- 596 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Dönenlerin Hikayesi
Kahveye girdiğimde kimse yüzüme bakmadı. Ben masaların arasında ilerledikçe kafalar başka yöne dönüyor, konuşmalar kesiliyordu. Kimse masasına davet etmediği için bir süre kendime boş bir yer aradım. Sonunda, duvar dibindeki sedirin köşesine iliştim. Kahveci çırağını çağırmak üzere başımı kaldırdığımda tüm yüzlerin bana dönük olduğunu gördüm. Sonra kafalar tekrar başka yönlere çevrildi. Çırağa köpüklü bir kahve söyledim. Biraz sonra çırak çıkageldiğinde elinde su kıvamında bir kahve vardı. Bir yudum aldım; fincanı sehpanın üzerine geri koydum.
Sıkıntıyla otururken birilerinin masalarından kalkıp bana doğru geldiğini farkettim. İki kişiydiler. Birer sandalye çekip, karşıma geçtiler. Abasızgillerin Mustafa
‘’Ee, Recep, cepheden ne haber?’’ diye sordu. Sesi manidardı. Diğeri, Çolak Ekrem, aynı telden devam etti:
‘’Ya Recep, sen de benim gibi çolak kalmışsın. Pek belli olmuyor ama geçmiş olsun.’’
İkisi de bunları söylerken sırıtıyordu. Sessiz kalsam da üzerime geleceklerdi, cevap versem de. En iyisi çekip gitmek olacaktı ama onların da beklediği buydu: Arkamdan ‘’Korkak!’’ diye bağıracaklardı. Sonra sokakta çocuklar peşime düşecek, hep bir ağızdan ‘’Korkmasın benim Recebim, sarı lira vereceğim’’i söyleyeceklerdi. Olacakları göze alamadım, yerimden kıpırdamadım.
‘’Recep Onbaşı, pek sessizsin bugün. Muharebe anılarını başka vakit mi anlatacaksın?’’
‘’Hadi, bizi habersiz bırakma. Neler oluyor Gelibolu’da, anlat. Dönen bir tek sen varsın. Sen de maşallah, biraz erken dönmüşsün…’’
Sırayla lafa giriyorlardı. Cevap vermeden onları dinliyordum. Şimdi söz Mustafa’daydı:
‘’Her şey bir yana, muharebeler devam ederken seni terhis ettiren şu yarandan bahset bize. Nerenden vuruldun, nasıl malul oldun, komutan gönderirken seni alnından öptü mü, taktığı nişan nerede? Hadi, bizi merak içinde bırakma.’’
Anlayacaklarını sanmıyordum ama yine de bir deneme yapmaya karar verdim:
‘’İkiniz de gayet güzel biliyorsunuz, neler olduğunu. Üzerime gelmekle haksızlık yapıyorsunuz.’’
‘’Haksızlık yapıyorsak düzelt be aslanım. Biz anlayamıyoruz senin sapasağlamken niye cepheden gönderildiğini. Anlat, öğrenelim, kapansın bu mevzu.’’
‘’Peki, nasıl isterseniz. Nisan ayının ortalarıydı. Koya bakan bir tepenin üzerinde, makineli tüfek yuvasındayız. Tüm aşağıya hakimiz. Düşman üzerimize bölük bölük asker gönderiyor, bana mısın demiyoruz. Üç makineli, hepsini kırıyoruz. Onlar yaralılarını toplarken biz de tüfekleri soğutuyoruz. Gün içinde olmayınca, gece deniyorlar ama dolunay vakti, hava da açık, keferelere basıyoruz kurşunu. Allah razı olsun, gerideki albay da bize sürekli cephane gönderiyor. Başka yerden kısıyor, bize yolluyor. Biz de onun yüzünü kara çıkarmıyoruz, düşmana adım attırmıyoruz.’’
Anlattıklarımın sürükleyiciliğine kapılan Ekrem artık alaycı olmayan bir sesle sordu:
‘’Ee, sonra? Düşman vazgeçip gitti mi?’’
‘’Ne gezer? Adam dünyanın öbür ucundan kalkmış, gelmiş, üç makineli tüfek mi onu caydıracak? Ne diyordum, geceyi uykusuz geçirdik. Ama kimsede bitkinlik yok. Şafakla beraber koya bir muhrip girdi. Girmesiyle de, ateş salvosunun başlaması bir oldu. Yer gök birbirine girdi. Bütün tepe yerinden oynuyor, biz oradan oraya savruluyoruz. Sadece üzerimize değil, gerimize de ateş ediyorlar, kaçamıyoruz.’’
‘’Salmadılar mı adamlarını üstünüze?’’
‘’O cehenneme adım mı salınır Mustafa Ağa? Belli ki topla bizi bitirecekler. Cephane sıkıntıları da yok, gavur basıyor koca koca top mermilerini. İlk atışlardan sonra bizim siperleri de tutturmaya başladılar. Kimi yerde siper çöküyor, toprak altında kalıyoruz. Kapaklanmışız yere, sıramızın gelmesini bekliyoruz. Birden önüme bir kol düştü. Alacalı Abdullah’ın kolu. Yüzüğünden tanıdım. Parmağından alayım, anasına göndereyim dedim ama ben de oradan sağ çıkmayacağımı biliyorum, yüzüğü ellemedim. Ateş güneş iyice yükselene kadar sürdü. Ne hakkın rahmetine kavuştum, ne de kendimden geçtim. Hep bir mermi sanki üzerimde patlıyordu. Bütün birlik üçer beşer dağıldı, gitti. Beni bulduklarında anne karnındaymışcasına kıvrılmışım. Titriyormuşum. Hatırlamıyorum. Sözü edilecek bir yara bere yokmuş ama ne sese, ne de ışığa tepki veriyormuşum. ‘’İyileşir belki’’ diye birkaç gün sahra revirinde tutmuşlar, fayda etmemiş. Sonunda tabip benim terhis edilip, memlekete gönderilmemi söylemiş. O günleri hatırlamıyorum. İlk hatırladığım trende olduğum. Yanımda da benden sorumlu bir er var. Beni eve teslim eden de o.’’
Sustum. Mustafa’yla Ekrem de konuşmuyordu. Yapacak ya da söyleyecek bir şey olmamasından elim artık iyiden iyiye soğumuş, su kıvamındaki kahveme gitti. Kendimi içmeye zorlarken Mustafa derin bir nefes sonrasında konuşmaya başladı:
‘’Recep, olan biteni anladım. Çok açık. Bir kaç top mermisi yemişsin, afallamışsın. Sonra afallama numarasını uzatmışsın, seni terhis etmişler. Firar etmişsin, onlar da göz yummuşlar. Bak etrafına. Bana bakma, dön de etrafına bak!’’
Mustafa’ya karşı duramadım, dönüp kahvedekilere bir göz attım.
‘’Neyi görmemi istiyorsun Mustafa Ağa?’’
‘’Bak bakalım, hiç senin gibi gidip de dönen var mı? Her hafta listeleri asıyorlar kaymakamlığın duvarına. Yaprak yaprak şehit listesi. Hepsi Gelibolu’da düşmüş. Yaşayanların bile aileleri şimdiden onları gözden çıkardılar. Sen niye orada değilsin Recep, söyle bana?’’
Bir şey demedim. Dönüşüm benim kararım değildi. Böyle bir talebim bile olmamıştı. Ama eve gönderilmiştim. Buradakiler ise dönemeyenlerin hıncını benden çıkarıyordu. Ayağa kalktım, kahvenin parasını ödemek üzere elimi cebime attım ama Mustafa sıkıca bileğimden kavradı.
‘’Gerek yok Recep. Sen o parayı da arkadaşının anasına göndermek üzere yanına almışsındır; ona gönder. Biz kahramanların kahvesini öderiz.’’
Arkama bakmadan kahveden çıktım. Bir hafta sonra Hatice’nin babası nişanı bozduğunun haberini gönderdi.
YORUMLAR
Döndüğüne pişman olmuş ve de hep pişman ettirilecek biri Recep.Aslında Gazi olmuş bence.Benim de büyük büyük dedemin biri şehit olmuş,biri de gazi geri dönmüş.Tebrikler.