KARANLIKTAN KORKAR MI GECE BEKÇİSİ ?
Saat epey ilerlemişti. Bunu evlerin çoğunun ışıklarının sönük olmasından anladı. Saat taşıma alışkanlığı yoktu. Dar ve karanlık bir sokaktan geçiyordu genç adam. Dalgınlığından yolun ortasından yürüdüğünü anlayamamıştı. Ta ki kulakları sağır eden kamyonun havalı kornasını duyana kadar. Aceleyle kaldırıma doğru yöneldi. Kamyonun tekerinin çukura denk gelmesiyle baştan aşağıya sırılsıklam oldu beyaz gömleği.
Suratına gelen kirli suyu sildi.
-Allah’ından bul, dedi kısık bir ses tonuyla. Sonra söylene söylene devam etti. Topuğundaki kösele yerinden çıkmış peşinden sürükleniyordu. Ani bir düdük sesiyle irkildi.
-Dur! Şöyle ışığa doğru gel! dedi gece bekçisi hiddetli bir ses tonuyla. Hiçbir şey duymamış gibi davrandı genç adam. Üstüne alınmadı. Aynı ses tonuyla bağırdı yeniden bekçi.
- Sana ışığa doğru gel diyorum.
Harap bitap düşmüş genç adam, sokak lambasının altından kendisine seslenen bekçiye doğru yöneldi.
- Ne var kardeşim. Nedir bu telaşın?
- Sana, bana doğru gel diyorum, dedi bekçi.
- İşte buradayım. Bir yere kaçmıyorum. Hem bir kere nedir bu telaşın? diye sordu genç.
- Saatin kaç olduğundan haberin var mı senin?
Genç hırslandı.
- Ne oldu sıkıyönetim mi ilan edildi. Saat kaç olsa ne fark edecek?
Bekçi kendince suçlu gördüğü şüpheli gence haddini bildirmenin gerektiği düşüncesiyle;
-Demek sıkıyönetim ilanı ha.. Senin hırsız olmadığını nerden bileceğim ben? Sana ışığa doğru gel diyorum. Yoksa ateş ederim, dedi beylik tabancasını göstererek.
Genç öfkelendi.
- Ben çalsaydım bir gönlü çalardım onu da elime yüzüme bulaştırdım adam beni hırsız yaptı ya, diye söylendi.
Çaresiz bir şekilde bekçinin yanına kadar geldi.
- İşte geldim, dedi sitemkâr bir şekilde.
Bekçi zafer kazanmışçasına;
- Ha şöyle adam ol yola gel. Hele dur bakalım. Nedir bu üstünün başının hali. Birinden mi kaçıyorsun? Kaldır ellerini havaya! dedi panikle.
- Hayır kardeşim! Ne kaçması. Hız manyağı bir kamyoncunun halt etmesi…
- Bana masal okuma. Kimliğini çıkar! dedi hiddetle.
Genç adam ıslanmış pantolonunun cebinden cüzdanını çıkardı. Kimliğini Bekçiye doğru uzattı. Bekçi kimliği aldı. Işığa doğru tuttu. Şöyle bir göz gezdirdikten sonra gence doğru dönerek:
- Fırat. Ne iş yapıyorsun sen? Ne işin var bu sokakta? Buralı bile değilsin.
- Öğretmenim, dedi gururlu bir ses tonuyla…
- Öğretmen ha! Şimdi anlaşıldı. Ankaralı, Başkentli, dedi ve alayla karışık bir kahkaha attı. Devam etti sonra.
- Şu bizden habersiz Ankara’nın metropolünde büyümüş genci. Yoksa ne arasın bu yazı bilmez şehirde.
Bu cümleye verilecek cevap uzundu ama susmayı tercih etti. Bekçi gencin sustuğunu görünce devam etti.
- Sizin oranın kızları da siyasetçileri gibi insanı çabuk unutur, değil mi Öğretmen bey?!
Konuşmanın zamanının geldiğine karar verdi Fırat.
-Evet ya, tam dediğin gibi. Tek fark siyasetçiler dört yılda bir hatırlar seçmeni. Ama Ankara’nın kızları da gönlünü bir başkasına veren diğer memleketlerin kızları da asla dönmezler ve hatırlamazlar geride bıraktıklarını…
Bekçi gecenin bu saatinde kafa dengi birini bulmanın sevinciyle;
-Helal olsun. İyi biliyorsun bu işleri. Yoksa sende mi benim gibi yaralısın bu yönden? Hoca!
Fırat;
-Yaralı sayılmam da benim de gönlüm bir zamanlar bir güzele esir düştü. Halen de azat olmuş sayılmaz. Ama haklı sebepler ayırdı yollarımızı.
-Allah Allah! Neymiş bu haklı sebepler?
- İnanışlarımız, kültürümüz farklıydı. Hem bir kere aşsak bile o engeli aşamayacağımız başka sorunlar vardı, diye cevapladı Fırat.
-Nasıl aşılamayacak sorunlar? dedi bekçi.
- Hayal dünyası, beklentiler, platonik acılar… Anlıyor musun?
Bekçi anlayamamıştı ama gencin uzatmak istemiyor gibi tavır takındığını görünce;
-Anladım, dedi. Ama…
Bekçinin lafını kesti Fırat.
-Bak sana somutlaştırayım. Erzurum’da pamuk yetişir mi?
-Hayır.
-İşte benim hayalim Erzurum da pamuk yetiştirmekti. Diyelim ektin pamuğun tohumunu güneş görmezse ne olur vakti geldiğinde? Kurur değil mi? Eee oldu mu?
- Olmaz tabi. Haklısın, dedi bekçi.
-Şimdi gelelim senin meselene. Nedir senin bu Ankaralı kızlarla derdin? diye sordu Fırat.
Bekçi hevesle anlatmaya başladı.
-Ben 1979 da Ankara da çalışıyordum. Çalıştığımız inşaatın tam karşısında bir villa vardı. Burası çok zengin bir adamın villasıydı. Adamın çok güzel bir kızı vardı. İlk gördüğümde heveslendim kıza. Ara sıra karşılaşırdık. Ben tuğlanın tozuna bulanmış tişörtümden utanarak başım önde geçerken o tebessüm ederdi. Geceleri de inşaatta kalırdım. Bir gün inşaata geldi. Bir çayını içmeye geldim diye. Sohbet ettik. Çay içtik. Onun için türküler söyledim. O günden sonra daha sık gelmeye başladı. Eline değdiysem namerdim ha! Yükseliş kolejinde okuyordu. Bana okulunun numarasını verdi giderken. Okuluna döndü sonra o. Ben de Erzurum’a döndüm bir müddet sonra. Geldikten sonra bir akşama aradım onu.
-Kusura bakmayın tanıyamadım sizi, dedi. Hani dedim sizin villanın karşısındaki inşaattan. Türkü söylemiştim.
-Kusura bakmayın çıkaramadım, dedi. Kendi kendime kurduğum hayaller, bahçeli evimiz başıma yıkılmıştı sanki. Anlayabiliyor musun? diye sordu bekçi.
-Seni anlamak için yaşadıklarını yaşamak lazım. Ama hiç olmazsa fikir yürütebilirim sadece. Çok acı bir şey olsa gerek.
-Kusura bakma! Seninde başını ağrıttım gece vakti, dedi bekçi.
Fırat, şefkatli bir ses tonuyla;
-Ne demek. Benimde yalnızlığımı paylaşacak birine ihtiyacım vardı. Peki, amca evlendin mi sen sonra?
-He ya. Görücü usulüyle evlendim. İki tanede yeğenin var. Ellerinden öper. Sen evli misin?
-Hayır, dedi Fırat. Hayır, daha bulamadım beni kolumdan tutup aydınlığa götürecek birini. Bir ömür boyu mutluluk vaat etmek birine zor yani… Kusura bakma bekçi amca. Seninle daha uzun muhabbet etmek isterdim ama yarın sabah okul var. Yanlız şunu merak ettim amca, sen ne diye ısrarla ışığa doğru çağırdın beni. Kendin yetişsen de yakalasan olmuyor muydu hırsızlık zanlısını? dedi gülerek.
Bekçi;
-Estağfurullah hocam hırsızlık zanlısı falan deme şimdi. Işığa çağırdım çünkü ben karanlıktan korkarım da ondan.
Fırat hayretle;
- Karanlıktan korkan bir gece bekçisi mi olur? dedi gülerek.
Bekçi tasdikler mahiyette başını salladı gülümseyerek.
-Hadi hoşça kal bekçi amca, dedi ve uzaklaştı oradan.
Giderken aklına bekçinin adını sormadığı geldi, gülümseyerek;
- Adı Mecnun olsa ne Ferhat olsa ne… Böyle geldi dünya böyle gider.
Evinin yolunu tuttu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.