- 870 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GAYE HANIM...
Dernekteki sohbette oldukça keyifsiz ve sıkıntılıydı Tarık. İçi boşalmış gibiydi. Zihni dağınıktı. Bir yandan ev işi pastalar çörekler yeniliyor, çaylar içiliyor bir yandan da sohbet ediliyordu.
Ağırlıklı olarak Türkiye’deki siyasi gelişmeler üzerinde konuşuluyordu. Oradaki herkes -ki topu topu on kişiyi geçmeyen bir gruptu- Türkiye için, Türkiye adına kaygılıydılar. Özellikle laiklik elden gitmek üzereydi.
- Başbakan (Bülent Ecevit) hasta, adım atacak hali yok. Memleketi düzeltsin diye Amerikadan transfer ettikleri adam (Kemal Derviş) düzeltmek bir yana arkadan vurdu onları. Başbakanın en yakın ve güvenilir olarak bilinen adamı Fettullah’ın köstebeği. Başbakan eski iddialarından vazgeçip neredeyse padişahçı kesildi başımıza. Abdülhamit şöyle büyük adam böyle büyük adam, Vahdeddin aslında hain değil vatansever biriydi gibi laflar etmeye başladı. Ne oluyor Allah aşkına ya?..
- Türkiyenin Avrupa Birliğine girişinin önü açılsın diye Gümrük Birliği için Avrupa Parlementosunda neredeyse adam adama markaja girdik. Yemekler, davetler, etkinlikler. Sonunda Gümrük Birliğine girdik girmesine ama Avrupa Birliği yolunda bir arpa boyu yol alınmış değil. Hatta daha da geriledik bile diyebilirim. Söyler misiniz bana Gümrük Birliğinin ne faydası oldu bize?..
- Öyle söyleme şimdi bu başka bir konu…
- Nasıl yani?
- Türkiyenin Avrupa Birliğine girmesi için Gümrük Birliğine girmesinin yeterli olmadığını hepimiz biliyoruz. Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi için önce Avrupa Birliği kriterlerine uygun yasalar çıkarması ve bunları hayata geçirmesinin şart olduğunu milyon kere söylediler, yazdılar, çizdiler. Bu uyum yasaları çıkmadan bizi Avrupa Birliğine almazlar.
Bütün bu konuşmalar Tarık’ı iyice sıkmaya başlamıştı. Konuşmalara katılmıyor, hatta dinlemiyor dinliyormuş gibi yapıyordu. Hani ayıp olmasa kalkıp gidecekti oradan. Fakat Gaye hanım ile Ferit beye karşı ayıp olacaktı. Çünkü onlar ile birlikte gelmişti. Yine birlikte dönecek, dönüşte de bir tanıdıklarına uğrayacaklardı.
İşte tam bu sırada Tarık’ın cep telefonu çaldı. Tarık sevindi buna. Çünkü bir anlık da olsa oradan uzaklaşmak için iyi bir fırsattı bu… Hemen müsaade isteyip kalktı. Odadan çıkarken telefonun ekranına baktı; oydu arayan. Cancağızı arıyordu. Birden canlandı, içini bir sevinç kapladı. Koridora çıkıp bastı tuşa…
- Meraba cancağızım…
- Nasılsın gülyüzüm?..
- Teşekkür ederim… Yani öyle bir zamanda aradın ki, ancak bu kadar olur…
- Ne oldu? Yoksa kötü bir zamanlama mı?...
- Hayır hayır tam tersine… Beni büyük bir sıkıntıdan kurtardın… Havanda su dövülen bir ortamdan kurtardın beni…
- Havada su dövmek???
- Havada değil havanda… Neyse boşver… Neredesin?.. Ne yapıyorsun?..
- Lüksemburgdayım… Ama yarın dönüyorum…
- Harika…
- Fakat saat kaç gibi orada olabilirim bilmiyorum…
- Olsun… Direk bana gel…
- Gelirim ama senin memleket yemeklerinden istiyorum…
- Hiç merak etme en sevdiklerinden hazırlarım…
- Biliyor musun, çok özledim…
- Neyi? Beni mi memleket yemeklerini mi?
- Seni be gülyüzüm seni…
- Ben de seni cancağızım… Hem de nasıl bir bilsen…
Telefonu kapatıp, derin bir nefes aldıktan sonra daldı odaya. Az önceki Tarık’tan eser kalmamıştı. O sıkıntılı, keyifsiz, çevresine karşı ilgisiz Tarık gitmiş yerine, bütün duyargaları açık, canlı, dinamik bir Tarık gelmişti. Atatürk’ün; “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünü hatırladı. Ve gerçek ten de kendini öyle hissediyordu. Tek başına bütün dünyaya karşı durmaya hazırdı…
Sohbet bambaşka bir mecraya girmişti. Türkiyede kurulan bir takım holdinglerin -ki bunların hemen hepsi yeşil sermaye idi- gurbetçilerden topladıkları paraları Türkiye’ye götürüp orada iç(!) ettiklerini, alçak herifler(!) bunu yaparken de gurbetçilerin dini duygularını istismar ederek yaptıklarını, konuşuyorlardı.
Tarık söylenenlerin büyük çoğunluğuna katılıyordu. Evet böyle bir durum söz konusuydu ve bu da hiç hoş bir şey değildi. Ferit bey heyecanla :
- Olayın asıl tehlikeli yanı ne biliyor musunuz, diyordu. Cumhuriyetin temel ve vazgeçilmez bir ilkesi olan laikliğe karşı ekonomik bir güç elde ediyorlar. İşte asıl tehlike bu. Öyle değil mi Tarık abi?.. Haksız mıyım?..
Tarık :
- Evet haklısın. Ama…
Dedi fakat gerisini getiremedi. Ferit bey öyle bir heyecanlanmıştı ki, onayı aldıktan sonra gerisini dinlemeden coşkuyla devam etti konuşmasına.
- Adamlar milyonlarca avro toplayıp götürüyorlar buradan. Fabrikalar kuracağız diyorlar. Cafcaflı büroşürler, kasetler, sidiler hazırlayıp dağıtıyorlar. Bunların içinde yeri bile belli olmayan, hayali, hatta kendilerine ait olmayan fabrikaların, tesislerin görüntülerini koyup bakın biz orada bunları yaptık diyerek burada zavallı, cahil, içinde memleket, vatan hasreti ile yanıp tutuşan gurbetçiyi kandırıp, alın terinin, emeğinin yıllara dayanan birikimini gaspediyorlar, çalıyorlar. Yalan mı Tarık abi?..
- Doğru söylüyorsun, böyle yapanlar var. Ama…
Tarık yine getiremedi "ama"dan sonrasını. Bu sefer Selim bey girdi araya. Aynı coşkuyla o devam etti lafın gerisine.
- Çok doğru söylüyorsun Ferit’ciğim. Bakın geçen gün Cuma namazını kılmak için bizim ordaki camiye gittim. İmam hutbede ne yaptı biliyor musunuz?.. Bu holdinglerden birinin hisse senetlerini almaları için cemaate adeta fetva verdi adam. Düşünebiliyor musunuz?.. Hutbede ya hutbede… Bu nasıl bir müslümanlıktır, bu nasıl bir zihniyettir anlamak mümkün değil ya…
Vural bey gülerek katıldı Selim beye:
- İmam efendi tabii verir fetvayı Selimciğim, adam satılan her hisse senedinden yüzde on pay alıyor… Vermez mi…
- Hah, işte asıl işin püf noktası burası, diyerek elini dizine vurdu Osman bey. Cemaatler, tarikatlar. Laiklik düşmanı oluşumlar. Vakıflar, dernekler… Siyasi kuruluşlar… Ellerindeki paranın önemli bir kısmını buralara aktarıyorlar… Kendilerine yakın buldukları siyasi partilere maddi destek sağlıyorlar. Düşünebiliyor musunuz; yarın bu adamların desteklediği bir siyasi parti tek başına iktidar olabilir… İşte o zaman yandı gülüm keten helva…
Lafın burasında ilk defa söze girdi Sevinç hanım:
- Vallaa ne yalan söyliyeyim, evet çoğu zaman memleketimi özlüyorum. Çocukluğumun geçtiği sokakların, baba ocağımın, ana kucağımın hasretini çekiyorum ama burada olduğuma da şükrediyorum. Çocuklarımın orada okuyup, büyümelerini istemem doğrusu.
Tarık bir anda yüreğinin bir tarafının sızladığını hissetti. Başını önüne eğdi. Gaye hanım "yok artık o kadar da değil" gibisinden bir bakış attı Sevinç hanıma. Ferit bey yeniden kaptı sözü:
- Şu an Almanya’da iki milyona yakın, avrupa genelinde ise üç milyonun üzerinde Türk var. Tam üç kuşaktır buradayız. İlk gelenlerimizin çocukları ve torunları burada doğup büyüyorlar. Avrupa ekonomisinde de az da olsa küçümsenemeyecek bir potansiyele ulaşmış durumdayız. Bu yobazların uyguladığı sistemi neden bizler de uygulamıyoruz?..
- Nasıl yani?
- Avrupalı Türklerin birikimlerini değerlendirecek girişimlerde neden bizler de bulunmayalım ki… Bizde halka açık şirketler kuralım… Hisse senetlerinin fiyatlarını asgari seviyede tutalım. O küçük küçük sermayeleri birleştirip büyük bir sermaye haline getirelim. Ve bu sermayeyle de büyük yatırımlar yapalım… Tıpkı onların yaptığı gibi… Ancak bir farkla; biz bu yatırımları Türkiye’de değil burada yapalım… Doğruca, dürüstçe, açık, şeffaf, gözlerinin önünde… İstedikleri zaman gelip görecekleri yerde…
Tarık ince bir istihzayla gülümsedi.
- Böylece Alman ekonomisinin uğradığı kaybı da önlemiş olursunuz. Hatta önlemenin ötesinde katkı da bulunmuş olursunuz. Bence Alman hükümetleri bu katkınıza kayıtsız kalmaz yardım eder. Destek bile olur…
- Evvet aynen öyle Tarık abi… Bence de destek olur… Alman devletinin, yasalarının güvencesinde hiçkimse de mağdur olmaz…
Aslında Tarık Ferit beyin anladığı ya da anlamak istediği gibi demek istememişti. Fakat Ferit bey bu konuda o kadar heyecanlıydı ki… Aslında bıraksaydı Tarık onlara diyecekti ki:
- Meşhur bir Alman atasözü vardır; işçinin elinden pastayı, sırtından kamçıyı eksik etmeyeceksin, diye… Türk işçisi yaklaşık yarım asırdır sırtındaki kamçı izleriyle kendisine verilen pastanın sadece hayatta kalabilecek kadarını yedi. Geri kalanını arttırarak sakladı. Bu süre içinde yaşamadı, yaşar gibi yaptı. Şimdi de yıllardır elde ettiği bu birikime gözünü dikmiş herkes, elinden nasıl kaparım diye bakıyor.
Alman ekonomistler Türk işçisinin bu birikimi bir şekilde kendi memleketlerine aktaracağını hissediyor, hayır hayır hissetmiyor biliyor. Bunu nasıl yaparız da ellerinden geri alırız, hiç değilse gitmesini engelleyebilirizin hesaplarını yapmaktalar. Oysa o birikimler Türk işçisinin anasının ak sütü gibi kendisinin hakkı. Ve onu istediği gibi kullanabilme tasarrufu tartışmasız ona ait. Çünkü onlar o paranın bedelinin diyetini oluk oluk akıttıkları terle ödediler.
Onlar buraya emekleri karşılığında para kazanmaya geldiler. Kazandıkları parayla kendi yurtlarında, memleketlerinde, evlerini yapıp, işlerini kurmak amacındalar. Ve bu onların en doğal, en insani hakları. Hiç kimsenin onları gurbete müebbet mahkum etmeye hakkı yok. Ama böyle olmadı. Oldurmadılar. Bunda birinci kabahat elbette ki Türkiye’deki hükümetlerindir. Onlara burada bu zemini hazırlamak, bunun için kolaylıklar sağlamak, onlarla işbirliği yapmak yerine tam tersine Avrupa hükümetleriyle işbirliğini tercih ettiler. Oysa onların içindeki, kafasındaki, gönlündeki şey bir gün mutlaka memleketlerine zengin birer iş adamı olarak dönmekti. En azından geçim kaygısı taşımayan insanlar olarak memleketlerinde yaşamaktı.
Bundan dolayıdır yeşil, sarı, kırmızı daha bilmem ne yaftalarını taşıyan sahtekârların oyununa gelmelerinin sebebi… Ve Almanların arayıp da bir türlü bulamadıkları, Türk İşçisini Almanya’ya müebbet mahkum edecek çözümü, içlerinden biri olan, Alman vatandaşı Türk iş adamı Ferit bey bulmuştu işte…
Daha bundan elli yıl önce Yahudilere yaptıklarını ne çabuk unuttunuz? Alman toplumu ekonomisi bozulup işler tersine dönmeye başlayınca bünyesinde yabancı saydığı unsurlara döner hemen ve gözünün yaşına bakmadan elinde ne var ne yoksa alır. Hem de bunu hiç acımadan yapar. Eğer alman vatandaşı olmanıza güveniyorsanız, sakın böyle bir hataya düşmeyin. Çünkü o zaman fırınlarda diri diri yaktıkları Yahudilerin hepsi de Alman vatandaşıydı…”
Bütün bunları söyleyememenin sıkıntısını yaşadı Tarık… Yeniden içi kararmaya başlamıştı ki…
- O kadar uzun boylu değil, diyen Gaye hanımın sesiyle kendine geldi… Ferit bey karısının bu karşı çıkışına anlam verememiş bir yüz ifadesiyle; “sen ne diyorsun Gaye” dercesine baktı.
- Ya baksanıza, biz burada iş güç sahibi oldukça, daha çok bağlanıyoruz. Dönüşümüz neredeyse olanaksız hale geliyor. Ben buralarda ölmek istemiyorum. Ben öldüğüm zaman anamın, babamın yanına gömülmek istiyorum.
Gaye hanım bunları söylerken gözleri kızarmış, dolu dolu olmuştu. Onun bu çıkışıyla Tarık’ın yüreğindeki kara bulutlar yeniden dağılmaya başladı. “İşte bu” dedi kendi kendine. “İşte bu… Bizim kadınımız, bizim kadınlarımızın bu duyarlılığı çözecek tüm sorunlarımızı… Halide Edip gibi, Nene Hatun gibi, Yozgatlı Hatçe kadın gibi… Onlar aydınlatacak yolumuzu… Onun için ana deriz biz vatan toprağına… Ne zaman bir tehlikeyle karşı karşıya kalsak önce analarımız dikilir bizim; tehlikenin karşısına… Ana vatandır, ana namustur, ana şereftir, onurdur, her şeydir bizim için… Kadınlar… Kadınlarımız…”
Bir ara Osman bey:
- Baksanıza Gaye hanım, ne hale gelmiş memleketimiz. Batmış yahu batmış memleketimiz de haberimiz yok. Bir yandan fakirlik, yokluk, yoksulluk, bir yandan hortumcular, öte yandan yolsuzluklar, bir başka yandan terör. Böyle bir memlekette yaşanılır mı?.. Eskiden her sene gidiyordum şimdi iki yılda bir gitmeye başladım zaten. Ne insanın değeri kalmış, ne insanlığın… Bu kadar sahipsizlik olur mu, diyecek oldu… Hemen aynı coşkuyla karşılığını verdi Gaye hanım:
- Ben size katılmıyorum Osman bey. Sizin söylediğiniz ya da sandığınız gibi benim memleketim sahipsiz değil…
- Peki bütün söylenenler, anlatılanlar yalan mı?
- Hayır yalan değil, doğru…
- Eee, öyleyse?..
- Ama sahipsiz olduğu yanlış… Hem de çok büyük bir yanlış… Benim memleketim asla sahipsiz değildir…
Gaye hanım ardından bir yığın şey daha söyledi ama Tarık artık onu duymuyordu. Sadece gıptayla, hayranlıkla seyrediyordu onu.
14 Haziran 2003 – Karlsruhe
YORUMLAR
almanya gerçeğiyle bezenmiş güzel bir hikaye. dediğiniz gibi eskiden almanyada çalışan türk vatandaşlarının bir umudu vardı, belirli bir birikim yaptıktan sonra yurtlarına dönmek, iş kurmak, en azından rahat bir şekilde emekliliklerinin sefasını sürmek.
şimdi bunların hepsi hayal oldu. dönmek isteseler de dönemiyorlar artık. onlar ne türkiyeliler ne almanyalılar artık. iki kültür arasında sıkışıp kalmışlar.hele de çocukları. tamamen bu kısır döngünün içindeler.
ne acıdır ki bugün türkiye onlar için, sizin de söylediğiniz gibi öldükten sonra gömülecekleri yer .. yani ana vatan hayali bir mezar oldu sonunda.
ne yapsın almanyadaki türk işçiler, türkiyeye yaptıkları yatırımların hemen hepsi ölü yatırım oldu. köylerine kentlerine yaptıkları evler, apartmanlar dükkanlar bugün bomboş, durdukları yerde viraneye döndü çoğu.
türkiye almanyadaki çalışan vatandaşlarına yeterince sahip çıksaydı, onların birikimlerini güvenli girişimlelerle destekleyerek doğru yatırımlara yönlendirseydi bugün durum hem almanyada çalışan türk işçiler için hem türkiye için çok daha farklı olabilirdi..
almanya gerçeği yazmakla bitmez, öykünüz güzeldi. romandan bir bölüm gibi geldi bana ellerinize sağlık....