- 3178 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ELENORA "AŞK ÖLÜMLE SEVİŞİYOR "- 1.BÖLÜM
ELENORA
1. BÖLÜM
" AŞK ÖLÜMLE SEVİŞİYOR "
Porselen demlikte çay yaptım... Bisküviyle iyi gider. Üşümüştür. Yağmurda ıslanmıştır şimdi, sarılsam sıcak... Saçları kurur ama içi üşümüştür. Çay, içini ısıtır. Porselen çayı iyi demler... Bisküvi çayla iyi gider.
Elenora...
Bir masaldan çıkmış gibi bekliyordu iskelede... Mavi olmalıydı gökyüzü, güneşe göz kırpmalıydı bulutlar, oynaşmalıydı iklim, ilkbaharda sarhoş olurdu aşklar.
Elenora...
Sanki bir masaldan kopmuştu bu isim.
Ben vapura yetişme telaşında, Elenora yağmur altında... Elim cebimde benim, Elenora yağmurda ağlamaklı ıslanmakta.
Onu ilk görüşümün ilk bahar düşlerini yırtarcasına gürledi gök yüzü ve ben ilk defa Elenora başını gök yüzüne kaldırdığında gördüm gözlerindeki maviyi, griyi, kahve rengini ve aşkı ve hüznü ve şehveti ve yüzünden akıp giden yağmura inat tutunmuş yanaklarına, öylece duran göz yaşını....
Mevsim son bahardı.
Elenora...
Her zaman ki umursamaz insan tavrıyla onunda geçip gidecektim yanından...
Sanki bir tek Elenora mı vardı yağmur altında ıslanan...
Hem istese, on adım ötede, normal insanların hepsini koruyan damın altına gidebilirdi... Hem istese, istediği her erkeği kendine aşık edebilirdi.
Hem Elenora istese...
Hem ben istesem...
Bir ömür masal gibi geçebilirdi.
Ucuz ve basit ve siyah yağmurluğumun kapüşonunu başıma kaldırmışken Elenora, durduruverdi beni yanında.
Ya da ben durdum, ya da o istedi, ya da kader böyleydi. Hatırlamıyorum şimdi.
Mevsim son bahardı. Yağmur vardı ve Elonara oradaydı. Orası iskeleydi. Arkasında deniz vardı. Vapur vardı.
Vapur gitti...
Ben durmuşum.
Elenora vardı.
Elenora bana hiç bakmadı.
Kapüşonu takmadım. Ya da takamadım. Çok net hatırlamıyorum ama yağmurluk yoktu üzerimde ki o soğuk damlalar akıp gittiler omuriliğimden...
Sonra Elenora’nın omzunda o ucuz ve basit ve siyah yağmurluk.
Kollarını geçirdi önce.
Önce sağ, sonra sol kolunu...
Fermuarı kapadım sonra.
Elenora elimi tutmuştu ve ben şeftaliye bile dokunamam ama kadife gibi teninde benim ellerim gezinince ve ellerimiz, avuçlarımız bir anda kenetlenince, yalan söylemiyorum, anlatırlardı da inanmazdım... Aşk aktı içime...
Elenora...
Baktı gözlerime...
Son bahardı mevsim, yağmur vardı ve vapur boğazı yarılamış ve soğuktu hatırlıyorum.
Elenora...
Eğildi kulağıma...
Yumuşak ve fısıldarcasına bir tonda “siktir git” dedi .
Yağmur yağıyordu ve sırılsıklamdı Elenora.
Dudakları titriyor ve “siktir git” “siktir git” diye bağırıyordu ki öptüm onu.
Alt dudağımı ısırdı.
Köpek dişi felaket bir oyuk açtı.
İlk kandamlası çeneme aktı.
Sonra diğer arkadaşları geldi kandamlasının. Benim kanım Elenora’nın üst dudağında, yağmur yağıyor, yağmur damlacıkları yüzünden akıyorken kandamlasını yaladı.
Artık ömrümü adamıştım yoluna ve o bana “siktir git” dedi.
Evrimine çeyrek kala ana rahmini terk etmiş nadide bir homosapiens örneği kavrayıverdi ensemi...
Vapur karşı kıyıya vardı varacaktı ki bu adamla, ya da yalnızca bir insan tarafından doğrulmuş olmasıyla insan sıfatını kazanmış ve sünnet düğününde penisinden sıyrılan deri parçasının kendine verdiği yetkiye dayanarak erkek olmuş kişiyle erkek erkeğe ve göğüs göğüse tago ritminin ilk vuruşunu bekler şekilde duruyorduk.
İlk vuruş partnerimden geldi. Burnumun tam üstüne.
Dudağım kanıyordu zaten ve bu aşk demekti ama kırılan burnumdan boynuma yayılan kan hiçbir anlam ifade etmiyordu bana.
Aslında güçsüzlükten değil, anlam karmaşasından olacak ki, sırt üstü boylu boyunca uzanmışım yere.
Yine “siktir git” dedi Elenora.
Sonbahar ve yağmur ve dudağım ve burnum ve kan, Elenora ve “siktir git” ve sünnet çocuğu...
Hazır uzanmışım yere sırt üstü, kanun kuvvetleri bile kaldıramaz beni. Bari rahat rahat bayılayım dedim. Kararıyor gözlerim.
Son bir “siktir git”...
Buğulu görüyordum ki sünnet çocuğunun benim iki metre öteme yüz üstü yığılışını hayal ettim.
Ben evimde uyandım ama sünnet çocuğunu hastaneye kaldırmışlar. Hayalarına yediği tekmeyle ruku vaziyetine geçince kendileri, pozisyon zenginliği olsun diye dirseğiyle kırıvermiş çene kemiğini Elenora.
Polis molis gelmiş.
Ben baygınım.
Mevsim sonbahar.
Nişanlım diye çığlık çığlığa salya sümük dünyalar güzeli. E yurdumun emniyet güçleri tabi... Mazlumdan ve sevenden yana.
Ekip arabasıyla bırakmışlar bizi eve.
Kırık, siyah, kaçak çay yaprakları nihayet boğuldular kaynar suyun dibinde.
Ölürken kanıyor çay taneleri ve bunu gören ilk canlı uzun kulaklı bir tavşan olmalı.
Tavşan çay tanelerinin ölümünü görmüş, gitmiş diğer çay yapraklarına anlatmış ve çay bitkileri de kendilerine kaderlerini müjdeleyen bu bilge kişiye sıfatlarını bağışlamışlar. Tavşankanı çayımız hazır.
Çinliler 99 kademede yapıyorlarmış çaylarını. Çinliler çok sevişgen insanlar.
Çinliler çok kalabalık. Çinliler çekik gözlü ve Çinliler kısa boylu çirkin şeyler.
Tıpkı benim gibi.
Ama Elenora öyle mi...
Onun saçları var...
Ben gece gündüz şapka, kep, kasket, hacı takkesi ne bulursam takıyorum kafama.
Onun gözleri var.
Kalın camlı, optik mercekli, teleskobik gözlüklerimi taşıması için özel yapılmış çelik konstrüksiyonlu çerçeve teknolojisiyle kulaklarıma tutturulmuş ve burnum üzerinde yıllar yılı iki derin, küçük yuva açmış gözlüklerime simsiyah camlar yaptırdım. Kör olsam ne gam ne keder.
Ben onu hissediyorum.
Bacakları var Elenora’nın.
Bir beli var...
Hani şu incecik örümcek ağları dev gibi böcekleri ölüme taşırlar ya.
O çırpınıp duran zavallı böcekleri ağın sahibine bağlarlar ya...
Elenora’nın beli de bir tuzak gibi incecik ve biraz üstünde şehvetle yer çekimine inat dimdik duran iki annelik abidesini nasıl taşıyor, hala çözebilmiş değilim.
Çıtır çıtır gevrek ve taptaze sütlü pötibör bisküvileri onun istediği gibi kesme çay bardağının yanına her birinin kafası bir sonrakinin kalçasının üzerine yaslanmış şekilde dizdim.
Elenora’nın dudakları var.
Her bir bisküviyi kavrayışında benim her bir bisküviyi avuçlarımda parçaladığım ve dudaklarından diline süzülen her bir yudum çayla birlikte benim gırtlağından içine doğru aktığım.
İstesem nefes borusuna kaçabilirim.
Bir yudum çay olup Elenora’yı nefessiz bıraka bilirim.
Ben istesem Elenora’yı...
İstemiyorum.
Bilmiyorum. Sırası değil.
Şimdi değil. Bu gün hiç değil.
Elenora’nın müşterileri var. Son model bi cep telefonu var.
Ölü gibi çalan bi telefon. Telefonun bir suçu yok aslında.
Geçen gün Elenora müşteriden gelmişti, duş alıyordu kaynar suyun altında ve telefon çaldı.
Kulaklarımla duydum ki gürül gürüldü sesi...
Hercai renkli ekranı yanıp yanıp sönüyordu. Göz kırptı bana, ben de gülümsedim ona.
Elenora banyodaydı ve cehennem artığı kaynar suyun altında günah çıkarmaktaydı...
İşaret parmağımı dudaklarıma götürüp, şiiiiişt dedim telefona, sustu.
Sevmek istedim bu teknoloji harikası makineyi ve avucuma aldım.
Kocaman harflerle cevapsız çağrı yazmıştı ekranına...
Hani seviyordu beni.
Sus diyince susmuştu oysa.
Elenora evde kalacaktı bu gece.
Ben yemek yapmıştım Elenora’ya...
İhaneti hiç sevmem.
İki elimle kavradım önce. Tuş kilidi. Kilitleme beni ama cici telefon...
Yıldız işareti ve menü .
“Basınız” yazıyordu ki ekranda, saçlarında ilk günkü yağmur damlacıklarıyla havlusuna sarılmış, banyodan çıktı Elenora.
Günlüğüme yazıyorum ve sayıyorum.Tam tamına 86 546. kere aşık oldum ona.
Her zaman yaptığı gibi 4 adım attı holün ortasına.
Sırtında düğümlediği havlusunu sıyırdı omuzlarından aşağıya.
Ben havluyu kıskandım.
Havlu bir süre askıda kaldı göğüslerinin yukarısında. Bana baktı Elenora. Telefonu avuçlarımda hala.
Ben aşığım Elenora’ya.
Havlu düştü aşağıya ve ben hala aşığım ona.
Holün solunda bitişik nizam yapılmış apartmanların arasında ananemden kalan bu iki katlı evin ahşap penceresinin perdelerini daha geldiği ilk gün sökmüştü Elenora.
Sol pencerenin komşuları 4 adet, baba parası yiyen zengin züppe zibibi genç.
Anaları babaları okusunlar da adam olsunlar diye üniversiteye göndermişler ama onlar lâboratuarlarda sabahlayacaklarına pencere kuşu oldular.
Geçenlerde içlerinden en zibidi olanına araba çarptı.
Benim arabam yok.
Kuzenimin var.
Benim ehliyetim yok.
Arabayı da ehliyet kullanmıyor zaten.
Bunu benden başka hiç kimse bilmiyor.
Bilmeyenlere zibidi de dahil.
O şimdi kendisine çarpıp kaçan bir araba yüzünden, dalağı patlamış, bir kaburgası ciğerine saplanmış, re anime odası mı nedir işte orda annesi ve babasının yanında mutlu mesut yatıyor.
Tek problem yaşıyor olması.
Allah’tan umut kesilmezmiş, neyse...
Elenora Allah’a inanmıyor. Cennet de yokmuş, cehennem de. Yalnızca insan ve bu dünya varmış.
Varoluşçuyum ben demişti Elenora... Bu günlerde bende biraz öyleyim galiba.
Ben biraz aşığım Elenora’ya...
Telefon hala elimdeydi. Elenora bana doğru yöneldi. Telefon yine çaldı.
Harcai ekranda “bilinmeyen numara” diye bir şey yandı. Sonra benim parmaklarım aralandı...
Telefon bu eski evin ahşap yüzeyine düşüp kırılmadı.
Ben Elenora’ya doğru bir adım attım, telefonun bana dediği gibi üzerine bastım ve telefon ayağımın altında parçalandı.
Uzun zamandır ilk defa bana “siktir git” diye bağırdı Elenora. Bi de müthiş güzel bi tokat attı suratıma.
Sendeledim ve telefonun cesedi çıkıverdi ayağımın altından.
Çırılçıplak vücudunda belli belirsiz sarı tüyler dimdik olmuş, Elenora sol taraftaki zibidilere açılan pencereden kurtulmuş ve dizlerini hiç kırmaksızın yerdeki teknoloji artığına eğilmişti.
Kalçaları dar sıkı, selülitsiz bacakları gergin, çipleri, vidaları toplayan elleri maharetli ve bu kadın sırılsıklam aşıktı bana, besbelli...
2 yıl, 3 ay, 19 gün, 17 saat öncesinde olduğu gibi Elenora ile sevişmedik o gece.
Yemek yedik.
Elenora beğenmedi.
Elenora Öküz Gözü üzümlerinden 2000 yılı mahsulü 1 şişe kırmızı şarap içti.
Elenora kocam dediği ve hala sevdiği Rusya’daki adamla ve benim tesadüfen Elenora evde yokken bir kere telefonda karşılaştığım ama dil sorunu yüzünden anlaşamadığım 5 yaşındaki kızıyla 1 saat konuştu.
Kocam dediği adam, Elenora yalan söylemez kocasıymış.... Şanslı pezevenk onu benden önce tanımış ki üstüne üstlük 5 yaşında bir de kız çocuğu peydahlamış. Kızı Elenora’nın. Söylediğine göre tıpkı kendisine benziyormuş...
Arabayla Rusya ne kadar sürer diye sordum kendime.
Sonra saçmalama dedim...
Ve ilk defa beni büyüten ananemin tüm söylediklerinin aksine, cennetin ve cehennemin ötesinde Tanrının adaletini sorguladım o gece.
Benim 5 yaşında, tıpkı Elenora gibi bir kızım olabilirdi. Hatta Elenora tıpkı Rusya’daki kocasını sevdiği gibi beni sevebilirdi...
Bütün bunlar yalnızca Tanrının basit bir “ol” meriyle olabilirdi.
Eğer Tanrı basitçe kendini benim yerime koyabilse ve Elenora’yı benim sevdiğim kadar sevebilseydi...
Ezan okuyor müezzin saat yedi.
Üç kağıtçı müezzin ezan okumuyor ki. Teybin düğmesine basıp kaçıyor.
Minarede alüminyumdan bir hoparlör var. Hoparlörün arkasında bir kablo.
Kablosu minarenin merdivenlerinden aşağı iniyor. Dıştan çekmemiş kabloyu müezzin efendi.
Onun da bir imaj makerı var bu devirde besbelli. “Dıştan çekmeyelim kabloyu müezzinciğim minareyi uzun gösteriyor”.
Müezzin de haklı kardeşim. Sabahın 4 ünde 5 inde kalkıp kimse camiye gelmiyor. Sanki kaskolu bütün cemaat ve kazaya bırakmış işi.
Hele ikindi vakti felaket raiting yapıyor bu devirde.
Prime time da televole var.
Bakıyorsun, görüyorsun, duyuyorsun.
İncecik belli, dar sıkı kalçalı, ilahe göğüsleri eşliğinde bütün kızlar fink atıyor.
Bir de biliyorsun ki bu kızlar yaşıyor.Bu kızlarla karşılaşmak, sevişmek, yatmak sonra bir daha sevişmek sonra bir daha yatmak sonra...
İçim gıcıklandı be…
Yani bütün bunlar ihtimal dahilinde. Ama Tanrı öyle mi?
Eğer 70 yıl yaşarsan ve 14 yaşından itibaren her gün beş vakit namaz kılarsan, 102 200 kere ibadet edeceksin.
Her bir ibadetinde noolur Tanrım gel diyeceksin.
102 200 kere reddedileceksin ve Tanrı gelmeyecek...
En azından bu güne kadar gelmedi.
Elenora gibi...
Tam tamına 6 gece ve 5 gündür Elenora’dan iz yok.
Elenora terk etmez beni biliyorum. Beni seviyor ki “siktir git” diyor.
O zaman Tanrı’da...
Sevmese beni çoktan giderlerdi.
Peki şekerim çoktan, ne kadar demekti?
Çoktan demek beni sevmeseydi demekti ki Rusya...
Rusya’da topuklu ayakkabıları yokmuş Elenora’nın. Ucuzluktan bir sürü topuklu ayakkabı aldık.
Topuklu ayakkabıları Elenora’nın hali hazırda dar ve sıkı olan kalçalarını kalkık gösteriyor. Çıplak geziyor benim yanımda, sere serpe oturuyor gözlerimin önünde, fermuarını ben çekiyorum eteklerinin, makyaj yaparken ayna karşısında ben ilikliyorum sutyenini.
Paralı, zengin ve üstüne üstlük küçük penisli Çinliler öpüyor memelerini...
Bazı geceler Elenora anlatıyor.
Astronomi mezunu ama bozuk Türkçeli orospuyla oturmuş matematik konuşuyoruz. Konuşmakla kalsak iyi... Eleştiriyoruz bir de ereksiyon halinde 5 santim olabilen ve her haliyle 30 ları geçkin aletleri.
Hala çınlıyor kahkahaları kulaklarımda.
Her bir kahkahada ben yatakta sırt üstü uzanmışım ve paralı, zengin züppe bir Türk Çinli’si karşımda. Yavaş yavaş yaklaşıyor bana.
Çarşafın sağını solunu dolayıp avuçlarıma, açıyorum bacaklarımı dolara ve euroya ve liraya...
Pazarlığa tabi ama ben Elenora olsam minimum 100 dolardan aşa açmam bacaklarımı da; her kahkahada ve en kallavisi 15 dakikada kalp atışı ritmiyle birlikte ılık, yapışık bir sıvı halinde içime akıyor para...
Yarın tam 6 gün olacak.
Gel artık Elenora.
Porselen demlik, kesme çay bardağı, pötibör bisküviler ve küp şekerlerle birlikte o sevdiğin biraz paslı, sarı saplı, küçük kaşık...
Özlediler seni.
6. gün bu gün. Topuklu ayakkabılarıyla gelse duyardım.
Topukları yere vursa 14 adım atardı Elenora sokak kapısından bu yana.
Sonra bizim eski usul anahtarı çıkartırdı, şişman, zengin züppe, küçük penisli, Türk Çinlisi müşterilerin verdiği son model garsoniyer anahtarlarının arasından.
Bizim anahtarımız gülerdi kapı deliğine.
Eski biraz ama bir çırpıda yerleşirdi yerine.
Elenora hiç zorlanmadan açardı kapıyı.
Ben her sabah yağlıyorum kilidi.
Pas tutmasın. Elenora zorlanmasın. 14 adımdan fazla atmasın. 6. Gün bu gün nerdesin?
Sen bu evin temel direği, sen benim aşkım, sen benim sevdiğim sevdiceğim, sen...
Yoksa sen...
Elenora değil misin?
Arka bahçesi vardı ananemin, şimdi benim.
Arka bahçesinde ananemin 2 kömürlük ve bir de lanetli kulübe var, şimdi benim.
Eskilerde bir kömürlük ananeminmiş, bir kömürlükte ufaklığından yadigar bir arkadaş olan Nuran Teyzemin kocası Hüsnü Bey’in.
Kuytuda kalıyor Hüsnü Bey’in kömürlüğü. Ulu Ceviz ağacının yapraklarının arkasına gizleniyor utançla.
Kerhane gibi çalışan Hüsnü Bey’in kömürlüğünde anneannem ve Hüsnü Bey çok cevizler kırmışlar.
Kalın kabuklu ahlak kurallarını ezip ezip, bir birlerinin etine doymuşlar.
Tanıyorum Hüsnü Bey’i.
Ulu ceviz ağacının etli sağlam dallarından baş aşağı sallanan gözlüksüz bir çocukken ben, çok net gördüm ananemi Hüsnü Bey’i bacak arasına almış “Nezaket Hüsnü Bey... Nezaket Hüsnü Bey...” diye inlerken.
Nuran teyze kuşluk vaktinde evine misafir gelecek en yakın arkadaşını yani alt katında ikamet eden ev sahibesiyle küçük torunu için poğaçalar yapmış, börekler açmıştı.
Nuran Teyzem kocası Hüsnü Bey’i kömürlükten bir kova ateş getirecek diye bekleye dursun, öz be öz ananem benim Çinli Hüsnüyle birlikte rahatlamış, memelerini Hüsnü’ye dayamış ve tekrarlıyordu. “Nuran duymasın Hüsnü Bey, nezaket. Nuran duymasın Hüsnü...”
Nuran teyze Hüsnü Bey’in 52 yaşında döllediği rahminden ilk erkek evladı çıkamayıncaya ve öz be öz oğlu Nuran Teyzeyi kuytu karanlık bir çukur olan ölüme çekinceye değin hiçbir şey görmedi, hiçbir şey bilmedi.
Nuran Teyze öldü.
Nuran Teyze iffetliydi.
Anane ve Hüsnü Bey, son bir nezaketle yıkadılar Nuran Teyzemin çıplak bedenini.
Ne hoca, ne cami, ne hoparlör, ne ikindi vakti, ne televole.
Ceviz ağacından yarasa misali sallanan röntgenci bir çocuktan başka hiç kimse görmedi suratlarına yapışmış duran ve mahşer gününü bekleyen lanetli utanç ifadesini.
Sonra yine bir kuşluk vakti, Nuran Teyzenin ölümünden beri delirdiği rivayet edilen Hüsnü Bey’i arka bahçede, hani ananemin Hüsnü Bey’le ateş almak için buluştuğu yerin bitişiğinde kapalı duran ölü yıkama odasında, musalla taşının üzerine yüzükoyun uzanmışken ve arkasında kalçalarına yaslanmış mahalle kasabının yağız delikanlı oğlunu görünce, bir süre sessiz kaldı ve dinledi anane.
Etli ve güçlü bir dala tünemişim ben baş aşşağı, annanem sessiz ve Hüsnü Bey’in aşığı. Zavallı kadının içinde kanser oldu ve ilerledi bu sancı.
Hüsnü Bey’i hiç affetmedim.
Ananem ölüyordu.
Ölü yıkama odasının kapısının önünde ananemin diktiği bir gül ağacı bitiyordu.
Bizim evin sokak kapısından girdiğinde hemen 3 adım ötede sola açılan kapının bitişiğinde bir çapa duruyor.
Yassı ve düz olan tarafı tertemiz, çatal ve sivri olan uçları kanlı biraz.
19 yıl, 8 ay ve 21 gün önce gül ağacı bir çiçekti...
Kasabın oğlu musalla taşının dibine gelmiş Hüsnü Bey’i bekleyecekti.
Küçük bir çocuğun avuçlarında büyük bir çapa vardı.
Çocuk gül ağacının dibini eşeleyecekti.
Küçülüverdi o koskocaman çapa küçücük bir çocuğun avuçlarında.
Hüsnü Bey yüzü koyundu musalla taşında.
Ensesinden içeri girince toprak kokan bir demir, titredi Hüsnü Bey nezaketle.
Mahalle kasabının oğlu korkuyla çekildi geriye.
Hüsnü Bey’in kafası karışıktı. Hüsnü Bey’in aklı böyle sivri bir fikrin beynine defalarca girmesiyle lanetli odaya aktı.
Hüsnü Bey ölmeyi değil, öldürmeyi bilirdi.
Çırpındı, titredi ama gık bile diyemedi. İlk darbede kesilmişti ses telleri.
Ananemi ve azraili çok daha iyi anladım o gün.
Ölmek, ne kadar zormuş ve öldürmek ne kadar zevkliymiş meğer.
Ananemi ben öldürmedim.
O zevki beyninde küçük bir ur olarak yeşeren kansere ve Azrail’e bağışladım.
Gül ağacım var benim.
Ananemden yadigar o küçücük fideyi ben çapaladım ellerimle.
Soğuk kış günlerinde incecik kökleri üşümesin diye toprağın dibinde, 21 yaşında sarışın, yeşil gözlü Ayşe’yi serdim üzerlerine.
8 yıl 4 ay 2 gün önce sararıp solacak gibi oldu birden bire.
Botanik uzmanları getirdim, seracılara gösterdim, ziraat mezunlarından yardım istedim de benim gül ağacımın derdini anlamadı hiç kimse.
Bizim sokağın köşesindeki çiçekçi de Filiz vardı.
Filiz bir gün bu eve geldi.
Filizin bu evde gözü vardı.
8 yıl 3 ay 5 gündür Filiz arka bahçede, gül ağacımın dibinde, amacına ulaşmış her insan gibi mutlu mesut yatıyor.
Ağaç iyileşti.
Elenora bu eve girdiğinden beri hiçbir kadına el sürmedim, sevişmedim, öldürmedim. Yağmurlu bir günde, iskelede, Elenora ilk defa kanımı emdiğinde, ben ona ruhumu verdim. Elenora gelmelisin...
Sen güneşi getirmelisin.
Hava soğuk ve arka bahçedeki herkes ve benim gül ağacım üşüyor.
6. Gün bitiyor.
Bilirsin ihaneti hiç sevmem.
7. Günün lanetine direnemem.
Tanrı bile kendi yarattığı evrenin güzelliğine 6 gün direnebildi.
7. gün yarattıklarının karşısına geçip, ne yaptım ben diye ah etti.
Yarın 7. Gün.
Ben daha fazla bekleyemem, sen bilirsin.
Beni ruhsuz bırakıp giden orospu, sensin...
1. BÖLÜMÜN SONU ( Aşk Ölümle Sevişiyor )
2. BÖLÜM ( YA sen Ya Ben Yada Kanlı Devrim Prestroyka )
Neyse ki Elenora orospusu saat sabaha karşı 3 müydü 4 müydü neydi geldi...
LÜTFEN ÖYKÜNÜN DEVAMINI İSTEYEN ARKADAŞLARIM...
YO...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.