- 713 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kanepe
Babam kireç fabrikasında çalışırdı diyorum soranlara. Bu olay olana kadar orda çalıştı. Başka iş tutmadı. Sonra açıklıyorum: Bir sonbahar ikindisiydi. Annemin çamaşır yıkama günüydü. Böyle günler çok sinirli olur annem, bizi odamızdan çıkarmaz. Biz de, azar işitmemek için, gözüne görünmemeye, ayakaltında dolaşmamaya çalışırız. Öyle derdi annem: ‘Ayakaltında dolaşmayın, gözüm sizi görmesin.’
Yine böyle bir gün annem eteğini göğsüne çekmiş, başına beyaz tülbendini sarmış, kan ter içinde su güğümlerini taşıyordu. O zamanlar merdaneli çamaşır makinemiz vardı. Sıcak su kazanlarda, güğümlerde kaynatılıp makineye dökülürdü. Bu makinede çamaşır yıkamak, durulamak, sıkmak hatta sıkıldıktan sonra pastırmaya dönen çamaşırları silkelemek ayrı işti. Sıkma ve silkeleme işinde bazen anneme yardım ederdim. Çamaşırları uçlarından tutup dönen merdanelere uzattığımda annem hep uyarırdı: “Dikkat et parmaklarını kapmasın.”
İşte böyle bir çamaşır günüydü; avlumuzun demir kapısı gıcırdadı. Kapı zili işlevini gören bu gıcırtı sayesinde içeri kedi köpek bile girse işitirdik. O gün de işittik. Biz nasıl kendi dalaşımızın, bağrışımızın arasında işittiysek, annem de kendi uğraşısı içinde, kazanları indirip kaldırırken, kaynayan güğümleri boşaltırken, makinenin motoru çalışırken işitti.
Sonraları bu anı belki bin kez düşünmüşümdür. Her düşündüğümde acaba demişimdir kendi kendime, o gıcırtı işitilmeseydi, annem çamaşırlarımızı söylene söylene yıkamaya devam etseydi, kaynayan kazanları boşaltıp hışımla fırlatsaydı, biz oyuna dalsaydık, bağrışlarımız gırla gitseydi, birden camlara doluşmasaydık, annem üstünden başından sular damlayarak kapıya koşmasaydı ya da gelenler bizi evde bulamasaydı acaba ne olurdu?
Ama hiçbiri olmadı. Kapı her zamanki gıcırtıyla açıldı. Biz de her zamanki gibi, dün yaptığımız yarın da yapacağımız gibi, kimin geldiğine bakmak için camlara doluştuk. Ve gördük ki bir takım sert adamlar paldır küldür içeri giriyor. Omuzlarında taşıdıkları her neyse bizim eve ait. Anneme baktılar, izin alır gibi değil, ‘bu sizin mi’ sorar gibi değil, eminler buraya ait olduğundan ve getirip -kireç torbalarını her gün nasıl bırakıyorlarsa öyle- geceleri benim yattığım kanepenin üzerine bıraktılar. Bırakılan babamdı. Anneme baktım. Odanın kapısında dikiliyordu. Bir heykel gibi. Nasıl da heykele benziyordu duruşu. Heykeller gibi beyaz ve kıpırtısızdı.
Hep sorarlar bana. ‘Zavallı annen, kimbilir ne hale gelmiştir kocasını öyle görünce?’ Bilmiyorum. Annemin hangi hale geldiği pek öyle açık seçik değildi. Dediğim gibi kıpırdamadı, ağlamadı, feryat koparmadı, sadece durdu. Ertesi gün biz okuldan döndüğümüzde de yine öylece duruyordu. Adamlar babamı kanepenin üzerine bıraktıklarında ilk iş anneme baktım. Gözleri yerdeydi. Döşemede ve halıda oluşan çamur lekelerini izliyordu. İşçiler ayakkabılarını çıkarmadan girmişlerdi. Annem çok kızardı buna. Biz sokaktan kirli ayaklarımızla gelir, kazara basarız diye halıların üstünü örterdi. Pislik gördüğünde çıldırması işten değildi.
Ve gecikerek de olsa annemin çığlığını duyduk:
“Pis görgüsüz herifler. Dağdan inmişler ne olacak. Evin yüzünü boka buladılar. Gel de temizle işin yoksa.”
Banyodan kovayla su getirdi. Yerleri tahta fırçasıyla ovdu. Bir yandan adamlara sövüp sayıyor, bir yandan fırçayı kovaya daldırıp çıkarıyordu. Sonra öteki yarım kalan işlerine döndü: çamaşırları silkeleyip astı, yemekleri ısıttı ve sofrayı her zamanki vaktinde kurdu. Yemekte kimse sesini çıkarmadı. Kardeşlerim arada dönüp kanepede yatana bakıyor, kaşıklarını ağızlarına götüremiyorlardı. Bense önlerine bakmalarını işmar ediyordum. Yemeklerini yemeliydiler, sağa sola hele kanepenin oraya bakmamalıydılar. Bakarlarsa annem felaketin farkına varır diye korkuyordum, sonra ağlar, saçlarını yolar, üstünü başını yırtardı. Ama korktuğum olmadı. Sessizce yiyip kalktık. Annem sofrayı topladı. Çok yorulduğunu söyleyerek biraz uzandı. Yarınki beslenmelerimizi hazırlayıp yataklarımızı serdi. O gece benim kendi yatağımda değil de neden kardeşimle yattığımı sormadı.
Işıklar kapandığında karaltının orada olduğunu biliyordum. O karaltı ki biri gelip onu uçuracak, beyaz bir kuş olup bulutlara karışacak, ya da şimdi gitsem, dürtsem, sanıyordum ki gözlerini açıp yüzüme bakacak, karnının çok acıkmış olduğunu söyleyerek anneme kızacak, ‘neden beni kaldırmadın hanım’ diyecek, ama sonra, bu şekilde getirilip bırakılan birinin bir daha uyanması, kalkması, konuşması nasıl olacak düşünüyordum: Hiç olmamak nasıl bir şeydi? Evden sabahları birlikte çıkamamak, her akşam aynı saatte avlu kapısının gıcırtısını işitememek, sofrada onun yerini boş görmek, bir daha o tanıdık yüze bakarak, bir adamın, eve akşamları gelen, gelirken çikolata, yoğurt getiren, kireç fabrikasında çalışan bir adamın yüzüne bakarak ‘baba’ diyememek nasıl bir şey?
Bütün ölüleri, bütün ölümleri düşünerek bu çekip gitmenin adını koymaya çalıştım. Bu kez kötü bir şeymiş gibi geldi. Karnımın üstünde bir yer daraldı. İlk kez kendi isteğimle, kimsenin sebep olmadığı bir ağlama hevesine kapıldım. Ama kafamdaki ses burada ağlayamazsın dedi. Kendi yatağında olsan belki, burada ağlarsan kardeşin korkar.
Kendimi sıktım. Hıçkırıklarımı tuttum. İpi kopmuş bocuklar gibi ortalığa saçılmalarını önlemeliydim. Bu istekle yorganı dişlerimin arasına var gücümle bastırdım.
Sabah okula gitmek için uyandığımızda geceki karaltı yine orada, kanepenin üzerindeydi. Dünkü pespaye bırakılmışlığıyla kıpırtısız yatıyordu. Annem ise henüz uyanmamıştı. Çamaşır yıkadığı günler geç kalkması âdetiydi. Biz onun kalkmasını beklemezdik, babamla kahvaltımızı yapar, evden birlikte çıkardık. O sefertasını, biz beslenme çantalarımızı alır, yolumuza koyulurduk. Annem akşamdan hazır ederdi azıklarımızı. O sabah da farklı olmadı, sadece babam yoktu, biraz daha uyumak isteyenler gibi kanepeye uzanmıştı. İşin aslı bizimle gelmeyecekti. Çantalarımızı alıp çıktık. Azıcık cesaretim olsaydı gider yüzüne bakardım, çünkü bunun onu son görüşüm olacağını bilirdim. Okuldan döndüğümde orada olmayacağını bilirdim. Her çocuk bilir. Ama işte gidemedim. Gitseydim, orada, doktorların anneme dediği gibi, ciğerleri toz bağlamış, içi dışı kireç dolmuş bir adamla karşılaşacaktım. Babamdı bu adam. Kireç fabrikasında çalışırdı. Düne kadar da orada çalıştı. Başka iş tutmadı. Eve hep aynı saatte gelir, gelirken bize çikolata, anneme yoğurt getirirdi. Ve bir kez de benim yattığım, bundan sonra da hep yatacağım kanepede yattı. Onu oraya bir kireç torbasını bırakır gibi bırakmışlardı.
ZEYNEP HİCRET
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.