- 788 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Hipermarket
“Hep sen şımartıyorsun bunu!” dedi adam. Kalın kaşları tam ortada sırt sırta duran iki düşman gibi birleşmiş, burun kanatları yüzünden ayrılacak gibi açılmış, kulakları kızarmıştı.Önden sinirli adımlarla kasaya doğru yürüdü, bir yandan da söylenmeye devam ediyordu “ağlamakla her istediği olacak sanıyor” Birkaç kişi dönüp onlardan tarafa baktılar. Gazete-dergi rafının önündeki adam bağrışmadan rahatsız olduğunu hissettirmek için kendi kendine “cık cık cık” dedi. Kadın birkaç adım arkada kaldı. Hala iç çekmekte olan çocuğu yatıştırmak istiyor ama “şımartan anne” suçlamasından sonra teselli edici bir şey de diyemiyordu. Ne yapacağını aklında tartamayacak kadar dağılmıştı. Şükür ki annelik sezgisi kontrolü ele aldı, çocuğun yanaklarını ve ıslak burnunu eliyle sildi, sonra montunun düğmesiyle oynayan küçük elini sıkıca ama acıtmadan kavradı ve hafifçe çekip yürümeye başladı. Çocuk annesinin yanında geliyordu. Adam “satın almasız çıkış” tabelasının altından geçerken hala dişlerinin arasından bir şeyler mırıldanmaktaydı. Kadın ve çocuk onu izlediler
Pazar günü öğle saatleriydi. Kar yağsa bu kadar soğuk olmazdı. Öyle der büyükler. Ama haftalardır kar yağmamıştı ve büyük şehirde kasvetli bir soğuk, tatil gününde insanları kapalı mekanlara mahkum ediyordu. Ne alacağımı da bilmiyordum ama boş gezmektense evin ihtiyacını görmek mantıklıydı. “Sucuk ister misiniz?” Başımı çevirince burnumun ucunda bir kürdana saplı bir dilim sucuk gördüm. Promosyondu. Sucuğu uzatan kıza bakıyormuş gibi yapıp teşekkür ettim ama bakmadım. Canım sıkkın olduğunda göz teması kurmakta büsbütün güçlük çekiyordum. Bugün pazardı ve reyonları önceden kontrol etmeden gidersem ya da ne aradığımı bilmez bir halde- aslında tam da o haldeydim çoğu zaman- raflara bakınırsam bunlardan birçoğuna yakalanmam mümkündü. Elektronik eşyalara doğru yürüdüm. Bir yandan da üç kuruş için bütün Pazar, bu soğuk markette, ayakta durmak, gülümsemek ve hiç yılgınlığa düşmeden aynı tatlı ses tonuyla müşterilere “margarinde kampanyamız var denemek ister misiniz?” ya da “ temizleme sütü alana el kremi hediyemiz, almak ister misiniz?” demek zorunda olan bu vasıfsız, eğitimsiz gençleri düşündüm. Onlardan ne çok olduğunu. Yine o karamsar sosyalist düşünceler zihnimi işgal etmeden bir şeylere odaklanmalıydım, katı meyve sıkacaklarının etiketlerine bakmaya başladım. Kırmızı olan güzeldi. Ama küçücük mutfakta bir de o mu kalabalık yapsın dedim içimden. Zaten ihtiyacım da yoktu dişlerime iyi baktığım sürece.
Sebze meyve reyonuna doğru yürüdüm. Portakal çok sulu görünüyordu. Madem alışveriş yapacaktım geri dönüp bir market arabası alsam iyi olurdu. Market arabaları aklıma iki şey getirir hep. Bakkaldan markete milletçe ilk terfi edişimizde marketlerde sırf zevk için arabayı alıp reyon reyon gezip, her şeyi doldurduktan sonra kasada bırakıp çıkanların olduğunu duymuştum. İştahımızdan utanmaktan, açlığımızı saklamaktan vazgeçip, dudaklarımızın kenarından arsızca sızan salyaların herkesçe görünür olmasına izin veriyorduk artık. Ne tuhaftı modern zamanlar! İkincisi de televizyonda bir zamanlar gösterilen market yarışması. Yarışmacılar arabayı alıp rafların arasına dalıyor, en kısa zamanda döke saça en çok şeyi arabaya doldurmaya çalışıyorlardı. Neler seyrettirmişlerdi bize Ya Rabbi! Daha da acısı biz oturup neleri seyretmiştik! Ne tuhaftı modern zamanlar! Nedense sürekli sola gitmek isteyen arabayı daha güçlü iterek, kimseye çarpmadan portakalların başına getirmiştim. “Toruna alayım iki kilo” Kime diyordu? Satıcıya mı? Hayır. Satıcı öte yanda, tartının başındaydı. En yakında ben vardım. Besbelli bana diyordu “ben biraz sosyofobiğim teyze ama inanın kaba biri değilim. Şimdi siz böyle bir bahis açmak için bana laf attınız ya beni öyle bir ikileme ittiniz ki! Kalbiniz kırılmasın, çabanız boşa gitmesin diye bir iki cümle de ben kurmalıyım ama ne diyeceğimi bilemiyorum. Bir yandan da sözü uzatır da beni esir edersiniz diye korkuyorum. Bir de göz teması kuramam pek. Söylemiş miydim? Yoo hayır demin kendime söylemiştim bunu duymamışsınızdır tabii.” Bunları söyleyemezdim. İyi ki gençken beynimizdeki elektrik ileti hızlıydı ve iyi ki yaşlılarda algı yavaşlıyordu. Ortalık soğumadan iyi bir cümle kuracak kadar vaktim hala vardı. “güzel portakal” dedim ve gülümsedim. Yine bakmamıştım teyzeye, hatta bu sefer başımı bile çevirmedim. Sesimi yumuşatmıştım, yeterliydi. Galiba atlatmıştım, portakalları seçmeye başladım, birini burnuma götürüp kokladım “Çok grip oldu bu sene çocuk, vitaminli şeyleri de yemiyorlar ki, hep abur cubur okulda.” Hayır atlatamamıştım aslında. Ama az önceye göre daha rahattım nedense. Portakal kabuğundan gelen koku mu yapmıştı bunu? “ çocuklar sever portakalı” deyip sustum ama beynimde akım sürüyordu. “yapılan araştırmalar C vitamini ve grip arasında bir bağlantı gösterememişlerdir. Ama düzenli beslenmenin bağışıklık sistemine olumlu etkisinin olduğuna inanıyorum ben de” İnanmak bilimle uğraşan biri için hiçbir anlam taşımıyordu aslında. Pozitif bilimlerde kanıtlanmış bir gerçek vardır ya da yoktur. İnanmak da neyin nesi? Ama inanıyordum işte. Ne yapabilirdim? İkimiz de tartıya doğru yürüdük. Önceliği teyzeye verdim. Ayrılırken kibarca “iyi günler” dedim. Bu sefer gözlerine bakabilmiştim. Saniyenin onda biri için bile olsa iki güzel çakır gözü görebilmiştim. “Maşallah ne güzel gözleriniz var” desem mutlu olurdu biliyorum. Diyemedim. Başka bir reyona doğru arabamı sürdüm.
Çay indirime girmişti. Kesme şekeri de attım arabaya. Evde var mıydı bilmiyordum ama fazlası zarar değildi. Rahmetli anneannem misafirliğe gideceği zaman bakkaldan çayla şeker aldırır, onları hediye götürürdü. Ben aslında kuru pasta götürmeyi isterdim. Her çocuk gibi kuru pastayı seviyordum. Kutusunu, paket kağıdını ve renkli rafyayı da seviyordum. Ama şimdi anlıyorum ki anneannemin tercihi doğruydu. Çay ve şeker hem evin ihtiyacını görürdü hem de misafire karşı insanın yüzünü ak ederdi. Acaba misafir geldiğinde ikram edecek bir şey bulamayıp da mahcup olduğu olmuş muydu anneannemin? Olmamıştır dedim. Tel dolabın intizamla yerleştirilmiş raflarında, mutlaka bir kara gün nevalesi bulundurmuştur. Tedbirli ve titiz bir kadındı merhume.
İndirimler ancak “filan kart” ı olan müşteriler için geçerliydi. Cüzdanımda mıydı acaba kart? Hoş bir lira eksik fazla ne fark edecekti ki? Bir lira otopark bekçisine, ışıklarda arabamızın camını silen çocuğa ya da lokantadaki garsona vermek için az bile sayılırdı. Öyle zamanlarda pek efeydim. En küçük kağıt parayı çıkarır verirdim. Şimdi ise, indirimli ürünleri kollamaya, etiketleri, gramajları tek tek okumaya, aldatılmamaya çalışıyordum. 5,90’ın 90’ına dikmiştim gözlerimi. 5’in yarısı kadar bir puntoyla yazılmış. Yutturamazlardı bana. Bilinçli bir tüketiciydim ben, akıllıydım. 90 kendi içinde kıvrılıp kağıda yayılarak bana şirinlik yapmaya çalışıyordu. Böyle daha da iğrenç olduğunun farkında değildi. Başımı çevirdim.
“Aa bak bu çok güzel, bundan alalım” “Ne yapacaksın?” Kısa saçlı ve balık etli kız, dar bile olsa siyahın bütün günahları setredeceği batılına inanmış olmalıydı ki siyah hırka ve siyah kot giymişti, en sevimli sesiyle konuşuyor, sözcüklerine ayrı bir çocuksuluk vermek için dudaklarını büzüyordu, ama adamın ikna olacağı yoktu. Bitki çayı ne yapılır? İçilir işte. Bizler alışverişe zaafı olan, renklere, süslere kolay kanan, sloganlara çabucak inanan cins-i latiftik. Beyler ise, para kazanmanın zorluğunu bilirlerdi ve onu kadının elinde çarçur olmaktan korumakla görevliydiler. O nedenle babalar, erkek olmanın kadim bilgeliğini aktarırken oğullarına, alışverişte kadınları zapt etmek üzere bu “Ne yapacaksın” sözünü de öğretiyorlardı sanırım. “Gerekli değil, değerinden pahalı, saçma, ve sen de böyle şeyler heves edip benim canımı sıkıyorsun” diye tercüme edilebilirdi. Çift uzaklaşırken ben onların yerine ilerledim. Formda tutan çayı aldım elime. Nasılsa beni durduracak kimse yoktu. Kutunun üstündeki “fit kız” resmine baktım. Bu çayı içince böyle olabilecektim demek. İçindekileri okudum. Biliyordum ki bağırsakları hareketlendirmekten başka bir marifeti yoktu bu bitkilerin. Kutuyu aldığım yere koyup temizlik malzemelerine doğru yürüdüm. Kozmetiklerin önünden geçiyordum. Ne çok “anti-aging” ürünü vardı! Koenzimler, pantenoller, gece kremleri, kafeinli göz altı kremleri, kapatıcı, önleyici, giderici… Kurtulmak istediğimiz ne çok şey varsa, zamanın çekilirken kumsalımıza saplayıp bıraktığı kırık deniz kabukları ya da kararmış dal parçaları ya da her ne varsa, hepsi için bir çare vardı. Aynada kaz ayağını ilk fark ettiğim akşamı hatırladım. Hırçın beyaz bir kaz kanatlarını açmış, elmacık kemiğimin üstünden şakağıma oradan gözüme doğru bağıra çağıra koşuyor, koca ıslak ayaklarını yüzüme basıyordu. Ben elimle kovalamak istedikçe ayakları daha da büyümüştü sanki, perdelerin ucu göz akıma değecekti neredeyse, yüzüm acımıyordu ama bastığı yerde demir yanığı gibi derin üç çizgi kalmış gibiydi, ben aynaya yaklaştıkça kaz benden kaçıyor ben aynadan uzaklaşınca geri gelip gülüyor…”Geçebilir miyim?” Şaşkınlıkla baktım. Boyu omzuma kadar ancak gelen sinirli bir kadın arabamı kenara itmeye çalışıyordu. Yolu kapatmıştım. Kadını kızdırmıştım. Kısa boyluların, kendilerinden uzun herkese sırf uzun oldukları için, hayatları boyunca her yerde karşılarına çıktıkları için, yollarını kapattıkları için, onlara tepeden baktıkları için kızgın olduklarını düşünürüm. Kenara çekildim. Kadın elindeki alışveriş sepetini sağa sola çarpa çarpa uzaklaştı.
Aklım karışmak üzereydi. Yorulmuştum belki de. Bir saat bile sürmeyen bir market alışverişi tabii ki hiç de yorucu filan değildi ama ruhsal belirtileri yorgunluk uykusuzluk gibi fiziksel sebeplere bağlamanın rahatlatıcı ve aklayıcı bir yanı vardı, ben de bunu yapıyordum kendime. Gelişigüzel bir iki şey daha aldım. Bulaşık deterjanı, karamel kokulu el sabunu, çamaşır suyu… Kasalara doğru sürdüm arabayı.
Torbaları elime alıp çıktım. Anneannem bekliyordu. Şaşırdım. Buraya nasıl gelmişti? Küçücük eliyle beyaz kaküllerini yazmasının içine soktu, bana gülümsedi. Torbaların içine bir defa daha baktım, çay ve şeker yerindeydi. Ben otoparka doğru giderken, o da kalabalıkla beraber kayboldu.