- 1477 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
karşılıksız aşklar ütopyası
Karşılıksız aşklar ütopyası
En ağır duyguların körleştirdiği insanlardan biri olarak, aşkı tanımak, anlamak ve yaşamak için ödediğim bedellerin, harcadığım zamanın sonsuz kere yenilgilerin gölgesinde hala nefes almayı başardığım için kendimi, kendimle beraber aynı durumda olanları savunmak adına ileriye dönük doğru adımların beraberinde getireceği güzelliklerin karşılıksız aşklar ütopyasıdır bu yazı…
İlkokul sıralarında tarifini yapamayacağım bir duyguya karşı bu günkü savunmam tamamen gerçeğe ulaşmaktır…aşk’ın savunulmaya ihtiyaç duyduğu bir dünya da aksine benim kendimi savunma isteğim tamamen realizmle ilgili bir adım atıştır…aşk ta çoğu zaman realitenin olmadığını ve mantığın öldürülüşüne şahit olduğumuzu bu duyguyu yaşayan herkes az çok bilmektedir…başlangıçtan bu güne kadar ( ilk insandan) insanların aşırı tutku diye adlandırdığı bu duygunun özde zarar verici bir yapısı olmamakla beraber insanlara uyarlandığında çok yıpratıcı hatta onarılamaz eksiklikler bıraktığı aşikardır, o zaman bu gün gerçekten aşkımı yargılıyorum insanlarımı sorusu akla gelebilir? Kendi iç dünyamda kendi kurgulama çabamla oluşturduğum müthiş bir hızla büyüyen duygulara bir isim vermeye çalışırken, karşılaştığım tablo hep çok can acıtıcı ve gereksiz bir isyanla tamamlanmıştır…bazen suçlayacak kimseyi bulamadığımda boğazıma geçirdiğim iple defalarca intihar girişimim kendime karşı aşka karşı duyduğum saygının ve fedakarlığın en gerçek nedenidir…kirletmemek, saf kalmasını sağlamak, bunun için her zaman tek bir çözüm yolu vardır, ona ulaşmamak…ulaşmak istediğimiz gerçek ne aşkta, cinsellik mi? Ki insanın doyumsuzluğu gün gibi ortadayken bunun bir sonu olmadığını düşünürsek asla ulaşamadığımız bir duygudur aşk, öyleyse neden kirleniyor sorusuna en mantıklı cevap aşkın cinsellik olmadığı gerçeğidir…sınırsız çelişkilerin kapısı aralanırken yaşadığım bu dünyada, doğru ve yanlışı birbirinden ayırt etmek gittikçe zorlaşırken bir mantık savaşına girmek istemiyorum kimseyle, öz değerlerimizi kaybedeli uzun yıllar geçti, çocukluğumun rengarenk bahar mevsimleri, kar beyaz kış ayları aşktan yoksun değildi, o zamanları bu kadar temiz kılan çocukluğum diye düşünürdüm hep, bir nebze doğruluğu olan bu düşünceyi bu gün yaşamıma yansıtamamanın gerçek sebepleri nelerdi? Oyuncaklarımın olmayışı, ya da insanların aşkı oyuncaklaştırması ve her oyunda en güzel oyuncak saymalarımıydı? bütün olasılıklar üzerinde durup belki de en olasılıksız olandı doğru cevap, yada hiçbir zaman cevabı bulunmayacak tek soruydu bu…
Kayıplar herkeste olduğu gibi bendede tecrübeye dönmek zorundaydı, ben daha fazlasını isterken bu noktaya geleceğimi elbette düşünmemiştim, bütün başlangıçlar gibi bilinmezlikle dolu o güzel gözlerin en derinine bir gezinti, rüzgarın taşıdığı o karşı konulmaz kokuyu duymak ve en güzeli de bir ayna gibi görünen gözlerden kendine bakma isteği…daha fazlasını kim isterdi ki, yaşım henüz yedi, çocukluğumun ilk sonbaharı…günümüzde kangren bir çözümsüzlük taşıyan bu duyguyu pek kimse tartışmak istemez, sadece yaşanılması yeterli diye düşünülür, yargılanması her zaman gerçeği ortaya çıkarır korkusu yüzünden aşk her daim kapalı bir kutudur her insanın hayatında…yaşanılan nedir peki, tutkunun körleştirdiği bir çift göz, bazen büyük umutlarla tutunduğumuz bir dal parçası, kimi zamansa acının en koyu tonunda ortaya çıkan bir renksizlik…acıyı bastırma çabaları da genelde klasikleşmiş birer şarkı sözü gibidir, yeni bir aşk bazen( aynı senaryo ve aynı son için mi?), kimi için bedenin geçici uyuşturulması( alkol vb bağımlılıklar) ve karşı konulmayan bir değişim söz konusudur…hangi yolu seçerseniz seçin arkanıza bir kere dönüp baktığınızda göreceğiniz tek olgu boşa harcadığınızı düşündüğünüz zaman kavramıdır…zamanı bu kadar değerli kılansa bütün canlıların karşı karşıya olduğu ölümdür…kimi için son, kimi için sonsuzluğu ifade eden bu gerçek aşk bittikten sonra ona duyulan nefretin başlıca sebeplerindendir…yaşadıklarımdan pişman değilim ve asla olmayacağım sözleriyle güçlü bir duruş sergilemekse kendimizi kandırmanın en işe yaradığını düşündüğümüz yoludur, kahraman olmak, ne için, yada nasıl, gereklimi peki?
Amaçsız olmaya başladığımızda ( umarsızlık) yapılabileceklerin en başında kendini değişim rüzgarından korumaktır, ki bunu başaramadığımızda o rüzgarın nasıl bir anafora dönüşeceğini ve bizi yutabileceğini asla bilemeyiz…hayatın yeterince berbat olduğunu bildiğimiz bir yerde, daha kötü olamayacağımızı ısrarla söyler hatta bazen çığlıklarla bunu destekleriz, içimizdeki yangın nedense hiç sönmez, kaybetmişizdir ve bu amansız hastalıktan kurtulmak için tek bir çare vardır, yaşadıklarımızı bir başkasına yaşatmak, bir anlamda intikam almaya çalışmak, dozu ve şiddeti hatta karşı taraftaki insanın hiçbir değer taşımadığı bu anlar o kadar çoğalır ki sonunda inançsız bir insan olmak için yeterli kapasiteye ulaşılmıştır…nefretle de anlatmaya çalışırız yaşadığımız depremi, artık hiçbir duyguyu hissetmediğimizi tekrarlayarak hatta bunu bir ıslık gibi dudaklarımıza yapıştırarak yürürüz sokaklarda, karşımıza çıkan herkese bunun gerçekliğinden bahseder aslında içimizdeki acıyı maskeleriz, inançsızlığımızı en somut haliyle belli etmek adına, sevmeden ilişkiler yaşarız, kısa, geriye doğru bir adım niteliğinde...sonraki depremler beklendiği gibi küçük artçı depremler olmaz, daha sarsıcı daha çok can alıcıdır, oysa aynı acıyı bir daha yaşamayacağımıza söz vermişizdir kendimize ve çevremizdekilere, toplumda genel bir inanış olan aşkın insan ömründeki gerçekleşme sayısına inat bizi köleleştiren bir duyguyla tanrısallaştırmaya çalışırız onu, ölmüş bir bedeni yeniden diriltme çabamız takdire değer görülürse yine o kısa anlardan birini yaşamak payımıza düşmüştür…her zaman payımıza düşeni yaşamak zorunda olduğumuzu, fazlasını istediğimizdeyse karşımıza örülen sonsuz duvarların ardında aslında hiçte umduğumuz bir gerçeklik olmadığını ancak o duvarlara tırmanıp düştüğümüzde fark ederiz, biraz daha olgunlaştık ve bu düşüş hiçte sanıldığı gibi can acıtıcı değildi…neden düştüğümüzü sorgularız tıpkı neden tırmandığımıza anlam veremediğimiz gibi, görmek istediğimizin aksine bir görüntümü vardı duvarın arkasında, yada hiç kimsenin ulaşamadığı görmediği bir güzellik miydi başımızı döndüren? Cevap her ne olursa olsun, düşmüşüzdür… bunları yaşarken karşı tarafa baktığımızda, masumluğunu koruyan, düşüşümüzle ilgili hiçbir pay çıkarmayan o duvarı ören usta kişi nerdedir? Başka duvarlar örmekle meşgul, ya da başka birinin düşüşünü izlemektedir, her iki durumda da suçlu aynı zamanda güçlüdür( suçu ispatlanmayana kadar herkes suçsuzdur biliyorum) duyguları somutlaştırmak adına kişiliklere büründürdüğümü belirtmek isterim, kastettiğim duvar gururu temsil etmektedir, genelde ilişkilerin sonlanmasına neden olarak sıkça ortaya atılan insanın en bencil yanından bahsediyorum…
Mitolojik bir geçmişe de sahip olan aşk bir savaşçı yetiştirmenin en kolay yolu olmuştur, barbar bir insanı uysallaştıran böylesine yüce bir duygunun bu gün geldiği noktada artık can çekiştiğini hepimiz biliyoruz…ismi değiştirilmeli yada böyle bir duygunun olmadığı gerçekliği insanların kafasına kazınmalı…onu yasaklayarak belki biraz özlem duyabilir ve böylece nerde yanlış yaptığımızı anlayabiliriz…farkındayım söylediklerim realite dışında söylemler, elle tutulmayan gözle görülmeyen kısacası somut olmayan bir hissi yasaklamak hatta köleleştirmek imkansızdır, öyleyse eğer bizi köleleştirmesine neden izin veriyoruz? Toplumun bir parçası konumundayken ona kapılıp toplum dışına itildiğimiz bir sürü örnekte mevcutken hala neden savaştığımızı, onun yerine çoğu zaman kendimizi neden soyutladığımızı anlamak güç?
Bütün bu anlamsızlıklar ortasında şimdi durup kendimizi sorgularsak?
Kendimizi savunduğumuz hep haklı olduğumuzu düşündüğümüz anların artık bitmesi gerekmiyor mu? Aşk sorgulanmadan, tartışılmadan yaşatılmaya devam edilirse kendimizi sürekli savunma iç güdümüzde beraberinde olgunlaşacak ve bir gün hiç kimseye ihtiyacımız olmadığını, kısacası başkasına muhtaç olmanın suç sayılacağı yalnız
bir toplum ve yapayalnız bir birey olmakta çok başarılı olacağımız kesin…
bilinmezliğin çekici gücü insan beyninde tüm düşüncelerin yerini alırken, hissizlik oranı bir denklemde kendini kalıcı gerçek bir aforizmaya döndürürken sanıldığı gibi hayalperest bir öykünmeyle aşkı tanımlama çabası her zaman yarım kalmıştır, hiçbir çabanın sonuç vermeyeceği elvedalar içerisinde ayrılıklar yaşanırken gerçeği hala görememek neyle ifade edilebilir? Savaş sonrası hasar ve kazançlar adı altında yazılan hikayelerin özünde her zaman aşk duygusu yer alır, çünkü aşk gerçek bir savaştır…insanın kendini tanıma evresi, başka bir insanı anlama çabası takdir edilecek bir durumdur, elbette ki her kazancın bir bedeli olacağını unutmamak gerekir…bu ikilem de kazanmak ve kaybetmek arasında çok ince bir çizgi olduğunu çoğu zaman bu çizginin göremediğimiz bir yanı olduğunu anlamak önemli bir ayrıntıdır, şeytanın gizlenme yeri olarak ayrıntı konusuna değinmeden geçmemek gerektiğine inanıyorum…oysa her ayrıntının çok önemli olduğunu ve ilişkilerde yol gösterici yada devamlılık teşkili için ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulması gerektiğine inanıyorum, eğer böyle bir farkı görmezden gelirsek aşk sadece iki kelimeden ibaret olmaya devam edecektir, bu iki kelimede her zaman gerçeğin üstünü örten karanlık yapışkan bir çıkar toplamı olmaya devam edecektir…kendi çıkarlarımızı üst bir seviyede değerlendirirken, karşımızdaki kişiyi hiçleştiren bu aşırı nefret hissinin özünde yine aşk tanımlaması yapmaya çalıştığımızda karşılaştığımız durum aynada yüzümüze bakarken bir yabancıyla karşılaştığımız ilk anın bir fotoğrafıdır, bu yabancının ne zaman evimize girdiğini ve ne zamandan beri aynı yatağı paylaştığımızı ayrıntılar içerisinde ancak bulabiliriz…kolay bir yaşam isteği hepimizde mevcut olan bir istektir, bu yüzden bir toplum halinde yaşama gereği duyduk, paylaşımın arttığı yerde bize düşen iş daha az olacaktı, planlanmayan bir sonuç doğana dek toplumlaşma ve toplumun birey olgusu en üst seviyedeydi, eşitliğin en ön safhalarında el ele yürüdüğümüz zamanları şimdi tarih kitaplarından okurken, bu kitaptan koparılmış sayfalar olduğunu çok uzun zaman sonra kavradığımızı inkar edemeyiz…kısaca topluma da bir değerlendirme yapmamız gerekliydi, yasakları ve olması gerekenleri belirleyici etken olarak toplum aşkın en yaşanılır toplu halidir…bireye indirgendiğinde, dikenli tellerle etrafı zehirli sarmaşıklarla çevrilen aşk, etik yönden sorgulatan bir gölge oluşumunun tetikleyicisidir, aşkın yasaklandığı toplumlarda, hayallerle yaşamayı öğrenmek zorunda kaldığımızı biliyoruz, tabi ki hep eksik, hep boşluklarla, hiçbir zaman gerçekten sevmeyi öğrenemeyerek bir anlamda yabani bir duygu ve sonuç olarak bize getirdikleri…sosyalleşmenin özünde ki kendine güven duygusu da aşktan geçen bir yoldur, reddedildikçe kendimize karşı duyduğumuz öfke hiçbir zaman tamiri olmayan arızalı kişilikler doğurmaya meyillidir, bu noktada irademizin bizi savunmaya çalıştığı kriz anlarını atlattıktan sonra yeniden kalıcı bir aforizma denkleminde bilinmeyen tek nesne olarak bundan sonra ne olacak sorusu kalır? Aslında ne olması gerektiğidir, olması gerekenle olan arasında kadercilik anlayışıyla hareket edersek, hayırlısı buydu der geçeriz, bu kişinin en çok tutsak edildiği düşünce yapısıdır ve hiçbir zaman gerçekten hayırlısı bu olmamıştır…özünde kendimizi önemseme gerçeği ve yaşamın devamını sağlama gereğidir, oysa koca bir yalandan başka bir anlamı yoktur…
evet aşkın en hastalıklı anlarından bahsediyorum ‘aşık olup acı çekeceğime nezle olup burnumu çekerim’ toplum içerisinde alaya alınan bu şekilde bir yaklaşımın da aşkın ne kadar güçlü ve korkutucu olduğunun bir göstergesi olduğunu biliyoruz…bize düşen ne o zaman, korkup kaçmak mı, soluksuz bir koşuyla bitiş çizgisine ulaşmak mı? Ya da daha açık olarak korkularımızı düşüncelerimizin en karanlık noktasına hapsedip bir gün yeniden ortaya çıkmasını beklemek mi? Beklemenin ibadetiyle tanrıya yaklaşım da mümkün olduğuna göre inancımız gereği bu sonuç kendini ön plana çıkarıyor…
sonsuzluk denklemini çözmeye çalışırken sürekli aşkla karşı karşıya geldiğimi, sonsuzluğun sonla başladığı gerçeğini bir kelime oyunundan çok, özümsediğimi ve önem verdiğimi biliyorum, ki böyle bir olgunun var olması demek yaşadıklarımın çoğu zaman anlam kazanması için tek gerçekti…evet bir anlamı olması gerekliydi, bu anlamı bulmak uğruna gerekirse hiç düşünmeden bütün zamanımı harcayacağımı biliyordum, ki bu güne kadar da bunu yaptığımı düşünüyorum, kısa öykülerin baş döndüren heyecan dalgasından sonra, sokaklara attığım bedenimin sabaha karşı ağlamaklı duruşu kendini sorgulama çabası bu düşüncemi savunan bir örnektir…
Bu gün geldiğim noktada tamamen kendimi eleştirme çabası içerisinde olduğumu en güzel ifade şekli sanırım hala aşka karşı verdiğim inanılmaz savaştır, aşkı insanlardan ayrıştırıp en masum hale getirene dek süren bu savaşımın destekçisi olmasını istediğim geçmişin, geleceğe bağlantısını koparmadan süregeldiğini en önemli ayrıntı olarak hatırlamam gerektiğini biliyorum…
Ne bir çift gözün aydınlığında, nede bir bedenin sonsuz ateşinde yanmamak için aşkı kavramsallaştıran ve somut bir nesneye döndüren her ne varsa, efsanelerin ışığında çöller, büyük dağları aşklaştıran kahramanlık öyküleriyle dolu insanlığın geçmişindeki sır perdesini aralamam gerektiğini biliyorum…
Pandora’nın kutusunda ki gizemin aşk olmadığını kim söyleyebilir?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.