KAF DAĞININ KIZLARI
KAF DAĞI’NIN KIZLARI
Komagene’de metrelerce karın yağdığı, rüzgârın, tipinin, soğuğun hayatı çekilmez kıldığı kış gecelerinin birinde her akşam olduğu gibi tüm komşular bir evde bir araya gelmişlerdi. Tenekeden soba, içinde yakılan tezeklerden ürettiği ısıyı genç, yaşlı, çocuk, balık istifi olmuş onlarca kişiye verdikten sonra, evrende soğumasını tamamlamış bir yıldız gibi odanın ortasıyla duvar arasında bir yerde duruyordu. Sobaya en yakın oturan Yaşlı Hanife’di. Ayaklarını sobaya doğru uzatmış, sırtını da duvara dayamış vaziyette uyukluyordu. Arada bir osuruyor, herkesin buna kahkahayla gülmesi karşısında ise hiç kimseyi duymuyormuş gibi uykudaymış numarası yapıyordu. Anlatıcı, odanın en gözde yeri olan başköşede keçenin üzerine serilmiş minderde bağdaş kurmuş eski Sümer masallarından birini anlatıyordu. Amaydı. Güçlü bir hitabet sanatı ve güçlü bir hafızası, pos bıyıkları ve herkesin yakından bildiği bir piposu vardı. Tepesinde yanan kısık gaz lambası dibine ışık vermiyordu. Dolayısıyla anlatıcının gıyaptan konuşuyormuş gibi gelen sesi şiirsel bir söylem olmaktan yavaş yavaş çıkıp evrenin karanlığından gelen tanrısal bir nidaya dönüşüyordu. Anlatıcıya köyde herkes “Hüseyin Efendi” derdi. Biri çocuk biri yaşlı sadece iki kişi de “Komagene’nin Homeros’u diyordu. Bu adı çocuk vermişti ona. Birinci nedeni ama olması, ikinci ve en önemli nedeni ise onun Komagene de döneminin en iyi anlatıcısı olmasındandı.
Fukara Hasan, dışarıdan duyulur duyulmaz gelen insan seslerine bir süre kulak verdikten sonra, komşularına oturmaya gidenlerin artık evlerine dönmeye başladıklarını anlayınca Yaşlı Hanife’ye dönerek;
“Orospu, baksana insanlar evlerine dönüyor. Gece yarısı oldu artık. Yer gök donmuş kas katı kesilmiştir şimdi. Uyuyacağına, osurup duracağına dinleyiver de Hüseyin Efendi masalını bitirsin. Biz de bir an önce kalkıp evlerimize dağılalım. Ondan sonra zıbarır yatarsın. Utanmaz kadın, bir de ev sahibi olacaksın!” dedi.
Hanife, devirdiği yaşlı poposunu doğrulttuktan sonra;
“Bunamış moruk Fukara Hasan’ın dediğine bakın. Sen o paçavra karını alıp tütmez bacalı evine gittin de ben önünüze geçip ‘aman aman kalın’ mı dedim? Her akşam buradasınız; Siz bizden çok bu evin sahibi oldunuz. Hepinizin geç kalmasının nedeni ben değil anlatısını uzattıkça uzatan bizim Homeros’tur. Hem seni ahırda bekleyen koyun sürülerin mi var? Kafamı bozma, şerefine salarsam birkaç bomba, buradaki herkese rezil olursun” deyince odanın en dip tarafında seslerden irkerek uyanan Yaşlı Hanife’nin kocası;
“Sedar Kaf Dağına gitti mi Kaf Dağına” diye bağırdı. Odadakilerin tümünün kahkahaları birbirine karıştı.
Hüseyin Efendi; “Benim bilgiye susamış çok sevgili dinleyicilerim biraz daha sabrederlerse, Sedar’ın Kaf Dağının Kızlarını görmek için yola çıkacağına şahit olacaklardır. Hem bütün bunlar seni neden ilgilendirsin ki. Sen uyumana bak, saygı değer Bay Uyku Küpü” dedi ve anlatısına devam etti;
“… Bütün Ninovalılar kent meydanında toplanmıştı. “Yaşasın Sedar, Yaşasın Sedar” diye tezahürata başlamışlardı bile. Ninova Kralı meydanda Sedar’ı huzuruna çağırttı; “Bak oğul, Kızıma talip oldun, bir sürü Ninovalı genç gibi. Üç koşul ileri sürmüştüm. Bunlardan ilki olan uçsuz bucaksız Sahra Çölünü geçtin. İkincisi, yeryüzünün en karanlık, önü ardı olmayan Tayga Ormanına girip sağ çıktın. Üçüncü ve son koşulum olan Büyük Okyanusu aştın da geldin. Ninovalıların bir kısmı bunları yapmağa cesaret bile edemedi. Cesaret edenlerse muvaffak olamadı. Sen çok yiğit bir delikanlısın. Bu yiğitliğinden ötürü koşullarıma bir koşul daha ekliyorum: Kaf Dağına gideceksin. Kaf Dağında dünyalar güzeli iki kız kardeş var. Onların güzelliğine vurulmadan sağ salim dönüp gelirsen eğer, halkımın önünde sana söz veriyorum; kızımı sana verecek, kırk gün kırk gece sürecek dillere destan bir de düğün yapacağım size…”
Masal anlatılırken ikide bir “Oohh!”, “Yaşa!”, Helal olsun!”, “Eyvah!”, “Şimdi oldu” veya “Şimdi olmadı işte!” tarzındaki lakırdılarla araya giren heyecanlı ve bir o kadar da geveze olan Abdurrahman;
“Şimdi Sedar’ın yerinde Memed, Kralın kızının yerinde de Zeyno olacaktı ki!” diye araya girdi.
Memed yerinden kaykıldı, ağzı kulaklarına varıncaya kadar açıldı ve sanki bir köpek hızlı nefes alıp veriyormuş gibi güldü.
Zeyno ise; “Yok yok, yeter ki Memet Kralın Kızıyla evlensin. Benim Kralın Kızı olmak gibi bir niyetim yok” diyerek, zavallı Memed’in o akşam kendini masalın akışına kaptırarak Zeyno ile (değil kırk gün kırk gece, yarım gün olsa da candan kabulüydü) finali gerdek gecesi olan bir düğün hayalini kurmasının önüne geçmiş oldu.
Bir çocuk, duyulur duyulmaz bir sesle; “İyi de neden Kral sözünde durmayıp fazladan bir koşul ileri sürdü? Bu Sedar’a haksızlık değil mi? Bu hiç krallara yakışır mı? Hem Kaf Dağının Kızlarını görmek, Büyük Okyanusu, Büyük Sahrayı, Tayga Ormanını geçmekten daha zor mu ki, söylesene Homeros Amca!” dedi.
Hüseyin Efendi piposundaki tatlı sert Bulam Tütününden okkalı bir nefes aldıktan sonra;
“Kralları kral yapan şey, kimi zaman yaptıkları haksızlıklardır oğul. Ancak burada Kralın yanlış yaptığını söylersek kendisine haksızlık etmiş olabiliriz. Kralın bu konuda bir açıklaması olmasa da, madem akıllıca bir soru sordun, ben de bu konuyla ilgili kendi yorumumu söyleyeyim: Kral, Kaf Dağındaki iki kız kardeşin olağanüstü güzel olduğunu biliyor. Sedar için, başı arşa değen, dik yamaçları, derin uçurumlarıyla değil, güzel kızlarının aşkından dolayı inilmesi zordur Kaf Dağı’nın. Nasılsa dünya küçük bir köyden ibarettir. Sedar gibi bir yiğit o kızları duyduğunda, gördüğünde ilgisiz kalması, âşık olmaması elinde değil. Madem böyle güçlü bir ihtimal var, öyle ise her ne olacaksa hiç olmasa kızıyla evlenmeden önce olsun ki bari kızının hayatına girerek onu mutsuz etmesin diye düşünmüştür” dedi.
Çocuk kaşlarını kaldırıp “Hıı” dedi ve güldü.
Bursa da sıcak bir yaz gününün akşamıydı. Düşünce Yürüyüşleri Grubunun yöneticisi, birbirleriyle tanıştırmak ve iyi vakit geçirmek amacıyla o akşam Kuştepe Terasında buluşmaları için gün ortasında arkadaşlarına haber vermişti. Bu, program dışı bir buluşma da olsa, sıcak ve bunaltıcı geçen bir günün sonunda Fırat’a iyi gelecekti, sevindi.
Kuştepe Terasına vardığında grup çoktan yerini almıştı. Yönetici ayakta karşıladı kendisini.
“Arkadaşlar, bu Fırat. Bakmayın yüzündeki tebessüme. Bu tebessüm onun gerçek yüzünü saklayan bir perdedir. O perdenin altında, hayatın kendisine hiç gülmediği bir yüz vardır. Umarım Kuştepe Terasında geçireceğimiz bu akşamın serin saatleri, onun cehennem ateşinde yanan kara bahtına küçük bir serinlik katar. Gel sevgili Fırat gel, bak bu Ertuğrul, bu Osman, bu Şaha, bu Seteney…”
Şaha ve Seteney’den sonra tanıştırdıklarını Fırat hiç duymadı bile.
“Şaha ve Seteney…” O karlı, soğuk kış gecesinde Komageneli Homeros’un bir Sümer masalında anlattığı Kaf Dağının ardındaki Güneş ve Ay. “Aman Tanrım, hala aynı gecede mi yaşıyorum…?”
Uzun zaman önceki ilikleri donduran soğuk bir kış gecesi ile şimdinin beyinleri uyuşturan sıcak bir yaz gecesi arasında donmuş kalmıştı Fırat. Zaman ve mekân farklı olsa da duygu ve düşünceler aynıydı. Çocukken yanında anlatılan ve çocukça hayallerini süsleyen genç, güzel kadınlar şimdi tam karşısında oturuyorlardı. Kardeştiler. Uzun boylu, uzun boyunlu, uzun ince saçlıydılar. Solgun, beyaz tenli, yumuşak başlıydılar. Küçük kalkık burunları, küçük ağızları, düzgün çeneleri, etkileyici bakışları vardı yuvarlak yüzlerinde. Onları birbirinden ayrı tanınır kılan şey, Şaha’nın gözlerinin kenarlarında artık kendilerini görünür kılan ince kırışıklıklardı. Fırat’ın gözleri o kırışıklıklarda asılı kaldı. Tokalaştıklarında Şaha;
“Tanıştığımıza memnun oldum” dedi. Fırat;
“Ben de. Ancak sanki sizi ve kardeşinizi otuz beş, kırk yıldır tanıyor muşum gibi geldi bana.” deyince, Şaha, yüzünde aydınlık bir tebessümle;
“Güzel bir şakaydı. Yine de memnun oldum” dedi.
Düşünce Yürüyüşleri Grubu Yöneticisi, tanıştırma faslını bitirmiş, Horasan’dan kalkıp gelmiş bir Alperen edasıyla bulundukları mekân hakkında dikkate değer şeyler anlatıyordu:
“Evet, arkadaşlar, şu an üzerinde bulunduğumuz bu yere Kuştepe Terası derler. İmparatorluğumuzun ikinci beyi ve Bursa fatihi Orhan Bey burayı çok severmiş. Bizans’ın İnegöl Tekfurunun kızı olan karısı Olofera ile burada çok vakit geçirirmiş. Hele hele Geyikli Baba’nın kendilerine gönderdiği kuntra üzümünden şarapları içtikten sonra keyiflerinden sual olunmazmış…”
Akşamki gölgeler yerini koyu lacivert geceye bırakmıştı. Doğu batı istikametinde aşağıdaki ovaya yayılan şehrin ışıklarının şavkı Uludağ’ın siluetini bütün heybetiyle gözler önüne sermişti. Sohbet, dönüp dolaşıp, Bursa’nın nasıl olur da kısa zamanda ülkenin dördüncü büyük şehri olmasına gelmişti. Masanın etrafındakilerin her biri ne zaman ve nereden geldiğini konuşuyordu. Sıra iki kız kardeşe geldiğinde, gözlerinin kenarında kırışıklıklar oluşmuş olanı sözü aldı:
“Biz Kafkasyalıyız. Kaf Dağından yani. Osmanlı Rus Harbi yaşananda geldik” deyince, daha genç olanı araya girdi;
“Yüz küsur yıl oluyor” dedi.
“Ben de Komagene’den geldim. Çok değil sadece on dört yıl oldu.” Bunu söyleyen Fırat’ın gözleri bir an bir noktada sabit kaldı, daldı. Dudakları hiç ses çıkarmadan çok yavaş ve yarım yamalak kımıldanır gibi hareket etmeye başladı;
“Hiç beklemediğim anda hayatımın sürpriziyle burada karşılaşmak. O karlı kış gecesi. Erkeklerin içtiği sigara dumanından gözün gözü göremediği Yaşlı Hanife’lerin odası... Homeros Amca’nın masalında anlattığı ve hiç bir Allah’ın kulunun ulaşamayacağı Kaf Dağının ardı…”
Zamanı geriye sardı Fırat. O geceye gitti. Hayattakileri de mezardakileri de oraya getirtti.
“Homeros Amca” dedi. “ Masalda anlatılmadık bir şeylerin kalmadığına emin misin?”
“Masal bir sanattır oğul. Ben de bir sanatçıyım. Eksiği de fazlası da bizim elimizde. Benim anlatımım, sadece bugünle sınırlı değil, bütün çağlara ve nesilleredir. Edebiyatın ve sanatın hamuru biz insanların elinde yoğrularak ekmek olur. Kaf Dağının Kızları, her zaman Kaf Dağının ardında bilinse de bu akşam bu odada bulunanlardan her hangi biri, hayatının her hangi bir döneminde, dünyanın her hangi bir yerinde onlarla mutlaka karşılaşacak ve insanoğlunun en soylu idesi olan aşkı onlarda bulacaktır. Duyanlar duymayanlara, bilenler bilmeyenlere söylesin. Bu masal bundan sonra hep böyle anlatılacaktır…”
Fırat kendine geldiğinde gitme saati gelmişti. Masanın etrafındakiler birer ikişer ayağa kalktı. Şaha çıkışa yönelmiş, saçları bir ışık huzmesi gibi omuzlarından aşağı dökülmüştü. Arkadan bakınca, Balıkesir yönündeki tepelerin üzerinden batan güneş gibi uzaklaşıyordu. Seteney ise henüz arkasını dönmemişti. Yüzü Fırat’a dönüktü. Fırat ondan taraf bakınca yan yana iki aydınlıkla karşı karşıyaydı. Biri Uludağ’ın zirvesinden doğmuş bakan, Bursa’nın dağlarını ovalarını aydınlatan dolunaydı, diğeri de beyinleri ve yürekleri ışığa kavuşturan Seteney’in yuvarlak ve aydınlık yüzüydü.
Önder Gümüş
17 Temmuz 2010/Bursa
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.