- 1019 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İNSANLIĞA ADANAN YÜREK –ANA
İnsani anlamda bir adanış risalesinin baş yazarı o…
En nadide fedakarlık tablolarının üstat ressamı yine o…
O’dur yavrusunun her sürçmesinde yüreğinde depremler oluşan…
Yavrusunun yanaklarından süzülen bir damla göz yaşıyla
iç aleminde fırtınalar kopan, tufanlar oluşan, o…
Yavrusunun bir “âh” ı ile lime, lime olan yürek yine o’na ait…
Fidanı büyüse, meyveye dursa, en çetin kasırgalara karşı koyabilecek
dirilik ve dinamikliğe ulaşsa bile
hâlâ o’nu nadide bir filiz, zarif bir çiçek belleyen,
duyarlı bir bahçıvan hassasiyetiyle sarıp sarmalamaya, gözetip kollamaya çalışan,
yüreği üzerinde hep asılı bulunduran yine o.
“Cennet anaların ayağı altındadır”
“Ana gibi yar olmaz”
“Ana başta tac imiş, her derde ilaç imiş” ve benzeri bir çok öz deyişe konu olan, ilkel ve medeni hemen tüm toplumlarda saygın bir konumu bulunan özel bir varlıktır ana.
Nedir o’nu böylesine önemli ve vazgeçilmez kılan şey; fizyolojik önemi mi, ya da ana olmanın varlıklar tarihi boyunca tablolaştırdığı, o’nunla müşahhaslaşmış bazı önemli özellikleri mi? Mesela; sevgisi, merhameti, adanmışlığı vb.… yani “ana yüreği” refleksleri…
Bir yerimiz acısa içimizden kopup gelen tabi bir tepki ile “vay anam!” deriz. Yani ilk aklımıza gelen, ilk yaslanacağımız sine o’dur bu anlamda. Peki ama neden böyle?...
Hayatın akışı içerisinde ortaya konulmuş özgün fiillerle hak edilmiş bir saygınlık ve vazgeçilmezlik mi? Fizyolojik gerçeklerin yönlendirdiği gayri ihtiyari bir fıtrilik mi? Ulvi mesajların öğütlediği dinsel bir değer veya hudut yönlendirmesi mi? Yoksa sadece kültürel olarak gelenekselleşmiş davranış klasiğinden neşet eden bir şöhret mi onlara gösterilen bu ilgi ve saygı?... Ya da hepsi mi?...
Peki nedir ana? Analık duygusu ve ana tutkusunu besleyen unsurlar nelerdir?
Genelde tüm canlıların hayatında, özelde ise insanlık hayatının akışında ve oluşumunda çok özel bir yeri vardır ana’nın; ana’lık duygu ve misyonunun.
Yüce yaratıcı o’na bu ruhu ve özellikleri tâ insanı yaratmayı ilk muradettiği dönemde; ruhlar aleminde lütfetmiştir. İnsanlık tarihi sürecinde yükleyeceği çok özel bir misyon gereği ve ince bir hikmetle tezyin etmiştir o’nun rûhunu san ki...
Zira kadın diğer varlıkların dişilerinde olduğu gibi sadece doğurgan bir varlık olarak hak etmemektedir ana’lık vasfını. O eşref-i mahlukattır ve seçkin bir varlığın dişisidir…
Kadın eş olacaktır insana, yâr olacak, yâren olacak, ana olacaktır gelecekte.
Tâ kâinatın kıyametine değin anaların elinde şekillenecektir insanlığın geleceği.
Ana, toplumun rahmi olduğu gibi insanlığın geleceğini inşa eden en önemli varlıklardan biridir de aynı zamanda.
Analık misyonu sanki bir bahçıvanlık gibi, ressamlık, nakkaşlık gibi hassas ve sanatsal bir ruh istemektedir. İşlevi gereği çok ama çok gerekli olan bu ince, hassas ruh yapısı, şefkatli, merhametli yürek iklimi, ve hesapsız adanma, fedakarlık duygu ve değerleri yüce yaratıcı tarafından cömertçe ihsan edilmiştir o’na …
Bundandır ki ana’lar; çiçek kadar hoş kokulu ve naif, kelebek kadar ince ve zarif, güneş gibi aydınlık ve sıcak bir varlık olarak tezyin edilerek yaratmıştır mevla tarafından...
İnsan için, özellikle de karşı cinsin gözünde ve gönlünde varlıklar âlemi sanki o’nunla tamamlanmaktadır. O’suz her yer ıssız, o olmadan her şey eksiktir adeta. Zira insanlar birbirine meyil ve ülfet etsinler diye erkek ve dişi olarak ibda ve inşa edilmişler ve anlam kazanmışlardır yüce yaratıcının nezdinde. Ve bir sevgi ve muhabbet iklimi ile sarmalanmışlardır bir birleri ile ilgili olarak. Birbirlerini düşünmekten haz duyar, huzur bulur olmuşlardır. İşte bu iklim insanlık bahçesinin her türlü hoş kokulu râyihâlarla ve çok özel göz aydınlığı manzaralarla tezyin edilmesini mümkün kılan nadide bir iklimdir…
Bundandır ki ana tatlı bir yürek sancısıdır; sevgilidir, yâr’dir ve eş’tir ana olmadan önce. Yâren’dir; bütün benliğini hesapsız pusatsız sevdiğine verendir o…
Ana olmak o’na mevcut cazibesinin dışında daha farklı ve saygın bir makam olarak sunulmaktadır. Kadının sadece cinsi bir obje olmadığının, sadece öylesi bir arzu peşinde savrulmadığının, yalnızca şehvet kasırgalarını dindiren bir liman olmadığının tüm insanlığa deklare edilmesidir ana’lık rûhu âdetâ. O’nda ki bu ruhtan dolayıdır ki; cömertlik abidesi oluşun, karşılık beklemeden sevmenin ve vermenin bir erdem olduğunun destanını bu dönemlerde yazmaya başlar.Vererek yücelmeyi tâ bu dönemlerde bir hayat klasiği haline getirir ve bu alanda ki önemi hakikat ehilleri nezdinde tâ bu dönemlerde simgeleşir…
O yâr’ini kendinden bir parça olarak hissetmeye bu dönemde başlar. Yâr’i vazgeçilmezidir o’nun, olmaz sa olmazıdır. Canının içi’dir. O’suz olduğu ve kaldığı dönemler ve zamanlar ziyan edilmiş, kaybedilmiş zamanlardır o’nun için.
O’nu kendisine lütfeden rabbine şükür sunularında bulunur her an lisân-ı hâliyle. Elinden almaması, o’suz bırakmaması için en içli yakarışlarını yollar duâ’nın kıblesine…
Yüreğine bitimsiz bir tutku şeklinde yerleştirdiği eri’ni, eşi’ni fiziken de hep yanında, yanı başında görmek ister zamanla. Öyle ki; o’suz kaldığı zamanlar da o’nu hep yanında bilsin ve bulsun diye o’ndan bir parça taşımak ister; önce rahminde, sonra kucağında, sonra yanında ama tüm zaman ve dönemlerde hep yüreğinde taşıyacağı nadide bir parça. Bunu böylesine hesaplı bir şekilde düşünmese bile, vücut diliyle, lisân- ı hâliyle, fıtri bir lisanla çığlık çığlığa hep ama hep ister.
Kimi istisna, sıra dışı ve aykırı durumlar hariç bu isteyiş onda hayata huzur ve anlam kazandıran farklı bir zevk yelpazesidir, tarifi imkansız bir haz ve mutluluk sarmalıdır âdetâ…
Böylesi özel bir iklimde yâri’nden, eşi’nden, eri’nden aldığı bu en özel parçaya heyecanla, özenle sarılır geceler ve gündüzler de, aşkın bir haz ile hisseder o’nu tüm hücrelerinde ve ihtimamla korur kendinden bile…
İşte bu dönemde tâ ömrünün sonuna kadar devam edecek çok özel bir hissiyatın tohumları yeşermeye başlar ruhunun derinliklerinde.Yüce yaratıcının merhamet pınarlarından damla damla beslenerek fedakarlık ve adanmışlık destanını yazacak olan ruh, kainatta ki en seçkin varlığı rûhen ve fiziken zerre zerre inşa edecek ruh, yâni ana’lık ruhu…
Analar insanlık şiirinin en üstat şairleridir; onlar yazar gece gündüz demeden en başat şiirleri olan ciğerparelerini hayat ve toplum antolojisinin en özel sayfalarına yerleşsin ümidiyle…
Analar beslerler yavrularının ruhlarını; inançlarından, özlerinden damıtarak, özlerinden uzak kalmalarının çürüyüş, savruluş helak oluş olacağı bilinci ve endişesiyle…
Öncelikle insanın fiziksel anlamda ki varlık projesini çok özel mekanlarda özenle saklayan, geliştiren, besleyen o…
En baştan beri o’na özünü, ruhunu, heyecan ve özlemini katan o…
En onulmaz yerinde çok özel bir hisle uykularını apansız olarak bölen o…
İnsani anlamda bir adanış risalesinin baş yazarı o…
En nadide fedakarlık tablolarının üstat ressamı yine o…
O’dur yavrusunun her sürçmesinde yüreğinde depremler oluşan…
Yavrusunun yanaklarından süzülen bir damla göz yaşıyla iç aleminde fırtınalar kopan, tufanlar oluşan, o…
Yavrusunun bir “âh” ı ile lime, lime olan yürek yine o’na ait…
Fidanı büyüse, meyveye dursa, en çetin kasırgalara karşı koyabilecek dirilik ve dinamikliğe ulaşsa bile hâlâ o’nu nadide bir filiz, zarif bir çiçek belleyen, duyarlı bir bahçıvan hassasiyetiyle sarıp sarmalamaya, gözetip kollamaya çalışan, yüreği üzerinde hep asılı bulunduran yine o.
Ana; engin ve derinden akan coşkulu bir sevgi denizi sanki.
Ana; her ihtiyaç hissettiğimizde sığındığımız efsunlu kucak.
Ana; üşümüş yanlarımızı ısıttığımız ve karanlık yanlarımızı ışıttığımız nadide bir güneş.
Ana; bütün melodilerden daha özel ninnileriyle ruhumuzu dinlendiren bülbülümüz.
O’nun duâsı izbe dehlizlerde bir soluk nefes, yanık çöller de bir yudum su, zifiri karanlıklarda bir zerre ışık gibidir evladı için.
Bir evlâdın pîr olsa bile muhtaç olduğu altın eşik ana. Hangi yaş ve konumda olursak olalım başımızı kucağına koymak istediğimiz, saçlarımızı parmaklarıyla taramasına hasret çektiğimiz, kulağımızda mırıl mırıl ninnisini bir şaheser melodiyi dinlercesine dinlemeyi hep arzuladığımız, elimizden bir kez kaçırdığımız da da bir daha ulaşamayacağımız bir özlem ve hasret ufkumuzdur ana…
O’nun duasını alanlar Musalarla komşu olur ebediyet iklimlerinde. Peygamberlerle yoldaş olur, sıddıyklarla, şehitlerle, sadıklarla yaren olur ümit ve korku âleminde…
Maruf ölçüler içerisinde o’nun rızasını kazanan dünya ve ukba huzuru için gerekli olacak her şeyi kazanmıştır…
Ya o’nu âhir ömründe beğenmeyenler?!... Ya en zayıf ve korunmasız oldukları dönemlerinde huzur buldukları o şefkat kucağını onun zayıf düştüğü zamanlarda hor görenler?!... Ya tâ rahmine konuk ettiği andan beri her atışında kendileri için yanıp tutuşan o’nun rikkatli yüreğini meyûs edenler?!... Ya o’nu hoşnut edemeyenler!?…