Mandalina
Kurumuş mandalina kabuklarıyla çizerim, etimi çürüten toprağa geçmişin hatırlattığı hazin sureti…
Uçmak hepimizin hayalidir ya, ben kadar kilolu biri için bunun hayalini kurmak bile emek istiyor. Hummalı bir çalışma, teknik destek, ince hesaplar gerektiriyor. İnsan hayalinde bile büyük prodüksiyon gerektiren projelerle boğuşabiliyor anlayacağınız.
Çocukluğumdan beri kilo problemiyle uğraşıyorum. Tahmin edeceğiniz bazı oyunları oynayamamak, neşeli yaşam için çevremce dikte edilen formata uyumsuz olmak; bilinçsiz olduğum o yıllarda, beni epey üzüyor, hayattan zevk almamı imkânsızlaştırıyordu. Ötekilerden farklı olmak, çoğunluğun diktasında yeşermiş yalancı bahar mimozaları gibi nazlıca salınan vücuda sahip olmamak, toplumun çoğunluğunun gözünde bir nevi suçtu. Genel kültürü henüz özümseyememiş, dünyadan bihaber küçük bir çocuk için suçlu olduğuna inanmak çok kolay oluyordu. Bu psikoloji ile yaşama hazırlanan birinin ileride ne denli buhranlara gebe olduğu sanırım o günlerden tahmin etmek zor olmasa gerek.
Bizim evde devamlı bir kızartma kokusu olurdu. Tüm aile benim gibi şişmanlardan kurulu olduğundan, birinin olmasa diğerinin canı bir şey çeker ve yağ ateşe sürülürdü. Sabahları sigara böreği, sucuklu yumurta, akşamları ise patlıcan, kabak kızartması tercihimiz oluyordu. Gece yarısına doğru kazınan midelere sus payı olarak dökülen hamurlar, eğer anneannem bizdeyse ek olarak da lokma. Ziyafetlerin ardı arkası kesilmezdi, annemin ısrarı ile bahçeye çıkma yapılarak büyütülen mutfakta geçen hayatımıza damgasını vurmuştur yağ kokusu. Onun da çeşitleri vardır, biraz dikkatli her insanın ayırt edebileceği, bazılarının aşk benzeri bir etkisi olan bu farklı kokular hâkimdi Çavuş Sokağının her yerine.
Eğlenceli insanlar olduğumuzdan seviliyorduk ya da herkesi kendimiz gibi gören güzellikler olduğumuzdan öyle sanmak hoşumuza gidiyordu…
Babadan kalma birkaç arazi, üç beş dükkândan gelen gelirle çalışmaya gerek kalmadan yaşamaya alışmış babamın ölümünün üzerinden üç yıl geçmişti. O günden beri evde ablalarım, annem ve yılın yarısını bizde geçiren anneannemi de sayarsak beş kadınla kurduğumuz diyaloglar kör topal da olsa dimağımı şekillendiriyordu. Bir baba figürünün erkek çocuk üzerindeki önemini anlatıp sizi sıkacak değilim. Erkek gibi yetiştirilmiş üç ablamın, babamdan sonra erki eline alınca daha da erkekleşen annemin, küfrü ağzından eksik etmeyen anneannemin öylesi bir figüre beni aç bırakmadıklarını söylemekle yetineceğim.
Giriş katında oturmak bizim gibi fiziksel handikaplılar için önemli bir avantajdır. Lütfen hiç bana iki kat inip çıkma konusunda klişe paragraflar içeren düşünce balonlarıyla saldırmayın. Çok denendi onlar, diyetler, koşturmalar, her seferinde yenilgiyle sonuçlanan savaşlar; yüzümüzün düşmesi ve biraz daha artmış kilolarla sonuçlanıyordu.
Hayatımıza yeni giren insanlarla aynı eksende geçen tanışma zamanlarında, bu kişilerin en hassas tavırları ile bizi incitmeden konuşma çabaları, dönüp dolanıp aynı yere gelir ve benzeş tıkanmalarla sonuçlanırdı. Hiçbirimiz rejim yapamadığımız için, bizi sevdiklerinden dolayı endişe ile sağlığımızı düşünüp hatta bazen işin dozajını kaçırıp üstümüze çok gelen bu yeni tanışlarımızla can sıkıcı anlarımız da oluyordu. Sonradan gönül alma konusunda yetenekli bir aile olduğumuzdan, yağlı ballı mamullerle kapılarını çalıp, atılan karşılıklı kahkahalarla çınlayan sokak şahit olurdu küslüğün bitişine.
Çoğu ailede tabu olan konular bizde uluorta konuşuluyordu. Ben de aralarında kız çocuğu gibi görülmekten sıkılmaya başlamıştım. Vücudumda belirgin değişimler olduğunu anladıklarında, yanımda soyunmalara, edepsiz konular konuşmalara, ağda yapmalara son vermişlerdi. Birey olduğumu bebekliğimden beri hissettiren ailem bu kez de erkek olduğumu duyumsatan tavırlarıyla beğenimi kazanıyordu. Eğitimden uzak duran üç ablam da sonradan kendini geliştirmek için kitap okuma sevdalısı olduklarından, her konuda danışabilecekleri küçük bir kütüphane sahibi olmuşlardı.
Bendeki okuma alışkanlığını ablalarımdan edindim sanırım. Erken yaşta yakın gözlüğü kullanmaya başlayan en büyük ablam Seniha romantik, ortanca ablam Melahat maceraperest, küçük ablam Nebahat ise devrimci olduklarından durumlarına uygun tarzda kitaplar alırlardı. Özel günlerde bana aldıkları çocuk kitaplarındaki seçimleri için şimdilerde onlara çok kez minnettar olduğumu söylemişimdir.
Ne olacaksın büyüyünce dediklerinde Jules Verne diyordum. Her kitabını defalarca okuduğumdan, çoğunun içinden halen bile çıkamadığımdan, hayranı olduğum bu dehanın mesleğini seçmek istiyordum. Bunun yolunun önce çok okumaktan geçtiğini söyleyen büyüklerim istediği için değil, zaten okumak dışında bir seçeneğim olmadığı için deli gibi okuyordum. Ders kitapları hariç her türe ilgi duyuyordum. Bilim ve teknik dergilerini, gazeteleri ve eklerini en ince ayrıntılarına kadar okuyordum. Ablalarımın kitaplarını gizlice alıp okuyor bir diğerini alıyordum.
İçlerinde en ufak tefek ama en kilolusu Neboştu. Bir iki yıldır takıldığı çevreden ötürü davranışlarında bariz bir değişme olmuştu. Hükümet karşıtı görüşlerini dile getirmekten çekinmiyor, katıldığı eylemleri büyük bir heyecanla evde anlatıyordu. Daha az gülmeye mi başlamıştı yoksa ben mi yanlış hatırlıyorum. Hayat ciddidir kuzum diyordu bana. Felsefeye merak salmamı istiyordu benden, onun temel ilkelerinin anlatıldığı bir kitap tutuşturdu elime. Yavaşça okumamı, anlamadığım yerleri ona sormamı tembihledi.
İki aşkı birden yaşadığım günlerdi o günler. Gözümün önünden gitmeyen kıvırcık kestane rengi saçlarıyla Ebru ve diyalektik materyalizm aklımı başımdan almıştı. Ablamın tavsiyeleriyle daha ciddi kitaplara geçivermiştim. Bu onun tabiri idi elbette, bence hayal âleminde yapılan gezintilerden daha ciddi ve hayati bir şey yoktu dünyada.
Engels ile tanışmam da bu dönemdedir. ‘’Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni’’ elimden düşüremediğim, her paragrafında ablama sormak istediğim şeyler tespit ettiğim bir kitap oldu. Anaerkil ne demek, işçi sınıfı nedir, feminizm ne demektir gibi sorularımdan bıktırıncaya kadar ısrarcı olduğumu hatırlıyorum.
Politzer’in ilkeleri ile epeyce haşır neşir olmuş bir kuşağın genci olarak, şimdilerde ne vakit gazete kağıdı ile kaplanmış kitap görsem ta o günlere gidiveririm.
Askeri darbenin ardından çok acılar yaşandı. Çok insan kayıp oldu, yaşayanların bir kısmı cezaevinde bir kısmı da dışarıda esaret altına girdi. Eline silah almamış ablam bile uzun süre köyde saklanarak kurtuldu tutuklanmaktan.
Toprağa gömülen Ali Asker kasetlerinin, yakılan komünizmi anlatan kitapların şimdilerde vitrinlerde satılıyor oluşunu; ülkemize artık demokrasinin geldiğinin göstergesi diye algılamak aşırı iyimserliktir bence.
Ergen yaşta öğrendik tedirginliği
Otuz yıl geçmiş olduğu halde
Yaz vakti nerde tüten bir ev bacası görsem
Canım kitaplar uçuşur gözlerimin önünde
Sıkıştırılmış gazlı talaşla yakardık banyo sobalarını o zamanlar. Bir müddet ihtiyaç duymadı annem, nedenini o zamanlar anlamamıştım. Ablamın kitaplarının olduğu rafta ne var ne yok yakan annemle günler boyu konuşmamıştım. Bir hafta sonra ağlaya sızlaya ne dediği anlaşılmayan bir cümleyle bana doğru gelişi yüzünden affetmiştim onu. Ablamı sorup duruyordum onlara, cevap vermiyorlardı. Sır gibi saklandı herkesten nerde olduğu, mahalleden ağabeylerimizi alıyorlardı her gün, analar ağlıyordu arkalarından. Babalar nerdeyse nefret dolu gözlerle bakıyordu evlatlarını ayarttıklarını düşündükleri Can ağabeyin ailesine.
Ne istiyordular bu gençler, devlet neden korkuyordu da hepsini içeri tıkıyordu. İşkencelerle, ölümlerle yıldırmak istediği gençler bu denli güçlü müydü, savundukları şeyler uğruna ölümü göze almış olanlar için imansız dediklerinde çok şaşırmıştım. Hayatta kalabilmek, bir şey olabilmek gibi kaygılar yüzünden; toplumun dayattığı bana göre safsatalara inanan, din ve yaratan kavramları olmadan yaşayamayanlar imanlı, toplumun geleceği için her şeyini feda eden bu idealistler imansız mıydı?
Radyo çoğunuza halen sempatik ve nostaljik geliyordur. O zamanlar küçük bir pilli radyo ile gizlice Bizim Radyoyu dinlemek biz yeniyetmelerin kalbini durduracak kadar ciddi bir olaydı. Haberlerin sosyalist bakış açısından yorumlanışı, halen dışarıda olanlara verilmeye çalışan morallerin, ajite edici konuşmaların olduğu yayınlardaki tavır bizi çok etkiliyordu. Nazım’dan okunan şiirler, Behice Ana’nın hayat hikâyesinin anlatılması hatırladığım bazı şeylerdir.
Neboş çevresindeki radikal solcularca reformist, revizyonist gibi onlara göre aşağılama amaçlı tabirlerle çağrılıyordu. Kuramların oluştuğu yıllardaki hallerine dokunulmaması gerektiği fikri konusunda, dincilere benzer bir tavır takınan radikaller, kendi safındaki bu farklı düşüncelere dahi tahammül gösteremez durumdaydılar. Ablam kaç kez onlarla diyalog kuramazken, karşı saftan olup entelektüel sağcılarla bazı platformlarda bir araya gelebildiğini söylüyordu.
Ertesi yaz Cemil bizi minibüsüyle yüzmeye götürdüğünde, annem eski neşesine kavuşmuş gibiydi. Her zaman gittiğimiz yerden farklı, ücra bir köşedeki koya yerleştik. Annem saatine baktı hadi herkes denize dedi. Ben gelmek istemeyince de açıklamak zorunda kaldı. Ablanı görmek istemiyor musun?
İçlerinde en çok vakit geçirdiğim, yaşça ve kafaca bana en yakın, canım Neboş’u görmek mi; el ele gittiğimiz ilkokul yıllarında beslenme çantasından çaldığım kekler için kavga ettiğimiz, sırf ona şişko dediği için dayak yiyeceğimi bilerek üstüne atladığım iki üst sınıftaki çocuğun elinden beni kurtaran Neboş’u çok özlemişim.
Kayalıkların önüne doğru dizildik, bir kayıkla yanaştı bize ablam. Hepimiz önce çok ağladık, sonra onun süzülmüş, yanmış yüzüne baktık epey uzun bir süre. Pek bir şey konuşmadık, dokunduk birbirimize, en çok anam kokladı onu. Nerede kaldığını bilmememiz gerekiyormuş. Bir dahaki randevumuz için haber salacağını söyleyerek gitti ablacım. Çok büyümüştü, sanırım sevgilisinin polislerce katledildiğini duymuş gibiydi. En azından o hüzün bana yansımıştı, dayanma gücünü nerden buluyordu bilemiyorum ama her geçen gün ablamı biraz daha seviyordum.
Bir kez de az gidilen bir yayla evinde görüştük onunla. Gülmediğini fark etmek çok acıtıcıydı. Tüm neşesini asker postallarına ezdirmiş, patlama seslerine karışan cümlelerini ürkek kırlangıçlar gasp etmişti. Dalıp gittiği gökyüzünde ara sıra gördüğünü sandığı hayal dışında kimseye gülümsemediğine yemin edebilirdim. Donuklaşan bakışları bundan sonra her şeyin eskisinden daha farklı olacağının ispatı gibiydi. Zaman ablamı mumyalamış, o neşe dolu insan yerine bize acı çektirecek bir heykel bırakmış gibiydi. Ellerimle saçlarına dokunduğumda havaya sıçraması bir daha ona ulaşamayacağımın bir göstergesi gibiydi.
Kimse bu konuyu açmak istemiyordu ama ben bir kere kafaya takmıştım. Nasıl bir ortamda kimlerle, neler yaşadığını iyice merak etmeye başlamıştım. Yakınlarda bir yerlerde olduğu kesindi, akrabaları düşündüm, en sonunda on yıldır Almanya’da yaşayan eniştemin köy evinde olabileceğine kanaat getirdim.
Zor da olsa ikna ettiğim Cemil’le sabahın köründe yola koyulduk. Yaptığımızın yanlış olduğunu söylüyordu , hem kendimizi hem ablamı tehlikeye attığımızı anlatıyordu. Öyle olunca gittiğimiz yerin doğru olduğunu anlayıp sevindim. Ondan sonra kurduğu cümleleri duymadım desem yeridir. Gözümün önünde doğum günlerimiz yakın olduğu için beraber kutlanmış günlerden başka bir şey yoktu. Gözlerindeki seni seviyorum çığlığına duyduğum özlem dışında hiçbir sesi duymaya niyetim yoktu. ‘Ablacım uyan hadi okula geç kalıyoruz’ diyen Neboş’un hayali dışında hiçbir şeyi görmeye tahammülüm kalmamıştı.
Köy yoluna girdiğimizde takip edildiğimizden şüphelendi Cemil. Yakınlardaki bir diğer köye saptı, kahvede çay içip, birilerini sorduk. Eve dönmeye karar verdik. Köyün çıkışında jandarma bizi çevirdi, kimlik kontrolü yaptıktan sonra Cemil’e gitmesini söylediler. Kapalı kasa bir kamyonetin arkasında hiçbir şey söylemeden beni dövmeye başladılar. Şaşırmıştım, daha önce babamdan bile tokat yememiş ben, şimdi ağzım burnum kırılana kadar dövülüyordum. Sivil polis olduğunu söyleyen biri ablamın yerini sordu. Bilmediğimi söylediğimde ona öyle bir nefretle bakmışım ki adam bana ‘gomonist misin lan sen’ diye bağırarak bu kez gövdeme vurmaya başladı. Yere düşmüştüm tekmelerden kafamı korumaya çalışıyordum. Bilmiyorum diyebiliyordum sadece, yumruklar kesildiğinde, perdeyi kaldırdılar aşağıya atlamamı istediler. İçlerinden biri göbeğime bakarak inemeyeceğimi anlamış olmalı ki aracı bir mandalina ağacına dayadı, ağaca çıktım dal ince olduğu için biraz daha çıkmak zorunda kaldım. Gaza basıp gittiler, etrafta kimsecikler yoktu. Diz kapağıma aldığım tekmelerden sağ ayağım tutmuyordu. Her yanım kan içindeydi, burnum kırılmış ve şişmişti.
Ağacın en büyük dalına sarıldım, babamın benden kaçtığı gibi kaçar sandım ama gitmedi mandalina. Başım dönmeye başladı, gözüm kararıyordu sanırım bayılıyordum.
Yeşil olmamış bir mandalina kopardım, ne güzel dedim içimden, dedem kızmadı bu kez…
20.01.11
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.