GİZLİ ÖZNE
Kasabanın çarşısı hareketsiz bir gününü daha yollamak üzereydi geçmişin kasvetli sahanlığına.
İkindi rüzgarının seyrek dokunuşlarıyla oluşan hortumcuklar, sokaklardaki çer çöpü taşıyıp duruyordu.
İklimin kuru ve aldatıcı havası, çehreleri soluklaştırıp sinir bozucu bir melankolik denklemin pençesine atmak için uğraşıyordu ruhu.
Ufuk öğretmen’in en sevmediği hava buydu;
baş ağrısını daha da güçlendiriyordu bu hava.
Hüseyin için birkaç öteberi almak için epeyce dolaştı mağazaları.
Reyonlarda bir türlü istediğini bulamıyordu.
Baktığı elbiseler, ayakkabılar… hem çok kalitesizdi hem de çok pahalıydı.
Hüseyin için alacağı her şeyi kendine alır gibi ince eleyip sık dokuyordu.
Böylelikle alışveriş durumu güçleşince üzülüyor ve daha çok dolaşmak durumunda kalıyordu.
Bazı mağazalara tekrar tekrar girip çıkıyordu.
Muhakkak ki bir şey almak istiyordu, yoksa içi rahat etmezdi bu gün.
Nitekim bu isteği, uzunca dolaşma serüveni, kasabanın en uzun caddesi boyunca sıralanan dükkânların orta bölümünde yer alan bir ayakkabı mağazasında sonuç verdi.
Özene bezene dizilmiş rengarenk ayakkabıların içinde kalitesine tam not verdiği bir çift spor ayakkabıyı beğenip alınca, içine düştüğü bozgunun girdaplarından kurtarabildi kendini.
Ruhu; sıkıntılardan, karamsarlık ovasının batağında çıkıp, her yeni gün arınık bir bedenle tüm varlıklara kucak açan gökyüzünün uçsuz bucaksız maviliğine karışıp renkleniverdi.
Hem de yedi renk; yedi değişik haz, yedi değişik tat cennet meyvelerinden…
Uçtu uçtu, bulutlara karıştı.
Bir avuç yağmur oldu, keskesoruna kavuştu düşleri.
Ayakkabıları alıp evine döndüğünde içi içine sığmıyordu.
Kim bilir, Hüseyin nasıl sevinecek, nasıl mutlu olacak, diyerek hüzünleniyor ve tanık olacağı o anın panoramasını oluşturmaya çalışıyordu zihninde.
Bütün bir gününü Hüseyin’e ayırdığı gibi ışıl ışıl, milyonlarca fenerin aydınlattığı akşamını da ona ayırmadan rahat edemedi.
Ne ders planları, ne programlar, ne de resmiyettin gerektirdiği belgeler…
Ömrünün bu gününde öğrendikleri, gördükleri, yaşadıkları ona hayatın; bütün formalitelerden ve geçmiş tecrübelerden, anlatılardan, sözden ya da içinde bulunduğumuz anın sunduklarından çok daha fazla olan, bilinmeyenlerini çözmeye hiçbir ömrüm yetmeyeceği bir sır olduğunu göstermişti.
Sırrın bir parçasının bir ilmeğini daha çözmüş olarak başladığı yeni bir günde okulun yolunu tuttuğunda
yağmur akıyordu bulutlardan.
Hüseyin’in ayakları gene ıslanmıştır, diye düşünüyordu. Daha önemlisi onu kırmadan, incitmeden, utandırmadan ayakkabıyı ona nasıl kabul ettirmekti.
İşte bu, en zor olandı; bilmediği, içinde çıkamadığı…
Çünkü gururlu, onurlu bir çocuktu Hüseyin.
Ona bir şeyler kabul ettirmek oldukça zordu.
Okula vardığında Hüseyin’in servisi hala gelmemişti.
Nöbetçi öğretmenlerle birlikte okulun kapısında dikilip, öğrencileri getiren araçların plakalarını kontrol etmeye başladı.
Ders zili çalmadan Hüseyin’in servisi de gelip bahçe kapısında durdu ve öğrenciler birer birer inip kendi sınıflarının olduğu sıraya geçtiler.
Hüseyin de arkadaşları gibi sıraya geçip beklemeye başladı.
Ufuk öğretmen gözlerini, onun hüzünlü çehresinden ayıramıyordu.
Onun hüznü, onlarca yaşıtının içinde hemen belli oluveriyordu.
Hüzün, kıl çadırını farklı bir şekilde kurmuştu onun yüzüne.
Her iplik, bir acıyı, bir dışlanmışlığı, bir çaresizliği, bir kimsesizliği, bir yalnızlığı simgeliyordu.
Her köşebendi zulmün acı balyozuyla çakılan bu hüznü kim kaldırabilirdi ki bu yüzde ..?
Yüz; Hüseyin’in yüzü, yazgısı ona benzeyenlerin, hüznü hüznüne çekenlerin, derdi derdinden bol olanların yüzü.
Ufuk Öğretmen, o yağmurlu sabahın ilk dersine başlamadan önce, aldığı ayakkabıyı vermek için çağırdı Hüseyin’i.
Konuyu açarken onu incitmemek için aldığı önlemler bir işe yaramadıysa da, gene de diretti ufuk Öğretmen.
Ve binbir zahmetle kabul ettirdi ayakkabıları ona.
Yırtık pırtık lastik ayakkabılarını çıkarıp öğretmeninin aldığı yepyeni ayakkabıları ayağına geçirince ezilip büzüldü, bir an her şeyi bırakıp kaçmak istedi bulunduğu yerden; ama öğretmeninin fedakârlığını düşününce vaz geçti.
Öğrencisine yaptığı bu küçük iyilik, hiç olmadığı kadar mutlu etti onu.
İşte gerçek mutluluk bu, dedi kendi kendine.
Toprak damlı çocukların mutluluğuyla kıyasladı kendisininkini.
Evet, aynı membadan besleniyordu bu mutluluklar.
Yalın, içten, hüzünlü ve gerçek…
O günü bir dönüm noktası saydı ömrünün ve mesleğinin. Sonraki günlerde de hiç vaz geçmedi bu sevdasından, bu mutluluğundan.
Okulda Hüseyin ve onun gibilerle ilgilenmekten hiç geri durmadı. Herkesin derdi onun derdi; herkesin mutluluğu onundu artık.
Hüseyin’in ayaklarının ıslanmaktan kurtulduğunu gördüğü her an mutluluğuna sevdalandı.
Toprak damlı çocuklardan aldığı bu hepten gerçek mutluluğa sevdalı oldu her geçen gün.
Günler akşamlara, yağmur kara, kar ayaza, sonbahar kışa dönerken dönem sonunun yaklaştığı günlerin kıyısında dolaşmaya başlamıştı güneş.
Ufuk Öğretmen, resmiyettin gerektirdiği işlerini aksatmamak için karmaşık bir çalışmanın içine girmişti.
Mesleğinin acemisi olduğundan diğer meslektaşlarının ilkin yaptığı gibi o da çok fazla hata yapıyordu, bu yaşamı boyunca sorumlu tutulacağı resmi işlerden.
Özellikle not defterlerine notları geçirirken yaptığı basit hatalar birkaç not defteri değiştirmesine neden olmuştu.
Buna benzer bir sürü basit hatayla başı dertteydi.
İleride, tecrübe sahibi olduğunda, bu tür hataların insanı nasıl olgunlaştırdığını görüp anlayacaktı.
Ama şimdi bunlar; canını sıkan, zamanını çar çur eden, dikkatini dağıtan engellerdi.
Bu hengâme içerisinde okula gidip geliyordu; fakat önemli- önemsiz birçok şeyi gözden kaçırdığını fark etmiyordu bile.
Birinci dönemi sonlandırmaya ramak kaldığı halde dersler dörtnala devam ediyordu.
7/ C sınıfının dersine girdiği bir salı günü nicedir farkına varmadığı bir durumla karşı karşıya kaldı.
Öğrencilere hiçbir şey sormadan sınıf defterini karıştırmaya başladı.
Nasıl olur da fark etmedim, deyip hayıflandı sessizce.
Tam on gündür okula gelmeyen okumaya en çok ihtiyacı olan o mazlum öğrencisini, Hüseyin’i, nasıl görmemişti gözleri.
Bir gün, iki gün, üç gün değil; tam on koca gün hem de.
Sınıf defterini hışımla kapatır kapatmaz, Hüseyin’in köylüsü olan ön sırada oturan, sevecenliğiyle onun gönlünde taht kuran kıvırcık saçlı, ufak tefek öğrencisine:
—Hüseyin neden okula gelmiyor? diye sordu kibarca.
-O, İzmir’e gitti hocam! diyerek cevap verdi öğrencisi.
Korktuğu, duymak istemediği, aslında hissettiği bu cevabı aldıktan sonra, konuyla ilgili kimseye bir şey sormadı bir daha ufuk öğretmen.
Ders boyunca ,"Demek, çocuk aklına koyduğunu yaptı. "deyip durdu kendi kendine.
Onunla ilgili yapacak bir şeyi kalmamıştı ufuk öğretmenin.
İçinde bulunduğu cehennemden ona yaşama gayreti veren en güzel hayallerinin peşine takılıp gitmişti Hüseyin.
Öyle ya da böyle, içinde demlediği özlemlerini, umutlarının, düşlerini gerçekleştirmek uğruna uzak iklimlerin yollarına düşürmüştü adımlarının gölgesini.
Biraz olsun adamdan sayılmak onun en büyük hakkıydı elbette.
Cehennemin har yamaçlarında başlayan bir yazgıya katlanmaktan daha zor ne olabilirdi ki…
Onun yazgısı mahcup, ezik ve eksik sıfatlara yem olmuştu başlarken.
Hüseyin gitmeyeydi de ne yapaydı?
Gencecik düşleri vardı, daha yitirilmemiş özlemleri, vurulmamış hayalleri…
Kendini cellatların isteklerine, zulmüne heba etmek hiç olur muydu?
Bir umuttan kaç rengerenk çiçek açardı yaşam tarlasına.
Bir umuttan bir…/belki
Bin umuttan bin çiçek açacaktı elbet.
Ufuk öğretmen, onun zamansız gidişine hak vermiyor değildi; ama gene de üzülmekten alamıyordu yüreğini.
Onun için kurduğu hayaller, bu hayallerdeki yaşam programı ve yaşamında ona ayırdığı parseller…
Belki Hüseyin’in kurduğundan daha da aydınlıktı.
Ama bu kurgu, bir anda tepetaklak olmuş, cam kırıkları gibi dağılmıştı beyninde.
Doğru ya da yanlış, artık ne fark ederdi o gitmişti bir kere.
İçinde dönüp dolaştığı döngü yarıçaplar çizdirmeye devam ediyordu ufuk öğretmene.
Geldiği coğrafyada öğretmenliğe başladığı gün ağır aksak hatta hiç yürümediğini düşündüğü zaman, sessiz sedasız adımlarla nice günler, nice geceler atmıştı torbasına.
Her geçen gün yarıçapların sayısı artıyordu ömrüne çizdiği. Daha önce bu hesapları hiç yapmamıştı. Dönem sonu düşten öte bir düş olup çöreklenmişti ortaya. Heyecanlı bekleyişler tavını almaya başlamıştı erkenden.
Birkaç güne kalmaz dağıtılacaktı karneler. Ufuk Öğretmen, yaşadıklarının etkisini üzerinden atamamıştı; fakat öğretmenliğinin ilk karnelerini dağıtacağı için çok heyecanlıydı.
Yüreği bu heyecan tabakasının altında bir öğrencininki gibi atıyordu.
Gövdesi nedensiz bir titremenin elinde hareket ediyordu.
Karne günü gelince bu heyecanı bir kat daha arttı.
Karne dağıtımı öncesinde birkaç kelimden ibaret konuşmasını yaparken yürek atımları dışarıdan hissedebilecek kadar keskinleşmişti.
Sesindeki titreme bütün duygularını ortaya koyuyordu.
Bütün hücreleri hüzün kasırgalarına tutulmuştu adeta.
Kendini koyvermemeye çalışıyordu; ama bütün çabalar nafileydi.
Ne yapsa hâkim olamıyordu bir türlü.
Anlayamıyordu, nasıl bir duyguydu bu öğretmenlik?
Çözemiyordu bu mesleğin özündeki düğümleri.
Yamru yumru bir ruh haliyle karneleri birer birer dağıtmaya başladı.
Karneyi alan öğrenciler soluğu dışarıda alıyordu anında.
Öyle ki, son karne elinde kaldığı zaman sınıfta tek başına kalmıştı. Bu karnedeki isme bakar bakmaz Hüseyin’le ilgili düşünceler beynine hücum etmeye başladı.
Azıcık olsun, bir dönem boyunca yaşadıklarından kendini soyutlama çırpınışları yok olup gitti.
Her şey üstüne üstüne geliyordu. Kırık, dökük sıralar, masalar, panolardaki yazılar, resimler, duvarlar…
" Ah, Hüseyin neden çekip gittin, seninle daha yürüyecek çok yolumuz vardı! Ah…" demekten alamadı kendini.
Elindeki karneyi masaya bıraktı, usulca çöktü sandalyesine ve dolma kalemini çıkarıp önünde duran karneye içinden geldiği gibi büyük harflerle ‘GİZLİ ÖZNE’ sözcüklerini karaladı.
Ve kendi kendine:"Günün birinde geçmişimi yazmaya kalkışırsam, bu günü mutlaka yazmalıyım." diyerek karneyi cebine koydu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.