran dev aynaya sırtını döndü. Gerçekler onlardan kaçılamayacak kadar kati değildi. Akıbet hayrolmasa da kaçış daima mümkündü. O da öyle yapıyordu işte. Bitmiş piknik tüpüne çay koyuyordu her sabah. Yanmayan bir tüpe yük ettiği boş bir çaydanlığın başında üşenmeden dakikalarca bekliyor, sonra her nasılsa çayın tamam olduğuna kanaat getiriyor ve kendine “hiçbir şeyden” müteşekkil, mükellef bir sofra hazırlıyordu.
Su faturası kabarık gelmesin diye bütün muslukları iyice sıkmadan evden çıkmıyordu. Oysa tahsildar Mehmet su saatine mühür vuralı tastamam üç hafta olmuştu.
Gözlerini kısarak lambaya baktı. Işığın etrafında dönüp duran küçük kelebeksileri izledi. Onlara bakıyor, ama onları birer kelebek değil, yeni ölmüş, ama henüz yenecek kadar leş kıvamına gelmemiş bir geyiğin etrafında dönen akbabalar olarak görüyordu. Nitekim elektriğin kesilmesi ve ampulün ölmesi de pek yakındı. Işıktan gözlerinde sarı lekeler oluşmaya başlayınca bakışlarını odadaki eski eşyalara çevirdi. Eğri bir gülümsemeyle mırıldandı:
“ Üzülmeyin. Gencecik görüneceğiniz günler yakın. Hele şu lanet elektrik kesilsin…Karanlık…Her şeyi örter. Kiri, gölgeleri, karaları…çirkin olan ne varsa…Güzel şeyler hariç…Güzel olan, karanlıkta yakamoz gibi parlar. Siz güzelsiniz. Vallahi güzelsiniz!”
Gözlerini koltuklardan ayırmadan, yanı başındaki sehpanın üzerinde duran fincana elini uzattı. Gözlerini kapatıp, fincanı dudaklarına götürdü. Sonra yüzünü buruşturdu.
“Tanrım, buz gibi olmuş. Hiçbir şey soğuk bir çaydan daha beter değildir.”
Fincanını da alarak iki hamlede yerinden kalktı. Son zamanlarda beli yeni bir adet çıkartmıştı başına. Birden kalkacak olsa, dakikalarca kıpırtısız bir heykel gibi kalktığı şekilde kalıyordu. Duvarlara tutunarak mutfağa geçti. Telaşla, yerde duran piknik tüpünün yanmayan altını kapattı.
Eli yanıyormuş gibi acılı bir yüz ifadesiyle tüpün üzerindeki boş çaydanlığı kaldırırken “ Yetişmeseydim ev yanacaktı!” diye söylendi. Kim bilir ne vakit çekmeceye dökülmüş olan şekerden bir çay kaşığı kadar alıp fincana koydu. Temkinli bir şekilde çaydanlığı da alıp tekrar biraz önce oturduğu koltuğa döndü. Elindekileri sehpaya bırakırken, çaydanlığın altına, -tahminen- en erken üç ay önce koltuğun kenarına sıkıştırılıp, öylece unutulan gazete parçasını koymayı da ihmal etmedi. Annesinden yadigar, gül dalından imal sehpası yansın istemezdi.
Arkasına yaslandı. Gözleri kapının arkasındaki askılıkta asılan uzun lacivert mantodaydı. Manto metal bir elbise askılığına geçirilmiş üzerine de el örgüsü güllerle bezeli kırmızı bir şapka iliştirilmişti. Odanın o kısmı diğer taraflardan daha loş kaldığından, mantoyu gören, bir kadın silueti gördüğüne yemin etse başı ağrımazdı.
“Hatun” dedi romantik bir sesle. “Bu gece sana Viyana’dan aldığım geceliği giy. Hani o, ilk giydiğinde beni görür görmez dolabın arkasına saklandığın geceliği…Bu gece seninle tiyatroya gideceğiz.” Yeniden sehpaya döndü, fincanına çay doldurdu. Fincandan buhar çıkmayışını, çayın soğumuş olduğuna yordu. Ama ne olursa olsun ‘biraz önceki kadar soğumuş olamaz’ diye düşünerek, fincanı dudaklarına götürüp derin bir nefes aldı. Yutkunurken çıkarttığı gürültü kulağına pek hoş gelmemiş olacak ki boğazını tuttu. Mahcup gözlerle mantoya baktı ve “Affedersin sevgilim” dedi. “Çay biraz acı…Ne diyordum; evet, bu gece çok güzel bir gösteri varmış. İkimiz için salonun en münasip yerinden yer ayırttım.”
Bir süre mantoya bakarak sustu. Yüzünde çok sevdiği birini dikkatle dinleyenlere mahsus bir ifade vardı. Sonra bu ifade gittikçe kederli bir hal aldı. Belki de lambanın kirli ışığından dolayı öyle görünüyordu. Ya da yine beli tutulmuş olabilirdi. Nihayet konuşunca yüzündeki gölgelerin sebebi belli oldu.
“ Sen bunu hep yapıyorsun hatun! Benim bütün iyi fikirlerime karşın, mutlaka katmerli bir felaket senaryosu geliştirirsin. Tanrı aşkına; biletlere kaç para verdiğimden sana ne? Bir kere de sevinemez misin?”
Kaşlarını çatarak, yüzünü az önce değmekten imtina ettiği dev aynaya çevirdi. Gerçeklerden kaçmak, başka bir gerçeğe selam vermek demek olabilirdi. Akıllı insan kendine en az zarar veren gerçeği seçmekte zorlanmamalıydı. Şu halde mantonun ona verdiği cevaplar, aynanın göstereceği ölü yüzden daha acı gibi görünüyordu. Kararını verdi ve sıkı sıkıya kapattığı gözlerini yavaşça açtı. Yüzünde önce tedirgin, sonra şaşkın ve nihayet kararsız bir ifade belirdi. Kaşları çatık değildi, dudakları gülümsemeye yakın bir görünümdeydi. Belki de gülümsüyordu. Aynadaki sır’ı kaçmış aksine baktıkça yüzü şekilden şekle girdi. Bir müddet sonra kahkahayla güldü. Sol elinin serçe parmağını aynaya doğru uzatarak “ Hey halaycı başı” dedi. “ Haydi gel bizim zurna ötmeye başladı!” Tekrar kahkahayla güldü. “Kahrolası, yirmi yıldır ötüyor! Ben iki elim havada halay çekiyorum. Kollarımı açtıkça durumdan memnun olduğumu sanıyor. Oysa halay bu, başka oynanmaz. Bir susuverse kolların anında yerçekimini öpecek. Ne dersin, sence bunu hissetmiş olabilir mi? Kollarım yere düşünce, her dakika ona sarılacakmış gibi duran kimse kalmayacağından mı korkuyor acaba?”
Sustu. Dikkatle aynaya bakıyordu. Sonra sert bir şekilde mantodan yana döndü.
“Ne! Ne diye ‘Muzaffer’ deyip duruyorsun? Mahsus yapıyorsun değil mi? Bu yeni taktiğin; beni adımın altında ezmek istiyorsun. Böylelikle kimse seni suçlamayacak. ‘Komutanlara yaraşır bir ismi vardı rahmetlinin. Kendisiyse aciz ve ezik adamın tekiydi. Adı ağır geldi.’diyecekler, sen de yaslı dullara mahsus ölgün bakışlarla başını sallayacaksın değil mi?”
Tekrar aynaya döndü. Boynunu büktü.
“Görüyorsun değil mi dostum? Benimle adımı kullanarak alay ediyor. Elime para geçer geçmez ölmüş babamı dava edeceğim. Hem bu dünyada hem ötekinde…Göbeğinden başka bir faniye tutunmuş bir garibe neden ‘Muzaffer’ adını koyarlar söylesene? Milyonlarca aday arasından sıyrılıp o odacığa yerleştim diye mi? Dokuz ayı tamamlayıp, zorlu bir göçten sonra yeryüzüne düştüm diye mi? Niye? Anama sorsalar adımı ne koyardı acaba?” Sustu ve gözlerini kapatarak düşündü. Birkaç dakika öylece kaldı. Sonra alaycı bir gülümsemeyle gözlerini açtı.
“Altı kızın kuyruğunda gelen bir oğlana ‘Mülayim’ ismini koymazdı sanırım. Belki Mücahit koyardı. Mücahit...Bu bana biraz uyuyor. Ama yok! Bu isim de çok ağır. İlahi bir havası var. Oysa ben sadece kendi takvimimle mücadele ettim. Bakma öyle dostum; takvimden kastım bu lanet olası hayat! Mahşer yerinde bütün mücahitler göğüslerini gere gere hikayelerini anlatırken, ben ne diyeceğim; "Tanrım! Başıma musallat ettiğin kadınla kıyasıya mücadele ettim, fakat yenildim."
Görüyorsun ya; her halükarda ağır bir isimle doğacakmışım.”
Mantoya döndü. Bakışlarında bariz bir kırgınlık vardı. Dudakları titreyerek konuştu.
“Demek öyle…Benimle tiyatroya gelmiyorsun. Peki, mantonu giymiş, şapkanı takmış nereye gidiyorsun? Bunlar Viyana’dan aldığım gecelikten daha mı iyi kapatıyor çirkin yanlarını? Yanılıyorsun o halde. Bütün çirkinlikleri en iyi karanlık kapatır. Uzun manto giymen bacaklarında varis olduğu gerçeğini yok etmez. Şapkana ne kadar gül dokursan doku, altındaki ağarmış saçların mutlaka bir yerinden firar eder. Ama karanlık öyle mi? O sendeki çirkinlikleri kapatmaz, seni kapatır. Sen çirkin bir kadınsın. Vallahi çirkinsin!”
Yine iki hamleyle ayağa kalktı ve yatak odasına doğru yöneldi. İki adım atmamıştı ki, vücudu sabit kaldığı halde yüzünü mantoya döndü.
“Sana bu geceki tiyatroyu anlatmayacağım yarın akşam. Romeo’nun delice aşık olduğu rahibe Rosaline’den, Juliet’i görür görmez nasıl vazgeçtiğini anlatmayacağım. Juliet’in neden ölü numarası yapması gerektiğini ve Romeo’nun nasıl zehir içtiğini de…Herkesin günahlarını çıkartan rahibin Juliet’e verdiği yalancıktan akıl sonucu, Tanrı rahibi cezalandırdı. Romeo ve Juliet öldü. Ama bunların hiç birini sana anlatmayacağım. Hem…Nasılsa yarın bu lanet olası elektrik kesilir, seni bir daha görmeyeceğim için mutluyum.”
Aynanın önünden geçerken kısa bir müddet kendine baktı ve usulca mırıldandı:
“İyi geceler…Muzaffer!”
***
“Sana inanamıyorum! Her şeyi en ince ayrıntısına kadar not ediyorsun. Gözlerinin göremediğini hayal gücün tamamlıyor üstelik. Dostum sen senarist falan olmalıymışsın, ya da yazar...”
“Beni bunun için bir kaçıkla aynı eve kapatmıyor musunuz? Her şeyi detaylı bir şekilde gözlemlemem için?”
“İlk defa onun için ‘kaçık’ dedin.”
“Öyle mi? Farkında değilim.”
“Hala kadından iz yok. Kimse görmemiş. Evden çıktığını bile gören olmamış. Ne dersin, seninki kadını öldürüp, askılığın altına gömmüş olabilir mi?”
“Tanrım! Adam üçüncü katta yaşıyor. Apartman iç içe girmiş onlarca lanet evden oluşuyor. Kadını gömmek için zeminde çukur açacak olsa ceset ikinci kata düşer.”
Ortağımın bu alaycı tavırları beni deli ediyordu. Onu anlamak Muzaffer’i anlamaktan daha güçtü. Üzerimizde resmi ve gayri resmi onca baskı varken espri yapıp gülebilmesi bana akıllı işi gibi gelmiyordu.
Ortada bulmamız gereken kayıp bir kadın vardı. Ona ulaşmanın tek yolu normalden biraz garip davranan Muzaffer’i yakın takibe almaktı. Kadının resmini bütün merkezlere dağıtmış, o mıntıkada yaşayan bütün insanları sorgulamıştık ama vardığımız neticesizlik bizi Muzaffer’e yönlendirmişti.
Geceleri onun evinde kalıyordum. Kendimi gizlemek hiç de zor olmadı bugüne kadar. Onunlayken tek zorlandığım şey, zavallı adam, boş masaya oturup hayali yemekleri kaşıklarken, kapının arkasına gizlenip ekmek arası dönerimi yemekti.
Bir hafta sonra…
“Sen haklıydın dostum. Adam kadını hakikaten askılığın altına gömmüş. Cesedi de sahiden ikinci kata düşmüş.
“Kadını gördüğünden emin misin?”
“Elbette eminim.”
“Neden gitmesine izin verdin?”
“O an çok şaşkındım. Yani onu ikinci katın kapısında, gecenin o saatinde ressam komşusuyla öpüşürken görünce…”
...ENGİNDENİZ...
YORUMLAR
Dünyanın en seri katilleri diye bir kitap var,merak ediyor musun kimler bunlar ,avukatlar ve doktorlar,okuyunca kitabı hiç şaşırmadım,buradaki katilin mesleği nedir :))
lacivertiğnedenlik
İlgi çekici ve güzel bir hikayeydi.
Sakin kafayla tekrar okumalıyım.
Zira kızımın " Babacığım performans ödevime yardım eder misiiiin?"
Diye sürekli seslenmesinden kendimi vererek okuyamadım.
Ama anladığım, kutlamam için yeterliydi.
Selam ve Sevgimle.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim. Çok saygılar.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim gülen yüzlü pozitif kelamlı arkadaşım.
Sevgiler.
:) gerçekten çok güzeldi..sonunu okuyana bırakan noktalara bayılırım tşkler canım...sevgilerimle..
Aynur Engindeniz
Çok teşekkür ederim sevgili gülayşe.
Sevgiler.
Gizemine biraz tebessüm biraz düşünce emeği pek çok da edebi zenginlik katmış bir yazı...
Kutladım yüreği ile yarışan kalemimi...
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim şiirim.
Aynur Engindeniz
Sırada hangi eşya olsun dersin?
Mehtap ALTAN
Aynur Engindeniz
Ya "Hepimiz Muzafferiz" diye bir slogan tasım geldi eleştirini okuyunca. Ne de olsa gün aşırı bir şeyler oluyoruz, azıcık da Muzaffer olsak ne çıkar değil mi yani:))
Teşekkür ederim "kelamı büyüğüm..."
Aynurumuzdan bomba gibi bir hikaye daha...
Ağabeyin bayılıyor hikayelerine...
yürek güzel olunca, hikayelerin YAKUTLAŞIYOR Aynur
kutluyorum en sadesinden...
selam ve saygılarımı parlatılmışından yolluyorum jet hızla... uzaklardan...
direnis tarafından 5/1/2011 12:45:06 PM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Bir yol bulmaya çalışıyoruz işte. Bunlar deneme yayını:)) Yaza yaza yazı getirmeye niyetliyim evvelallah:)
Allah'a emanetsin...
Valla çok güzeldi Aynur. Gülüğmsettin bir traftan da güldürdün. Sevgilerimle
Aynur Engindeniz
Sevgiler.
Wuwwwwwwwwww diye esen bir rüzgâr çıktı birden..Savrulduğumu başımı bedenimi sağa sola vurduğumu hissediyorum .İçim yanarken dışımın kanadığını, burnuma gelen kan kokusundan anlıyorum.
Derin bir nefes çektim Sanki üflediği cigaranın dulanını içime çekmeyi marifet sayar gibi.Yada uyuşturmak için aklımı..
Güzeldi..Bu hikayeden ne çok ilham çıkarırdım ya..Boş ver ettim..Sevgiyle gülüm.S-özüne göynüne kurban olurum..Cariyem.:)
Aynur Engindeniz
Sevgimle her daim...
Ülviye Yaldızlıı
Biz kolay yılmayız gülüm.Bakma söylemler senin içinden yansıttıklarınla alakalıydı..
Biz bir aşka devrişiriz .Gerisini tey tey tey.:)
Aynur Engindeniz
Harika sensin bir de...
Sevgiler.
N. B. Ç.
Durmak yok yola devam :)) Fazla mı siyaset koktu ne buralar
Sevgiler benden.
Aynur Engindeniz
İltifat için teşekkürler şimdi kendimi birşey sanabilirim:))
Aynur Engindeniz
Sevgiler güzel kalbine.
Psikolojik ağırlıklı;derinliklerinde edebiyatın bütün incelikleri ve özellikleri gizemli, mükemmel bir yazı...
Tebrikler Aynur...
Selamlar.
Aynur Engindeniz
Teşekkürler Ayhan Abi.
Bu arada ne zaman Suzan Ablayla ve Aysuyla bu tarafa geliyorsunuz. Ben eşime söyledim bile:))
Günaydın Aynur Hanım,
Sabah sabah, hele baharın bayramlaştığı bir günde eleştiri yapmak hiç hoş olmuyor. Bugünkü yazınız, şekil yönünden örnek gösterilecek düzeyde. Anatım, biraz ağır olsa da güzel. Beğeniyle okurken, daha önce dile getirdiğim bir uyumsuzlukla karşılaştım. Mırıldandı diyorsunuz, mırıldanılan sözcükleri yazıyorsunuz. Konuştu diyorsunuz, söylenen sözcükleri yazıyorsunuz. Mantık açısından uygun değil. Bazı yazarlar böyle yazıyor diyebilirsiniz. Onlara o zaman şunu demek gerek.
...sordu: Dede Korkut gibi "Bakalım ne demiş" diye devam etsinler.
Yazıda, bir de şurası gözüme battı. "Telaşla, yerde duran piknik tüpünün yanmayan altını kapattı." Yanmayan piknik tüpünün denilecekken sözcük kayması olmuş sanırım. Yanılıyor muyum?
Başarılar dilerim.
Aynur Engindeniz
"Konuştu diyorsunuz, söylenen sözcükleri yazıyorsunuz." Bu bir hata mı, mantığaaykırı mı bilemiyorum. Hiç bir yerde bununla ilgili bir şey okumadım. Dediğiniz gibi artık günümüz yazarları böyle yazıyor. Bakın doğrudur demiyorum, sadece pratikte uygulanan bir yöntem diyorum. Ve ben sanırım bunu seviyorum. Ben seviyorum diye yanlış olan şey doğrudur diyemem elbette. Ama araştırmaya devam edeceğim. Mantığa ters gelse de ahengi ve anlam bütünlüğünü bozmuyor.
"Telaşla, yerde duran piknik tüpünün yanmayan altını kapattı." Buradaki eleştirinizde haklısınız "yanmayan tüpün altını" demek diziliş bakımından en doğrusu. Bilinçli olarak yaptığım bir şey bu. Konuşma diline yakın, ama klişeden uzak bir anlatım kullanmaya gayret ediyorum. O yüzden kelimelerin yerlerinde oynamak bazen işe yarıyor. Dikkati tüpe değil tüpün zaten yanmıyor oluşuna çekmekti maksadım.
"Yanmayan tüpün altını kapattı."
"Tüpün, yanmayan altını kapattı."
Bu iki cümlede ince bir anlatım farkı var bana göre. Ve ben farkı severim. Farketmeyi severim.
Noktalamalardan geçer not aldığıma sevindim ama:))
Var olun.
Saygılar.
Sayın yazarım ne var bu Muzafferde anlamadım gitti
zavallının teki ama, kadınlar yakasını bir türlü bırakmıyor hergelenin
Keyifli bir hikayeydi ve çokta güldüm
Sevgiler Selamlar
Aynur Engindeniz
Çok mu kullandım bu ismi diye düşündüm birden? Oysa hayatımda hiç Muzaffer isimli birini de tanımadım. Bir şiirimde kullandığımı hatırlıyorum ama. O da böyle perişandı ve kadından yana dertliydi sanırım:))
Maksat kadın erkek ilişkileri kisvesi altında insan psikolojisinin kıvranımlarını anlatmak.
Saygılar ve teşekkürler.