ZEHİRLİ ÇİVİLER
Yaşama, gözlerimizi açtığımızda pırıl pırıl bir aydınlık demlenmekteydi dağlarımızda. Binbir çiçekli yamaçlarda tahta atlar koştururduk ufuklara doğru.
Gün içinde aniden ortalıkta gezinen bir bulutun gölgesini yakalamak, güneş uğurlanmak üzereyken onun son ışınlarını bir kez daha tenimizde hissetmek için nasıl da koşardık çıplak ayak.
O zamanlar her ne kadar lunaparklarımız, plastik oyuncaklarımız, doğru düzgün ayakkabılarımız, elbiselerimiz olmasa da mutluyduk.
Çamur bilyeler, tahtadan ve bakır tellerden yaptığımız oyuncaklardan aldığımız mutluluğa eşdeğer bir mutluluk düşünülemezdi. Yaşamın bizdeki tek tanımı oyundu.
Ne siyaset, ne kavga, ne darbe, ne de başka bir şey alakadar ederdi bizi.
Çocuk sınırlarımızda masallarımız, ninnilerimiz, stranlarımız, yarına dair taptaze umutlarımız vardı.
Çocuktuk, her şeyimiz çocukçaydı ve nedense erken büyüyüp okula gitmek isterdik.
Zannederdik ki insan ne kadar büyüse o kadar çok mutlu olurdu.
Zannederdik ki okul özgür dünyamızdan daha güzel bir yerdir.
Ama gel gör ki ilkokula başladığımız gün işin aslının öyle olmadığını yavaş yavaş hissetmeye başladık.
Çocuk ülkemizin topraklarında şiddet boy vermeye başladı.
Bilmediğimiz bir dilde gördüğümüz eğitim bize zor gelmeye başlayınca bunun faturasını kara, kuru, sıska bedenlerimizde kırılan sopalar ve ruhumuza çakılan zehirli çivilerin acısıyla ödemeye başladık.
Okuldan nefret edip kaçmaya başladık, ama bunu ailemize anlatamadık ve bir yara da onlardan alınca kaldık orta yerde çaresizce.
İnsan büyüdükçe, çevresinde olup bitenleri sezdikçe, kim olduğunu anladıkça dertlerin, sorunların, acıların, kendi bedeninde çoğullaştığını hissedebiliyordu meğer.
Bizimkisi tam da böyle olmuştu. İlkokul yılları çocukluğumuzun, kişiliğimizin, hayallerimizin, kültürümüzün, dilimizin… kurşunlandığı yıllar oldu.
Bütün organizmamızda bir anda yaratılan kısa devre akımlar varlığımızı ters yüz etmeye yetti de arttı. İki farklı ülkenin iki farklı insanı olduk kendimizin.
Okul yabancısı olduğumuz bir ülkeydi. Zihnimizin kabul ettiği yüreğimizin kabul etmediği yasalarla donatılmıştı. Bütün bildiklerimizi unutmamızı öğütlüyordu. Okulda kafamıza deve derisi geçirip güneşte bekletilmiyorduk, ama orada uygulanan bütün teknikler, yöntemler, stratejiler, ilkeler kafamıza geçirilecek deve derisinden binbeter ediyordu hafızamızı. Ev ise bütün irademizi, varlığımızı, kişiliğimizi, insaniyetimizi yansıtan bir aynaydı.
Biz evdik; ev bizdi. Fakat okulda bize öğretilenler, evdeki her şeyin illegal olduğunu fısıldıyordu.
Gün geçtikçe bu yabancılık rüzgârlarının şiddeti hız kazandı ve yüreğimize çakılan çiviler çoğalmaya başladı.
Kişiliğimiz, benliğimiz, ruhumuz ağır darbeler almaya başladı ve yolunma işlemine tabii tutulduk.
Öz varlığımızın telekleri birer birer koparılınca eli kolu bağlı olarak kahrolmaya başladık sessizce.
Hangisi olduğumuz konusunda şüpheler sardı ruh çemberimizi.
Zihnimizin kabul ettiğini yüreğimiz kabul etmedi; yüreğimizin kabul ettiğini zihnimiz kabul etmeye yanaşmadı. Ve bir çelişkiler otağına döndü ruhumuz.
Sonra ilkokul bitti, kara tahtanın önünde tek ayaküstünde duran suçlu çocuk olmaktan kurtulduk ve biraz sevindik.
Ama bu sevincimiz çok geçmeden kursağımızda kaldı. Ve ruhlarımızda küflü, iğrenç, kurtlu yaraların açılacağı yeni bir dönem daha başladı. Son derece vahim, tiksindirici, tehlikeli bir dönem…
Kendimizden utandırılmaya çalışıldıkça isyan etmeye başladık, ama isyanlarımız hep yarım kaldı.
Mevsimsiz açan bir zerdali ağacı gibi kan tuttu hücrelerimizi.
Soluklaştı benzimiz, harap oldu harmanımız…
Varlığımıza ekilen utanç tohumları galip gelince kendimizden olduk.
Nefret duvarlarıyla örülmeye başlanılan yaşamımız iğrenç bir bataklıktan farksızlaştı.
Şimdi size soruyorum:
Ey bilim adamları, siyasetçiler, doktorlar, hükümran akıl, öğretmenler, sosyologlar!
Hanginiz, ruhuma çakılan zehirli çivilerin izlerini yok edebilir?
Benim Tanrı’m, sizinde Tanrı’nız…
Tanrı’mın ‘ben’ olarak çizdiği genetiğimi değiştirmeye ne hakkınız vardı.
Biliyor musunuz?
Üşüyorum ruhumun paslı çoraklığında.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.