- 409 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Aiti Eştirme 43
43-] Güruhlar, yasalarda olmayan bir hakla; hem yargıç olup, olası yakma yıkma türünden hükmünü verebilmektedirler! Hem de bu türden kalkışmalarla olayın sonuçlandırmasına dek vahşice cellatlıkları hiçte güruhla meşru olmayacaktır? Bir sanal ilam hükümle, yakmayı, yıkmayı, kıtali yapan güruh, güya kendilerince kutsal olanı korumuş olacaktırlar! Tabii ki kendi mantıklarınca? Bir iç huzur hezeyanını duyacakları ve böylesi sanrılarla mutlu olabileceklerinin olasılıkları hep vardır! Burada şunu da belirtelim; kâfir hükmü, günümüzdeki hiçbir demokratik mahkemenin, kararları olamaz.
Bu tür algı çarpıklıklarını taşıyan nekrotiklerin, tecelli oluşumlarındaki mağdurlarından da, hiç bir kimse, kendilerine bu türden yapılan bir saldırıyı, misillemeyle meşruluk addetmezler. Mahkemeye başvururlar. Hiç kimse adına ve hiç bir şey hesabına, meşrulaşmanın vehim sel algısıyla, totem tabu zemini yaratıp da, saldırmazlar.
Ve yine saldırılan mağdur gruplar, kendilerince haklı, çarpık bir sanrı makul itesi oluşturup, saldırma nevrotik bozukluğunu dahi göstermezler. Diğerleri kutsala atıflı, aiti özlü sözlerle, sanki kutsalın bir uzvuymuş gibi, kutsalın bir düşünce fonksiyonu gibi, davranma olasılığı gözetebilirler! Üstelik kendilerini toplumun meşru savcısı, hâkimi, cellâdı (infazcısı), jandarması ve hata gizli haber örgütü yerine, koyabilen kişilik bozulması travmasına dek, işi götürebilmektedirler.
Bu tam bir obsesif kompülsif reaksiyonla, dissosiyatif (kişilik bölünmesi) bozukluğunun, toplu bir davranışına dönüşmesidir. Böylesi olayların düşünmeleri, bunu akla getirmektedir. Toplumsal olanı idrak edemedikleri açıktır. Toplumsal yapıda, toplumsal kurumların işlevlerini, sanki bunlara özel olaraktan görev edilmişler, gibi davranırlar. Bir sui zanlarını, çevreli gerçekle, kişisel duygu ve kişisel ilkel yanlarının kışkırtılmalarıyla ve konuşulanların karıştırılmasını yapabilmektedirler.
Bu tür eylemlere siyaseten ve açıkça kimse sahip çıkamadığından, bunun masum yüzünü ve dolaylı savunmasını, ’spontane hareketti (o anda olan, plansız bir gelişmedir)’ diye savunurlar! Günler öncesinden, basın yayın yoluyla, ilanen duyuruları yapılan etkinlikler çerçevesinde meydana indirilen bu tür eylemler, hiç spontane olur mu? Üstelik aynı türden seyir edişlerle, birbirinin serisi gibi olan aynı tür konfigürasyonlu, birbiri ile devamlılık kazanmış olaylar ve eylemlerin spontanesi olur mu?
Birde, bu tür olası eylemcilerin seviyesizlikleri vardır. Ve öznel yargıları daima, kendilerini doğru ve haklı görür oldukları odaklıdır! Var sanılı, basit mantıklarıyla ve fikir olmayacak denli, fikirciliklerini; kendi söylemleri ile söylemlersek, denmelidir ki; ’Allah böylelerinin şerrinden, toplumu ve halkı ve inancımızı, daima korusun. Âmin!’.
Fazla gelişmemiş toplumların, en büyük sorunu, demokrasi sorunsallarıdır. Yani hiçte demokrasi olmayanların, o ülkede demokrasi diye yaşanmasıdır. Tersten bir işleyişin, bol bol uygulanıp, halkın isteğinin sözde baş üstü edildiği durumlardır! Bunlar, toplumun, siyasi olan icracı gücünün, güdük şekilde işletilmesi ile oluşur.
Önce şapkamızı önümüze alıp iyi bir düşünelim, ilkel bir aidiyetlik bağıntısı olan etnik yapıların kendi egemenliği olur mu? Yani bir etnik yapılar karışması olan halkın, bu kargaşası topluma egemen midir? Eş deyişle, uzlaşmayan etinizeler, egemen midirler? Toplumlar birer etinizse midirler?
Toplumsal aidiyetliğe ilişkin unsurları toplumla sözleşirler. İnsan gücü burada; toplumunun olduğu yerde, toplumunun gücünü ve toplumunun üzerine yansıyan otoritesini, algılayıp düşünmüştür. Toplumun, geçmiş süreçleri içinde gelen olucu ve tecrübece birikişti, inşası ile ve haldeki somut ilişki biçimiyle, toplumun gücü; adeta kişileşmiştir. Toplumsal odak, kendi kendisi ile adeta sözleşir. Birey ve kişi insanlar, kendi egosu karşısına, ikinci bir kişiliği ile kendisi bir toplumsal taraf olmuştur.
Bir yandan som ve tekil kişi egonuz var. Diğer yandan da, binlerce yılın süreççe gelişmesi nedenli, sizin dışınızda size yansıyan ve sizle yapılaşan; geçmiş sürecin size, sosyal ve toplumsal çevre olmasının, kendini dayatan zorunlu gerçekliği vardır. Yansıyan da kendisi, yansıyı üzerinde duyan da kendisidir. Yansıyan insanın özgeciliğidir. Yansıya boyun eğişle, yansır olan da; otorite ile iletiş ip yükümlensen de, kişi egosudur. Aynı zamanda da, toplumsal tarafın karşısına da, bir birey olarak kendi taleplerini koymuşturlar.
Özgecil olanla, bencil olan talep eşmiştir. Kendi (ego) taleplerinin karşısına da, toplumsal (özgecil) olanın taleplerini ikameyi başarmıştırlar. Yani insan toplumun, hem öznel yanı olacakla, hem de toplumun bireyi olacakla iki şapkası ile toplum ve birey olaraktan, yine kendisi ile sözleşmiştir. Bu iki güç, giriştirilerek toplumsal sözleşmeyi ortaya çıkarmayı başarmıştır. Yani toplumsa aidiyetlikle kişiler kendi içini dışına koymuş ve tekrardan dışını da içe alarak çeliştirmiştir (geliştirmiştir).
Birey ve toplumun gerekleri çatıştırılıp sözlen ilmiştir. Sözleşmenin ön planın da bireylerin hak ve görevleri, arka planında da halkının çıkarları; ’toplumun çıkarı’ olarak, sözlen ilmesidir. Birey ve halk da kendi çıkarını, nesnel kullanımların, üretilen ve paylaşılanlar gerçeğine göre, toplum olarak söyleşi lir. Bu sözleşmelere göre hukukunuz belirir ve düzenlenir. Burada bireylerin ve halkın, topluma karşı, hak ve görevleri sayılmıştır. Aynı zamanda da toplumun da, birey ve halka karşı olan, sorumlulukları hak ve görevleri sayılmıştır.
Bu tür karşılıklı hak ve görev yükümlülüklerin, nasıl sağlanıp, talep edileceği de, yine yasalarla belirlenip bir işleyiş usulü olarak sözlen ilmiştir. Bunun işleyişle gerçekleşmesi de demokrasidir. Örneğin, yurttaşın sağlık talebi bir demokratik talep ve haktır.
Sürecek
Bayram Kaya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.