Hanif Olmak...
“HANÎF”
Göklerde ya da yerde “tapınılacak bir tanrı olmadığı” bilinci içinde olan...
Putları, tanrıları kabul edemeyecek bir idraka ermiş olan...
Başka dinlerden, bâtıl mâbudlardan çekinip, yalnız Allah’a eğilen muvahhid...
Allah’ın fıtratına, yaratışına sarılan...
Şuuruyla, gökleri ve yeri ...dilediği şekilde meydana getirip onların hepsi üzerinde her an hükmü geçerli olan FÂTIR’ı olan "Vech"e çeviren...
HANİFLİK,
ALLAH DİNİ “İSLÂM”DIR!
-Sen yüzünü dine HANÎF olarak tut!
-Allah’ın FITRATINA!.. yani; FITRAT OLAN ALLAH DİNİ’NE; ALLAH’ın o fıtratına, o yaratışına sarıl!
FITRAT DİNİ, ALLAH DİNİ, HANÎFLİK; İSLÂM’dır!.
DİN, FITRATI DEĞİŞTİRMEK İÇİN DEĞİL, FITRATTAKİ UMÛMİ SELÂMETİ İNKİŞAF ETTİRMEK İÇİNDİR!.
BAŞKA DİNLERDEN, BÂTIL MÂBUDLARDAN ÇEKİNİP,
YALNIZ ALLAH’A EĞİLEN!
“HANİF”!
Anlattıklarımıza kaynak olarak Diyanet işleri’nin bastırtmış olduğu Hamdi Yazır merhumun "Hak Dini Kur’ân Dili" isimli tefsirinden yararlanıyoruz...
"-Feakım vecheke liddiyni HANÎFA. Fıtratallahilletiy fetaran nâse aleyha! Lâ tebdiyle lihalkıllah... Zâlike diynül kayyım. Ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemun. “ (30-30)
-O halde yüzünü Din’e bir HANÎF olarak tut; o ALLAH FITRATINA ki, insanları onun üzerine yaratmıştır, ALLAH yaratışına bedel bulunmaz, doğru ve sâbit Din odur, velâkin insanların ekseriyeti bilmezler!.
Bu mefhum ile örfte İbrahim milletine ismolmuştur ki, “HANÎF”, başka dinlerden, bâtıl mâbudlardan çekinip, yalnız Allah’a eğilen muvahhid demektir.
HANİFLER,
“TEVHİD” ANLAYIŞI ÜZERE OLANLARDIR!
Hazret Muhammed Aleyhisselâm “ÜMMΔ olmasının; yani, hâlâ kitabı "okuyamamasının" sıkıntısı içindeydi!..
Bu sıkıntı öylesine büyük boyutlara ulaşıyordu ki; günlerle, haftalarla kimseyi görmüyor, görmek istemiyor; sadece düşünce dünyasındaki o muazzam sorunu nasıl çözebileceğini düşünüyordu...
Zira, kafasında oluşmuş bulunan suallerin hiç birinin cevabını sözü edilen dinlerde ve putperestlikte bulamıyordu!..
Orijinal düşünce şekli kaybolmuş Yahudilik veya Hıristiyanlık ile, düşünen insana hiç bir şey vermeyen ilkel PUTATAPARLIK, o devirde dahi Hazreti Muhammed Mustafa, Ebu Bekir gibi bazı Zevâta hiç bir şey ifade etmiyordu...
O yüzden de, bu zevat "EHLİ KİTAP" dışındaki “ÜMMİ”ler sınıfında yer alıyorlardı...
Ne var ki, iş bu kadarla kalmıyor, "EHLİ KİTAP" içinde yer almadıkları gibi, putataparlar arasında da bir yerleri bulunmuyordu!... Çünkü “ÜMMİ”ler arasındaki “HANÎF”ler grubunu oluşturuyorlardı..
“HANÎF”ler... Dini İbrahim, yani "Tevhid" anlayışı üzerine olanlardı!...
“HANİF”, DÜŞÜNSEL KİŞİLİĞİNİ
YERDEKİ VE GÖKTEKİLERİN HEPSİNİN FÂTIR’INA ÇEVİRMİŞTİR!
Bize ulaşan bilgilere göre...
İDRİS Nebi, görev süreci içinde, insanlara, yeryüzünde olup-bitenler üzerinde gök cisimlerinin tesirlerinden bahsetmiş; yani “BURÇLAR iLMİNİ” açıklamıştı...
Ancak, kendisi bu açıklamayı yaparken, elbette ki bütün bu güçlerin idaresinin de Allah’ın ilim, irade ve kudretiyle meydana geldiğini bildiriyordu...
"ASTROLOJİ" yani eskilerin deyişiyle "BURÇLAR iLMİ" denilen sistem, İDRİS Aleyhisselâm tarafından açıklandıktan sonra; derin düşünce yeteneğinden mahrum insanlar olayın kökündeki ve sistemdeki ana güçten perdelenerek; tesirlerini kesinlikle tespit ettikleri "BURÇLAR" ilmine sarılıp, her şeyin yaratıcısı ana kudret olarak yıldızları kabullendiler!..
Bu yanlış tespit, daha sonraları, dar görüşlü insanların, bu gök cisimlerini "TANRILIK TAHTINA" oturtmalarına; ve böylece birer tanrı kabul ettikleri gezegen ve burçlara tapınmaya kadar uzandı!..
Esasen her Nebinin getirdikleri, o toplum içindeki dargörüşlüler tarafından zaman içinde saptırılmış, sistem içindeki doğruluk noktasından kaydırılarak; lokalize doğruluk veya yerel doğruluk noktasına oturtulmak suretiyle deforme edilmiştir..
İşte, "BURÇLAR İLMİ"nin (astroloji) konusunu oluşturan "ALLAH’ın varediş sistemi içindeki bu mekanizma"nın yanlış kavranılması sonucu; gök cisimleri, toplumlar tarafından tanrılaştırılmaya başlanınca, bu kavramlar adına putlar yapılmaya başlanmış ve nihayet ayın, güneşin, yıldızların birer tanrı oldukları ve bunlara tapınılması görüşü o devir toplumlarına yerleştirilmiştir..
Böyle bir akış içinde iken insanlar, bu defa İBRAHİM Nebî gerçekçi düşünce yoluyla bu yıldızların, ayın, güneşin tanrı olduğu yolundaki iddiaların üzeride derin düşünceye girmiş ve bunların tanrı olamayacağı gerçeğine ulaşmıştır..
Bu eriştiği gerçek neticesinde de hâlini şöyle dile getirmiştir:
-İnni veccehtu vechiye lilleziy fatIres semâvati vel ardı HANİFen ve ma ene minel müşrikin!.. ( 6-79 )
-VECHİMİ O VECHE DÖNDÜRDÜM Kİ, YERYÜZÜNÜN VE GÖKTEKİLERİN HEPSİNİN FÂTIR’IDIR!.. HANÎF OLARAK..ŞİRK EHLİNDEN DEĞİLİM!.
"VECH" “yüz” anlamına gelir... Ama bildiğimiz “surat”, ya da “sima”, yani "sûret, olarak görünen yanımız" kastedilmiyor burada!. "İÇYÜZ"ümüzdür bahis konusu olan!..
Meselâ bir insan için deriz ki "ikiyüzlü"!.. Burada anlatılmak istenen "ikiyüz" nedir?... Diyelim ki , iki kişilik.. Ya da "binbiryüzlü" deriz... Yani, çok kişilikli, anlamına!...
"VECH", “kişilik yüzü” anlamına kullanılmaktadır burada... Buna, "mânevi yüz" de denebilir!.... Keza, kişinin "düşünsel kişiliği" de demek uygundur.... Ya da, başka bir ifade ile, "şuursal kişilik" de diyebiliriz!...
Öyle ise, İbrahim Aleyhisselâm’ın "vechimi" deyişini, "düşünsel kişiliğimi" gibi anlayıp;
-Düşünsel yapımla, O mânevi VARLIĞA döndüm ki, gökteki bütün yaratılmışların ve yeryüzündekilerin "FÂTIR"ı O’dur!..
“ŞUURUMLA, GÖKLERİ VE YERİ DİLEDİĞİ ŞEKİLDE
MEYDANA GETİRİP, ONLARIN HEPSİ ÜZERİNDE
HER AN HÜKMÜ GEÇERLİ OLAN FÂTIR! YÖNELDİM!”
Şimdi İbrahim aleyhisselâmın "ALLAH"a yönelişindeki bilinci ifade şekline dönelim:
-Şuurumu (vechimi) semânın ve arzın FÂTIR’I olan Veche döndürdüm! (6-79)
Yani, "farkettim ki, göklerde ya da yerde tanrılığı-ilâhlığı kabul edilesi bir nesne yoktur ki, ben onu put edinip, ona tapınayım!. Bu sebeple, ben şuurumla, gökleri ve yeri dilediği şekilde meydana getirip onların hepsi üzerinde her an hükmü geçerli olan FÂTIR’a yöneldim."
-HANÎFEN... (6-79)
“HANÎF” olarak!. Yani, göklerde ya da yerde “tapınılacak bir tanrı olmadığı” bilinci içinde!. Putları, tanrıları kabul edemeyecek bir idrâka ermiş olarak! Tüm varlığı, tüm evreni, tüm sistemi, tüm düzeni dilediği gibi ve hükmü her an geçerli bir şekilde var eden sınırsız ilmi ve gücü idrâk ettiğim için, ötede tapınılacak bir tanrı olmadığı bilincinde olarak!.
-Müşriklerden değilim!.
“ALLAH, VÂHİD-ül AHAD” olduğu halde; ben “Allah yanısıra tanrı kabul edenlerden” değilim!. Mutlak varlık, " ALLAH" olduğu halde; ben, tanrı kavramını kabul edenlerden ve böylece de şirke düşenlerden değilim!.
."ALLAH" yanısıra TANRI kabullenmek, ya gökte ötede birini kabullenmek şeklinde olur, ya da firavun. Nemrut, Deccal gibi kendilerinin TANRI, RAB olduğunu iddia edenlerin, bu iddialarını kabul etmek suretiyle olur.
KARŞINDAKİ BİRİMİ PARMAĞIN YA DA DUDAĞIN
YA DA KULAĞIN, GÖZÜN GİBİ GÖREMEDİĞİN SÜRECE
HANİF DEĞİLSİN!
Sistemi OKUmadığınız sürece, şuurunuzda şöyle veya böyle bir tanrı kavramı vardır, demektir!.
Tanrı kavramının gerçekten kalkmış olması için... Şuur boyutunda, karşındakiyle, yaşam ve içindekilerle, evrenle bütünleşmiş olup; her an her yerde, kendindekinin Tek ve mutlak fâil olduğunu müşahede etmen gerekir!. Bunu da yapamadığın sürece; ŞİRKTESİN!.
Karşındaki birimi, parmağın, ya da dudağın, ya da kulağın, gözün gibi göremediğin sürece ŞİRKTESİN!. Hanif değilsin!.
Madem ki algıladığımız kadarıyla evren gerçek boyutu itibariyle TEK’tir...
Senin, "benim şuurum" dediğin şey de, evrensel şuurdan başka bir şey değildir!.
Bu da demektir ki, karşında cereyan eden olayda, beğenmediğin fiilin kökeninde, sen yatıyorsun ama birimsellliğinle değil!.
İşte tasavvuftaki nefsin(bilincin) beşinci mertebesi olarak anlatılan "Nefsi Râdiye" mertebesi, şuurun bu idrâka ermesi hâlinde, gereğini yaşamasına verilen isimdir... Ve burada dahi "gizli şirk" kısmen mevcuttur!.
Konunun tahkikine yönelmek istiyorsak, "Esmâ" yaradılmışın tanrısı olmamalıdır!.
Yani, isimlerin çokluğu, varlığın TEK’liği anlayışımızı örtmemelidir...
Ahmed Hulûsi
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.