Faili Meçhullerle Geçiyor Ömür
Ne kadar çok ölüm var
Şahitlik ağır
Berfo Ana gibi niceleri yanmış
Kulaklar sağır
Ne kadar faili meçhul var
Yüreğim ezil
Yitirilmiş güzel canlar
İnsanlık rezil
En mutlu günlerimden birinde tanıştım ben ülke gerçeğiyle. Nikâhımızın ardından ikinci düğünümüzü yapacağımız memleketime doğru yol alırken geçtiğimiz Ankara’da aynı saatlerde ne gibi bir kumpasın hazırlandığını, henüz bilmiyorduk. Haberlerden duyduğumuzda anlam veremediğimiz şey olmuştu. Uğur Mumcu öldürülmüştü.
Ağabeyler devletin işi olduğunu söylüyordu. Buna inanmak istemiyordu içim. Amerika nasıl kendi başkanını vurduysa, özentisi ülkemizde de benzer şeylere hazır olmam gerektiği öğütleniyordu, benden daha tecrübeli kişilerce. Keşke bu iftira olsa diyordum o zamanlar. Bize dikte edildiği gibi, şeriat yanlısı terör örgütlerinin işi olduğu ve suçluların bir an önce yakalanacağı safsatasına inanacak kadar uyuşuk olabilseydim. Farkında olmanın bedene bindirdiği yükle, ateşlerin üstünden atlamak hiç de kolay olmuyor.
Derin devlet olgusunun netleşmediği ve tenimize kadar nüfus etmediği -ya da öyle düşünmek istediğimizden, öyle sandığımız diyelim- günlerdi. Herkesin bizim kadar temiz, her şeyin hakkaniyetli olduğunu düşündüğümüz zamanlardaydık. Var olduğunu ispatlamak adına şımararak, tüm değerleri hiçe sayarak, her türlü değere saldıran, kadir kıymet bilmeyen gençlerden değildik. Eskiye sadece yaşanmışlıklarından bile olsa bariz bir saygı duyardık. Ama değişimi engellemek isteyen köhnelikle de baş etmeye çalışırdık. Açıkça dalga geçmek ayıp karşılandığından, her şey usulüne uygun yapılırdı. Eğlenmenin her dönem farklı bir yapısı olduğu gibi, gruplar arasında da değişiklikler gözlenirdi.
Hayatımın hiçbir döneminde şablonlarla boğmadım ruhumu. Emir komuta ile çürütmedim hayatımı, ne kendime eziyet ettim ne de başkasının etmesine izin verdim. Elimden geldiğince, özgürleşmek ve insan kalabilmek gibi masum isteklerin peşinden koştum. Önüme çıkan engellerin türüne, cinsine, büyüklüğüne göre ürettiğim taktiklerle; onlarla baş edebilmekte başarılı olmaya gayret ettim. Yastığıma dayadığım başım ve içindekilerden memnun olmaktı tek hedefim. Olabildiğince sade ama eğlenceli yaşamaya çabaladım.
Cinayetleri o zaman da anlayamadım, şimdi de…
Belki nedenleri ve neye hizmet ettikleri konusunda fikrim oluşmuştur ama anlama konusunda halen kara cahilim.
Evlilik yıldönümünü unutmam mümkün olmadı. Her sene katilleri bulunamadı, olay netleşmedi diye günler öncesinden yapılan haberler bana 24 Ocak tarihini, ülke gerçeklerini ve naçizane hayatımdaki en manalı şeyin yıldönümünü hatırlatmaya devam etti.
Şimdi bir başkası için ‘2 Nisan-Bulgar sınırı-‘, öteki için ‘4 Eylül-İstanbul’ veya ‘8 Ocak- İstanbul Polisi-‘ aynı şeyleri ifade ediyordur. Kiminin doğum gününe, kiminin benim gibi evliliğine denk düşen bu kara günler; hayatın acımasızlığının, Düğün ve Cenazenin simgeleştirdiği kavramlarla, kavganın devamının birer göstergesi değiller mi? Bu yiten insanların boşuna ölmediklerine dair hissetmek istediğimiz ortamın uzak olmadığını düşlemek, özgür bir havayı soluyarak büyüyecek çocuklarımız için halen umutlu olmak gerekmiyor mu?
Yalnızlık
Yalnızlık bir ağacın
Kurgusudur.
Kemikli pek de iri
Bir eldir o.
Fonda gerilmiş donuk
Bir gök vardır.
Sabahattin Kudret Aksal
Neden mi bu şiiri koydum yazımın sonuna, varın onu da siz keşfedin.
19 Nisan
Nadir
YORUMLAR
"Umudun umutsuzluğa,umutsuzluğun da yılgınlığa dönüşmemesi gerekiyor. Bu yılgınlığı dağıtmak hepimizin görevidir."
Bu Uğur Mumcu'nun kaleminden dökülen bir sözdür. Bakın, kendisi ölmüş, hatta ben onu hiç bilmem, çünkü o hayattayken okuma yazmayı bırakın, konuşmayı bile bilmiyordum belki.. Ama buraya bir sözünü, bilip,yazabiliyorum, ondan haberdarım. Bu ölmemektir.