Hadin Ne Yapsın?
Hadin, vapurda karşısında oturan dünyanın sayılı harikalarından biri olduğuna o an karar verdiği kız -belki astımı belki de soğuk algınlığı nedeniyle- hapşırınca, ‘çok yaşayın,’ demek istedi ama, bu koca şehirde tanımadığı insanlara bu şekilde yaklaşmanın ayıplanacağını biliyordu. Hem kuralları hiçe sayıp söylese bile kız onu tersleyebilirdi. Ayrıca kız çok güzel olduğu için iyice çekinmişti. Ama içinden söylemesine hiçbir şey mani değildi. Buna da karışamazlar ya diye düşünmüştü. Öte yandan kız bunu duymamıştı tabi. Fakat o da içinden ‘insan çok yaşa der ya,’ diye söylenmişti. Hadin bunu bilebilseydi keşke. Kızın şehirde ilk yılıydı ve daha ilk günlerinde özlemişti küçük kasabasını, anne-basını, dedesini ve on iki yaşındaki küçük kardeşi İlyas’ı. Dünyanın en mutlu ailesini bırakıp gelmişti okuluna. Anası; ‘Allah zihin açıklığı versin kızım,’ demişti yola koyarken. Babası ise otobüs bileti ile iki yüz elli lirasını tutuşturmuştu eline. ‘Selma kızım, seninle gurur duyuyorum,’ demişti. Yine de sıkı sıkı tembihlenmişti. Büyükşehirde insanlar bizim kasabadakilere benzemez denilmişti. Kimseye güvenmemesi söylenmişti. Acaba herkes gerçekten kötü müydü bu şehirde? Selma, karşısında oturan genç adama göz ucuyla bakarken bunları düşünüyordu.
Oysaki Hadin vapurdaki en dürüst adamdı. Selma dahil bunu kim bilebilirdi ki? Dürüst olmayı sütçülük yapan babasından öğrenmişti. Hadin daha küçükken kendisi ile işe gelmeye heveslendiği günlerde sokak aralarında, ‘süüüççüüüü, süüüççüüüü,’ diye bağırmalarının arasında, ‘ne yaparsan yap, dürüst ol,’ diye sıkı sıkı tembihlemişti onu. Çünkü bazı şeyler okulda öğrenilmiyordu. Okul dediysek de Hadin’in çok çalışkan, okulda başarılı olduğu anlaşılmasın. Lise bire kadar dayanabilmişti. Bir gün ‘ben okumak istemiyorum,’ demişti babasına. Daha öteye gidememişti. Okumaya zorlanmamıştı. Baba mesleğine devam eder diye düşünülmüştü. Baba mesleği sütçülüğe de yanaşmayınca ilkin berber çıraklığını denemiş, sonra da sırasıyla bakkalın yanına verilmiş, mahalle kahvesinde çaycılığı denemişti. Ama hiçbirini becerememişti. Belki de babasına yalan söylemişti. Bakkal, berber veya çaycı olmak istememişti. Ne istemişti o günler bilemiyoruz. En sonunda Karaköy’de bir nalburun yanına verilmişti. Hadin Karaköy’ü çok sevmiş olmalıydı. Çünkü ilk defa bu kadar uzun süre bir işte çalışıyordu. Ona göre İstanbul, Karaköy’deydi. Simsarlar, hayat kadınları, pezevenkler, dilenciler, beyaz ve mavi yakalılar, tinerciler, denizciler, turistler, sahildeki içkili restoranlar, martılar, Arnavut kaldırımları, eski heybetli binalar, deniz, köprü, balık pazarı, iskele ve kendi işyeri, hepsi çok sevdiği bu semtteydi. Onların arasında olmaktan büyük keyif alıyordu. Babası çocuğun elinin ekmek tutmasına, bir baltaya sap olmasına seviniyor, ‘bizim oğlan üç aydır gidiyor işine, çok şükür, nalbur işini sevdi anlaşılan,’ diyordu.
Hadin’in mesaisi her akşam altıda bitiyor, yirmi geçe vapuruna rahat yetişebiliyordu. Vapurda kimseleri tanımıyor fakat yüzlerin hep aynı olduğunu rahatlıkla fark edebiliyordu. Çoğunlukla eğer yeri boş ise herkes aynı yerde oturuyordu. Yerine oturulduğunu gören ise ‘şuna bak tipsiz, orda ben oturuyordum, hemen gelip yerleşmişsin,’ diye iç geçiriyordu. Üç aydır aynı insanları görüyor ama kimselerle konuşmuyordu. Sanki burada ki insanlar vapurda değil de, başka herhangi bir yerde karşılaşsa ‘a merhaba, nasılsınız, her gün aynı vapura biniyoruz, hatırladınız mı?’ diyecek gibi olurdu.
Bu akşam yanına bir genç bir kadın oturmuştu. Bu otuzlarında ki sarışın, saçları kıvırcık kadın kitap okuyordu. Hep imrenmişti yolda çantasından kitabını çıkarıp okuyanlara. Çantası olmadığından mı okuyamıyordu acaba, diye geçirdi aklından, emin olamadı. Tamamen insani bir davranışla kitabın ismine bakmak istedi. Şanslıydı. Kitabın ismi her sayfanın üst bölümünde yazılıydı. Yine de ilk seferde okuyamadı. Sanki herkes –yanındaki kadın dahil- ona bakacakmış gibi hissediyordu başını tam çevirecekken. Tekrar denedi. Düşler.. Düşler ve.. Üçüncü denemede; ‘düşler ve gerçekler,’ diyebildi içinden. Bir kaç kez içinden tekrarladı bu üç kelimeyi. Acaba ne hakkındaydı kitap? Bu kadını da tanıyordu. Ne iş yaptığını çok merak etmişti şimdi. Sigortacı, bankacı, mütercim ve avukat olarak düşündü kadını sırasıyla fakat hiçbirinin kadının üzerinde güzel durmadığını düşünüp vazgeçti. Her gün mutlaka bir kitabı vardı elinde. Üstelik sabahları da okuyordu. Kadın hep okuyordu. Hadin’in hiç okumaması, boş boş geçirdiği zamanlara karşılık gibiydi sanki. Defalarca görmüştü onu fakat ilk kez yanında oturmuştu kadın. Hadin’e ‘afedersiniz, şuraya geçebilir miyim?’ demişti yanında ki boş yeri göstererek. Hadin diğer tarafa çekilip kadına yer vermiş, ‘tabi ki buyurun,’ diyebilmişti kibarca. Kitabın ismini kadına çaktırmadan öğrendim diye düşünürken, dünya harikası kızın iki sıra yanında oturan kendisinden küçük bir delikanlıya yakalandığını anlamıştı Hadin. Biran yüzü kızarır gibi olduysa da çabuk üstesinden geldi. Çocuğun kaşlarına dikkat kesildi. Gülecek gibi oldu. Gülmedi. Kaşları yüzüne doğal bir şaşma ifadesi verir gibi kalkık ve yukarıya doğru üçgen şeklindeydi. Hadin bu kez çocuğa dikkat kesilmiş, çocuğun neden bu kadar şaşırdığını düşünmüştü. Kulakları kepçe, gözleri ise fırıldak bakıyordu. Kalın sayılabilecek parmaklarında tırnaklarının arasında siyah kirler apaçık görülüyordu. Diğer bir detay ise sağ elinde ki alyansıydı. Çocuk nişanlıydı. Hadin kitaba çabuk ihanet etmişti. Dakikalar geçmiş ama çocuğun yüzünde ki ifade değişmemişti. Çocuk hala şaşkındı. Buna Hadin de şaşmıştı.
Ön tarafta vapurun kapısına yakın koltuklarda oturan bıyıkları neredeyse üst dudağından ağzına giren kırklarındaki adam ise her akşam olduğu gibi, sabahları alıp işyerinde okuduğu gazetesinin magazin ekini dizlerinin üzerine örtü gibi açıp, bir papağan ustalığıyla yediği kabuklu fıstıkları biriktirmişti bile. Vapurda çalışan garson elinde ki tepsiyle koridorda gezinirken, ‘çay, toss, salep, çay toss salep,’ diye sesleniyor, bir yandan da fıstıkçı adama ters ters bakıyordu. Kabuklardan bir tane olsun yere düşmesini bekliyordu. Ama adam çok dikkatliydi. Adam en az iki avuç fıstık kırıyordu dişiyle. Vurdumduymaz tavırlarla kabukları ustalıkla kırıyordu kırmasına ama seslerden rahatsız olabilecek birilerin olabileceğini düşünmüyor, belki de ‘bana ne,’ diyordu. Bir gün yanına düşerse onunla mutlaka konuşması gerektiğini düşündü Hadin. Acaba doktor tavsiyesi miydi kabuklu fıstık? Her şeye iyi gelen mucize yiyeceklerden biri miydi? Bunu bizden mi saklıyordu? Neden saklıyordu ki? ‘her gün yüz yüze bakıyoruz, ayıp ayıp,’ diye geçirdi içinden. Fakat bunu Hadin gibi merak edenler dışında kabuk sesine gıcık olanları da vardı. Bu sese dayanamayanlar fıstıkçı adama uzak oturmaya gayret ediyor, hatta adamın yakınları dışında oturacak yer yoksa uzakta olup ayakta kalmayı tercih ediyorlardı.
Hadin bütün bu olanlara bakıp derin ve huzurlu bir iç çekiyordu. Bu vapuru ve içinde ki insanları çok seviyordu. O akşam vapurda çalışmaya karar verdi. Bunun için eve varınca babasıyla konuşacaktı.
Mayıs 2010
Mehmet Koçal
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.