FARKINDALIK
Farkında değiliz; kesinlikle tartışmayı bilmiyoruz. Reziliz bu hususta, lambur lumbur yaşayan bir toplumun tartışma adabı da lambur lumbur olur zaten. Üstelik cahiliz ve de ukalayız. Sadece biz miyiz peki böyle? Sosyolojik olarak bakılacak olursa, dünyanın tüm düzensiz ve sosyal refaha ulaşamamış ülkelerinde bu sorun görülebilir. Alt kültürün özelliklerindendir çünkü bu durum. Atlatılması ise mücadele ve iyi bir eğitim ister.
Geçenlerde okuldan bir arkadaşım yeni bir eve taşındı, hayırlısı olsuna evine misafir olarak ziyarette bulundum. Evde tanımadığım bazı ahbapları ile de el sıkıştım mecburen. Malûm, gençliğin konuları bellidir, haliyle de ziyaretin kısası makbuldür misâli ben yavaştan kalkmaya başlayınca: “-Dur! nereye?, bırakmam” türü sözlerle oturtuldum gene koltuğuma; fakat muhabbetin rengi kesinlikle değişmeliydi. O an aklıma Sokrates geldi, bu durumlarda beyin fırtınası yaratacak bir soruyu ortaya atar ve insanların ne cevap verdiklerini incelerdi. Böylelikle hem zaman verimli geçiyordu onun için, hem de sıkıcı muhabbetleri öldürüyordu keskin zekasıyla. Ben de bir soru salladım er meydanına: “-Beyler, hepiniz renkli renkli kişiliklersiniz pek hoş; ama hepiniz günü konuşuyorsunuz. Peki nasıl bir gelecek istiyorsunuz diye sorsam, biliyorum ki gamsızca bir cevap alacağım, peki bir oyun tezgâhında taşlar elinizde olsaydı, zevkleriniz ve egonuz için neler yapardınız? Ne projeleriniz olurdu bir lider olsaydınız?” Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: “ego!” Ego, çoğu insanın kölesi olduğu bir efendidir. Eğitimi zayıf, okumaya alışmamış bir insana egosal bir soru sorulduğunda renkli cevaplar gelecektir size. Şu durumda hedefi vuramamanız imkânsızdır.
Hovarda yaşayan bir gencin din konularına biat etmesiyle birlikte yaşadığı çelişkilerden, faşizmi savunan bir gencin kendi kötü kaderine razı olamamasına dek çeşitli düşünceleri dinledim. Özellikle faşizmi savunan delikanlı zekiydi; ama temelsiz görüşlerinin kurbanıydı. Nazilere hayran olan bu genç, artan terör faaliyetlerine karşı terörü destekleyen ırkları katletmek ve ikinci sınıf bir statüye sokmak gibi aşırı duygusal ve sakat bir görüşü savunuyordu. Nazi sisteminin ve nasyonal sosyalizmin Türkiye’de yaşamasını arzuladığını eklediğinde, hemen nereli olduğunu sordum. Aldığım cevap onun kökeninin Türk olmadığını gösterdi. Zaten daha ilk bakışta Antropologlar da bunu rahatlıkla kanıtlayabilirler ki, kendisi de verdiğim bilgiler yüzünden tıkandı diyebilirim. Peki, kimin adına hangi düşüncenin peşinde olduğunu biliyor muydu bu genç delikanlı? Anadolu’nun birbirine karışmış zengin bir kültür mozaiğinden ibaret olduğunu anlamak için kendi gerçeğini yüzüne mi vurmak gerekir insanların? Ne ırkçılığı, ne de faşizmi savunabilirsiniz artık 21. yy’da, hele ki Anadolu gerçekliğinde. Sadece sosyal bir bilim olan iktisadi düşünceleri hayata geçirme fırsatını uygulayabilirsiniz ki; kapital güçlerin üstünlüğünü her koşulda kabul etmeyen siyasi görüşlerin, günümüz dünyasında tüm milletler tarafından kabul gördüğünü biliyoruz. Bu ibre yavaş bir hızla da, halkların tarafına doğru dönmektedir.
Şu zamanda, emperyal güçler yüzünden tümüyle gelişememiş ve doğal olarak hümanizmi, sosyal refahı henüz tam anlamıyla teneffüs edememiş bir dünyadan bahsedebiliriz; ama beterin beteri olan faşizmin hangi ülkelerde hüküm sürdüğünü de net olarak görebilirsiniz. O ülkeler, kesinlikle uygarlık zamanının gerisinde kalmış ülkelerdir. Diğer yandan kalkınmış olan emperyal ülkelerin temelini oluşturan emperyalizmin de sonu, aynı imparatorluklar çağının sonu gibi, ayaklanan milyonlarca insanla gelecektir, zaten dialektif (gelişimi süren) koşullar bunu kendiliğinden getirecektir ki; dünya bu geleceğe de gebedir.
Geçen sene Nisan ayında, İstanbul Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde iki büyük düşün ve edebiyat adamını ağırladık. Onlardan biri Anadolu’nun ve dünyanın edebi tarihine geçmiş olan “Yaşar Kemal” diğeri ise Nobel Edebiyat ödüllü yazar “Günter Grass”dı. Şimdi aklıma onları dinlerken not düştüğüm bilgilerde yazılanlar ve hatırladıklarım geldi. 2. Dünya Savaşı’nda bir tank subayı olan Günter Grass şöyle diyordu: “-Eğer Almanya, Doğu politikasını Nazi politikalarına göre uygulamasaydı bugün benim doğduğum yer olan Almanya’nın Adana’sı Gdansk hâlâ Alman toprağı olurdu. Almanya Doğu politikasının faturasını çok ağır ödedi, Türkiye de bu hatadan ders almalıdır ve bölgenin sosyal refahına önem vermelidir. Aksi halde Almanya’nın yaşadığı kaderi Türkiye de yaşayabilir.” Faşizm, tarihsel sürecini yaşamış, tarih laboratuvarında deneysel sonucuna ulaşmıştır. O laboratuvardan bir öğretmen olarak ülkemize gelen Sayın Grass ise bizlere mühim bilgiler sundu. O halde, önünü göremeyen, örneklerini incelememiş bu tür kısır düşüncelerin halini düşünebiliyor musunuz? Eğer güçlü değilsek ezilmeye de razı olacağız, diyen bu gencin aynı kaderi kendi şahsı adına misâl verdiğimizde ise “savaşırım!” demesi, içinde bulunduğu çelişkiyi de açıkça göstermektedir. Bu ve benzeri düşünceler temelsizdir ve duygusallık barındırır. Siyasette ise duygusallık yoktur, devletlerarası hukuk çıkarlara dayalıdır. Devletleri yaratanlar toplumlar olduğuna göre, bu karşılıklı hukuk aslında toplumlara verilen saygı gereğidir, denilebilir. Elbette ki burada çıkarların da müşterek olması zaruri ve mühim bir mahiyeti arz eder. Bunu başaramayan dünyamız yüzünden devletlere de fazla itibar edemiyorum doğrusu; zaten ana fikirde mühim olan “insanlık” kavramıdır.
Gelelim birbirimizi dinlemememize…
Ben o akşam ince sorularımı sordum sadece; çünkü zaten dinlenmeyeceğimi bildiğim gibi, cevabımı da bilgisizlerden almadım hayatım boyu. Benim cevaplarım kütüphanelerde saklı oldu her daim. Gençlerin hararetli konuşmaları içinde ne temelsiz ütopyalar yeşerdi tahmin edemezsiniz. İnsan hayal gücünün ufkunu incelemeye değer olan bu tür bir izleyiş, kuru gürültüden öteye geçemediği gibi, herhangi bir sonuca da ulaşamadı doğal olarak. Bir taraf hümanizmin ve sosyal adaletin, diğer tarafsa keskin ve kanlı bir kılıcın çözüm olacağını, birbirlerini dinlemeden, kendilerince anlatmaya çalıştılar. Zaten değil midir ki: "Hep ben, hep ben" görüşü, insanlığı birbirine düşürmüştür. O gece bir kere daha tasdik ettim: eğitimli ve okuyan insan, mantık ve adalet ile yol alırken; hayatı boş geçen, kendinden bir şey katamayan özenti insanlarsa aşırı duygusallığa düşmektedir. Bu durum, geçmişte korkunç sonuçlar yaratmıştır, önüne geçilemezse gene yaratabilir; fakat bu sefer, acıların şiddetinin daha da ağır olacağı kesindir.
Ben gene insan psikolojisine geleceğim; çünkü insan psikolojisi Raskolnikov’un kalbini taşır. İsteyen istediğini yapacağını söyleyebilir şu hayatta; tarih boyu da söylendi ve bazıları da yapıldı zaten. Fakat “insanoğlu” kavramı zamanla güç kazandı ve idrak sonunda “human” olan “insan”a geldi. Jean Paul Sarte ile Avrupa’da felsefi tacını da giymiş olan bu görüş, yeni dünya düzenlerinde de saygın yerini koruyacaktır hiç şüphesiz.
“ Savaşta ülkemiz için mücadele ettiğimizi düşünüyorduk, ülkemizin kurtuluşu içindi her şey. Ta ki masum çocukları katlettiğimizi, sivilleri paletlerimizin altına aldığımızı, sakin ve huzurlu evleri topa tuttuğumuzu, toplu katliamlar yaptığımızı, vahşete ortak olduğumuzu görene kadar. O an, bir şeylerin ters gittiğini ordudaki çoğu asker hissediyordu; subaylardan bazıları istifa etmeye başladı. Bunlardan bazıları daha sonra “hain” diye kurşuna dizildiler; bu psikoloji bizi bunalıma sürüklediğinden gerçeği kabullenmek istemiyorduk. Bunu kabullenmek çok zordur; çünkü beyin bir şeye empoze edilmiştir, siz başka şeyler düşünürsünüz.”
Aydınlanmamış toplumlarda feodal görüşlerin nefes almasına imkân vardır ve sonuçta egemen güçler de bu toplumların çocuklarıdır. Fakat bir doğa otomasyonu olan denge gücü, kendi kaderini çizen halkın kendi kendini toparlamasına da koşullar yaratır, bu isyandır, sonucu ise devrim olabilir.
Farkındalığın bir sonucu olarak: Adâb-ı muaşeretin temel eğitimden geldiğini biliyoruz, peki söyleyebilir miyiz? Birbirini dinlemeyen aydınların ülkesindeki gençlikten ne bekliyoruz?
(Dergi Çalışmaları...)
27.12.2011
Tengiz Yavuz
Saygılarımla…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.