- 474 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ali Efendi
Dağlar denizi görüyordu. Otobüsten indiğimde ise ben sadece dağları görüyordum. Belli ki akşamlar erken geliyordu bu kasabaya. Yine de gün batmadan varmıştım. Pansiyondan içeri girdiğimde ise hava kararmaya başlamıştı.
Odama girince çantamdaki hazineyi çıkarttım, yatağın üzerine koydum ve seyrettim. Onu bulduğum günü hatırladım. Biten bir ilişkiyi unutmak için nereye gittiğimi düşünmeden dolaştığım günü, ayaklarımın beni götürdüğü sahaf Salih Beyin dükkanını, dükkanda raflara göz gezdirirken denk geldiğim bu tomarı. Kimi sayfaları baskıydı, kimileri ise elle yazılmıştı. Eski yazı bu metin bende okuma, kafamı meşgul etme isteği uyandırdı. Bir köşeye çekilip içeriğine göz atmıştım. Tomar II. Abdülhamid döneminde yaşamış bir bestekarın hayatı ve eserleri üzerineydi. Klasik musikiyle ilgilenmezdim ama Ali Efendinin lakabı ilgimi çekmişti: Buseci. O günün standartlarıyla erotik denebilecek bir lakaptı. Belli ki sıradışı bir kişilikti Buseci Ali Efendi. Ona daha fazla zaman ayırabilmek için tomarı Salih Beyden satın aldım.
Takip eden günlerde Ali Efendi beni bayağı meşgul etti. Besteler yapan ama hayatını daha çok konaklarda verdiği musiki dersleriyle kazanan biriydi. Çoğunlukla genç kızlara, annelerinin sert bakışları altında tambur çalmayı, nota ve şarkı okumayı öğretiyordu. Yaygın bir ünü olmalıydı, yoksa kolay kolay konaklara giremezdi. Sonra bir gün Buseci Ali Efendi her şeyden elini, eteğini çekiyor ve Karadeniz kıyısında, bu kasabaya çekiliyordu. Neden böyle bir şey yaptığı açık değildi. Bir anda İstanbul’daki bestecilik ve öğretmenlik hayatı bitiriyor, aile toprağında, zamanında kendisine bağlanmış bir maaşla geçinmeye başlıyordu. Bu kopuş beni cezbetmişti. Bir türlü giden sevgilimin hayalinden kopamadığımdan yeni bir hayatın özlemiyle yaşıyordum. Ali Efendi ise bunu bir kalemde yapıvermişti. Onun izinden gitmeye karar verdim. Buseciyle ilgili tek bağım olan tomarı attım çantama, kendisinin çekildiği kasabaya yollandım.
Kasaba dediğime bakmayın, artık buralara ilçe deniyordu. Özelliksiz, kişiliği olmayan bir yerdi. Belki Ali Efendi de geldiğinde benzer düşüncelere kapılmıştı. Belki o da benim kendime söylediğimi tekrar etmişti: ‘’Senin de bir özelliğin yok.’’ Tüm cadde ve sokakları kaplayan üç, dört katlı betonarme binalar Ali Efendinin aile evine yaşam hakkı tanımamış olmalıydı. Bu yüzden aramaya bile kalkmadım. Günlük, uzun yürüyüşlerde aradım Buseci Ali Efendiyi. Yorulduğumda yanımda taşıdığım tomarı çıkarıyor, hayatından bölümler okuyordum. Okudukça eksik parçaların azaldığını gördüm.
İstanbul’da en son bir paşanın kızına ders veriyormuş. Paşanın eşi erken yaşta vefat etmiş olduğundan derslere kızın dadısı eşlik edermiş. O dönemden kalan bir ikiliğin belki de paşanın kızı için yazılmış olduğunu düşündüm:
Bir güzel bilirim, saçları kara
Lakin asla bakmaz benden yana.
Ona aşk mı düşürmüştü Ali Efendi? Aşkı karşılık bulmuş muydu? Dadının gözleri altında nasıl bir aşk yaşanırdı? Bestelerle mi dile getirilirdi? Ya yanıtı nasıl alınırdı? En önemli yerde çalınan yanlış bir nota mı olurdu?
Ali Efendiyi o kadar da platonik birisi olarak hayal etmemek lazım. Ona lakabını kazandıran güftesini bulduğumda ‘’Seni işini bilir!’’ demekten kendimi alamamıştım:
Bir ışık gördüm, gözümü aldı
Ensendeki busem yarım kaldı.
Okudukça gözümün önüne çapkınlık yaparken yakalanan biri geliyordu. Pencereden atlayıp, yerde fesinden ayrı olarak yuvarlanan Ali Efendi. Utanmamış, bir de bunu bestelemişti. Meclislerde, hafif alkol eşliğinde epey söylenmiş olmalı.
Kimdi bu güzel? Buseci Ali Efendiyi renkli hayatından çekip alan, ama sonrasında onunla da yolunu keşiştirmeyen esmer güzel. Tomarda bununla ilgili bir ipucu yoktu. Ya da el yazması bir sayfanın notaları arasına sıkıştırılmış kelimelere denk gelene kadar ben öyle sanıyordum:
Nasır Paşanın kerimesi Aslıhan Hanımefendiye...
Bu o kadın olabilir miydi? Bir paşanın kızına nasıl bir beste yapılırdı? Okumadan bilmek imkansızdı; ben de okudum:
Belli ki vakit ermeyecek leylaya
Ebediyen şems varken semada
Belki bir name, bir hoş sada
Akis bulur bu konakta.
Umudunu kesmiş olmalı. Ne de olsa karşısında bir paşa kızı, paşanın da tek kızı. Kendisi ise sonuçta bir bestekar; eline tutuşturulan parayla geçinen bir çalgıcı. Bakmış oluru yok bu hevesin, Ali Efendi vurmuş kendini uzaklara.
Tövbe senin kalıbına,
Tövbe senin ince boynuna.
Tövbe çıkardığın nameye,
Tövbe kırdığın kalplere.
Tamburunu yanına almamış olmalı. Belki de kendini ona sarılmışken bulunca ya da onu ‘’Aslıhan’ım’’ diye çağırdığını farkedince bu sevdanın hiç bitmeyeceğini anlamış, İstanbul’la beraber tamburu da terketmiş. Geride bıraktıklarına bir sevgili daha eklemiş.
Kayalara çarpan dalgaların güzel tarafı çektiğiniz ahları kimsenin duymaması. Ali Efendi bilir, ben de öyle.
YORUMLAR
Kayalara çarpan dalgaların güzel tarafı çektiğiniz ahları kimsenin duymaması...kutladım dostum.