- 1295 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARDELENE MEKTUPLAR (1)
"Gülüm,
yüküm ağır
içimdeki sevdan can vermese
çekilmez bu kahır..."
Ne dersin, yürek mi bu? Yok be anam, manda derisi bu benimkisi.
Teper ha babam teper. Sonra başımın üstünden bulutlar geçer.
Yoksa ben mi geçerim altından? Bir yağmurum ki sırıl sıklam.
Gündüzüm hay huyla geçiyor. İnsanlarla iç içe. İtiş kakış. Hesap kitap.
Öylesi bir telaş... Sanki aç kalacakmışım gibi.
Köşe başlarında güvercinlere yem atıp, gülhatmiler, karanfiller satacakmışım gibi...
Günüm geçiyor geçmesine.
Sana mı geliyordum, Başkente mi dönüyordum, Kızılırmağı dolanırken birden önüm açıldı.
Dalmışım. Uçuyorum sandım.
Ölüm karanlığın ucunda ve bir anlık. Oysa dur hele biz henüz yaşamadık!
Ilgaz dağlarının gerisi bir güzel vadi. Yemyeşil ıtırlı çiçek.
Bereket, çabuk topladım kendimi. Birden Kızılırmağın ayakları oldun.
Köprüler kurdun geçtim. Tünelim oldun girdim.
Uzun far ışıklarının yalazında çıkarken oralardan, ellerin arka koltuktan dolanıp birden gözlerimi kapattı.
"Bil bakalım ben kimim??"
***
Biliyorum, Sen O’sun!..
Beni yabanıl kuşlar gibi havalandıran, teneffüs aralığında tüm harçlığını kağıt helvaların
tadına bandıran benim çocukluğumsun...
El değmemiş kızımsın. Çitsiz bahçem. Özgür tayımsın...
Biliyorum taa oralardan boynuma dolanan bu yumuk, akça güvercin parmaklı mutluluk sensin!
Ben ebeyim. Sen sobesin.... Ne dersin, yürek mi bu benimkisi?
Elinde bir çingene körüğüm. Şişer ha babam şişer...
***
Karacabey’e gelirken o kış, heryanım bembeyazdı.
Sen hep karlar altındaydın. Soluk soluğa kapını çaldım.
Sen, Nazilli basmasını elleriyle dikip üstüne yakıştıran güzel kız!
O beyaz gülüşünle almıştın içeri eşikten beni...
Bir avuç güneşe aldanan kardelenler gibi gelinim olmuştun.
Ondan mıdır nedir? Bir bitimsiz duyguyla sever olduk kardeleni.
O ki, bir nazlı çiçek. Soğuğa ayaza dirençli.
Sen O’sun!
Hep kışlarımda kalan. Sevgi yüküm. Olgun Kadınım!
KARDELEN ÇİÇEK!
Dudaklarımda söze dönüşememiş, yerine ulaşamamış,
salt sözcüklerle geçen onca yılın ardından sesini duyabilmek ne müthiş bir derinlik getirdi yaşamıma bir bilebilsen...
Sözümü geri alıyorum! Kuşkusuz bilirsin.
Nasıl özlermişim, nasıl severmişim meğer seni...
Issız yol boylarında giderken, varyantlarımda dönerken, kısır döngü açmazlarımdan çıkarken hep bunu düşündüm...
İçim dolup dolup taştı seninle. Nasıl gönendim. Nasıl kıvandım bir bilsen. Ah, bilirsin.
Gerçek Kadınım. Müthiş sevdam. Alınyazgım. Özsuyum!...
***
Bir lokma rızık için daldan dala zıplayan, gagasında yaşamı bir telaş gibi taşıyan serçe kuşlarına benzer olduk şimdi biz.
Ve ne ibrettir ki, cümle mahlukat içinde rızkına en az pay düşende bu serçe kuşudur.
Onun içindeki heyecan, telaş hiç bitmez.
Kimileride vardır hani, kılını dahi kıpırdatmadan yaşamını tat içinde geçiren üzüm kurdu gibidir.
Zira onun rızkı bizatihi üzümün kendisindedir.
Teslim olmuştur ona.
***
Sana sözünü etmiş miydim hiç?
İstanbul’da okurken, rahmeti bol olsun bir yaşlı ninem vardı. Varlıklı, kültürlü bir Osmanlı kadını.
Birlikte bir akşam yemeği yerken, masamıza şeftali gelmişti.
“Bilir misin? Şeftalinin zehri içindedir.” Demişti.
Ben de gülerek lafın anlamına ermeden, başımı sallamıştım.
Şimdi düşünüyorum da yaşam gerçekten bir şeftali gibi zehrini içinde saklayarak özünü sunmuş bize.
İçimizdeki o hırçın, bencil, isyankar büyüyen çocukla şeftalinin zehri sarmaş dolaş…
Ve şimdi, her biri bahar dalı olan çocuklarımızın minik kollarındaki kocaman kocaman dağlarla dev uykularına yatıp,
mahmur gül sabahlarında uyanıyoruz. Gözlerin dolmasın, düğümlenmesin boğazın sakın!
Biz senle acılar içinde ne kışlar geçirdik…
Baş edilmiş nice ayrılıklardan elendik. “Şiiiişt!”
Hadi kalk! Uykulara dalma geç kalacağız…
***
Bilmeyene masaldır. Büyüdür. Ya da ölümsüzlüktür bu.
Çook eskilerde daha doğmadan yaşanmaya başlanmış bir ninnili masal.
Ya da en gizlenmez gerçekleridir yaşamın.
Dilersen, yüreğimin pıt pıt vuruşunu, bir yavru çinekop gibi oltana takılışımı
Görkemli bir kavuşma say! Ya da emeklemeden ayağa kalkmış bir öykü.
Dilersen şiir. Beckett’in gizemli, bir türlü gelmeyen Godot’su.
Kafka’nın Prag’lı yiğit Milena’sı…
Eskiyen kimliğimi genç yüreğimde taşıyarak yeniden başladım yaşamaya…
N’olursun? Kınama beni güzel kızım, Can Oğlum. Kırkımdan sonra cemre düştü başıma…
Hani? Ne demişti o büyük Şair?
“ Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir…”
***
Up uzun bir mevsimden geçiyoruz şimdi biz…
Kısmet, sevdayı yaban ellerde kol-kola takıp, acıyla buluşturmak varmış…
Aldansa da ayaza, bizim buralarda erikler yine erken açar.
Sen de açabilirsin artık elinin altındaki zarfı. Erik ağacım. Şeftali dalım. Gökkubbem!
Kendi ellerimizle biçimlendirdiğimiz geleceği okuyabilirsin. Ayıklayabilirsin beni. Seçebilirsin…
Bir daha yerimizi belirle. En baştan, ortak gözlerimizle tanı.
Güven duy. Güven ver. Paydalara böl. Dilersen eşitle…
Beni sen betimlemiştin çok evvel. Aynı soydan, aynı acıdan, aynı çile
Odalarının haddanelerinden süzüldük biz. Küf yeşilim. Kan gülüm!..
Beklediğim rüzigarsın sen! Hadi es. Es ki çiçeğim dalında döllensin…
Özlem tutkunun habercisi, ivecen süvarisi. Dur biraz. Bekle.
Giyinip kuşanıp akşama, iki kişilik masa başında buluşacakmışız gibi, bir gün çıkıp geleceğim yanına…
***
Tüm bunları, yazdıklarımı yazamadıklarımı sen biliyorsun!
Bir gün batımında daha tek başıma kaldığımı, sigarayı bıraktığımı, içkili sofralardan kalktığımı sen biliyorsun….
Tutkuyu kendime özgü bir biçimde damıtabildimse, her seste seninle karşılaştığımdandır.
Kullandığım her sözcükte seni anımsadığımdandır.
… Pekiii, bunca beklemek nesiy di yaşamın?
Dersen, Kim bilir? O hala dağ yamacının ilk yazında güneşle ağarıp,
Çoban ateşlerinin duldasında yatan bir çiçektir.
Sevgi dolu, güzelim KARDELEN ÇİÇEK!…
Alp ALTUNDAL Ankara, 1995
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.