- 803 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
299 - EL LATÎF
Onur BİLGE
Bu sabah, işe gitmek için kurduğum saat yedide çaldığında, uyanmakta zorlandığım zamanlarda yaptığım gibi sağa sola dönmeye başladım. Yastığımı düzeltiyor, rahatıma uygun şekiller almaya çalışıyor, sanki yeniden uyumaya hazırlanıyordum. Oysa kalkmalıydım. Çok vaktim yoktu. Mutlaka yapmam gereken şeyler vardı; duş, kahvaltı, giyinme, makyaj…
Bir de uyumaya hazırlanmak! Beş dakikacık daha… Olur mu? Nasıl kalkacağım ya?
Sırtüstü yattım ve bisiklet çevirme hareketine başladım, yavaştan. Bunun için çok erkendi. Gücüm yoktu daha aslında ama içimden neden bu isteğin geldiğini de anlayamadım. Gözlerimi açamıyordum. Kirpiklerimin arasından ayaklarıma baktım. Yeni uyanmanın tam açılamayan şuuruyla her tarafı ruhani bir varlığın kapladığını hissettim. Dış ve iç, her yeri kuşatmıştı.
Gözlerimi kapattım ve evreni düşündüm. Her yeri ihata etmişti. Görünmez nuruyla karman çorman ediyordu gökyüzünü, hızla birbirinin içinde döndürüyordu her hareketliyi, yörüngelerde hızla geçen ışıklı gök cisimlerinin izi kalıyordu.
Kirpiklerimi araladığımda ışık vurdu gözüme. Bulanık bakışlarla ayaklarıma baktım. İncecik bileklerime… Kocaman bir vücudu gün boyu taşıyan bunlar mıydı? Neydi bu iki uzantı, bedenimden çıkan? Herkes balık gibi olsaydı ve sadece yüzgeçleri… Ne kadar yadırgardık, bacakları olan birini! Bir de kolları… Kollarımı uzattım yukarıya doğru. Aşağıdan baktığım için uzadılar da uzadılar… Dizlerim yüzüme yakındı. İki diz kapağı, iki kemik… Ne kadar da oynaktı! Bütün marifet onda değildi tabi. Bacak kemiklerini hareket ettiren kaslar da işlerini iyi biliyorlardı.
Her hareketle kollar ve bacaklar şekilden şekle giriyor, bu durum, sanki onları ilk defa görüyormuşum gibi beni şaşırtıyordu. Gözlerimi daha da açarak seyretmeye, hareket ettikçe değişen durumlarını incelemeye başladım. Dizlerime ve dirseklerime doğru ne kadar kalınlaşıyorlardı! Her pozisyon farklı bir estetiğe sahipti. Bir süre hayranlıkla seyrettim. Kendi kendime:
“Ya Rabbi! Sen ne kadar güzelsin! Güzellikleri yaratan sensin! Vücut yapısı konusunda, herkeste farklı farklı ölçülerle en uygun olan oranlar hesaplanmış. Yaratılışta, gözü rahatsız eden, ‘şurası da keşke şöyle olsaydı’ denebilecek bir şey yok. Göklerde ve yerde, her yaratılanda bir hoşluk…"
Akşam babamla konuşurken, anlamını sorduğum El Latîf esması geldi aklıma. Bütün bu gördüğüm letafet, o esmanın El Hallak ve El Hay esmalarına yansımasından mı meydana gelmişti? Uyanır uyanmaz bana sırrını mı beyan etmişti? Oysa akşam, ne kadar tasavvur etmeye çalışsam başarılı olamamış, vazgeçmiştim. Zatını böyle tanıtıyor, sıfatlarını bu şekilde açıyordu, demek. Kendimi henüz tam anlamıyla zinde hissedemeyişime, kısa süreli bir sersemleme eklendi. Hafif bir sarhoşluk hali geldi geçti üzerimden. Sanki röntgen ışınları ama hissedilen, bariz olmasa da rahatça fark edilen…
Allah bir şeyden meydana gelmemiş ve bir şeyi meydana getirmemişti, kendi bünyesinden. Yapısından bir şey katarak bir şey yaratmamıştı. Varlıklar, sıfat tecellilerinden oluşmuştu. Maddi ve manevi âlemler, Allah’ın özelliklerinin birbirine yansımasından meydana gelmişti. Rahman sıfatı; merhamet, sevgi ve kudreti ifade ederken, Latif sıfatı da yarattıklarına letafet veriyordu. O, Latîf’ti, yumuşak ve hoş… Güzelliklerle beraber tezahür eden zarafet de bu esması ile seyredilebiliyordu.
Ayak ve el parmaklarıma baktım. Tırnaklarıma… Onların renk, şekil ve yapı olarak birbirlerine uyumlarına… Oranlarına, sıralanışlarına, işlevlerine… Hayran hayran seyretmeye devam ettim. Her parmak, en uygun boy ve yapıda, olması en uygun yerde… Hepsi birlikte, kıpır kıpır ve görevlerini yapmaya hazır.
“Oh! Her şeyi en mükemmel biçimde halk eden ve işleten Allah’a Hamdolsun! Şimdi kalkabilirim! Günaydın, dünya! Günaydın yer gök! Günaydın millet! ” derken, annemin yanındaydım. Mutfakta yerini almıştı bile. Annelik şefkat ve merhametiyle ayaktaydı, şikâyetsiz. Yanaklarından öpmek istedim, zamanı değildi. Arkasından sarıldım.
“Günaydın! ”
“Bu ne neşe? Günaydın da… Sen böyle kalkar mıydın? Hangi dağda kurt öldü?”
“Sonra anlatırım. Bu sabah çok hoş bir şey oldu.”
“Termosifon yanıyor. Su hazır.”
Babam da ayaklanmış, etrafta dolaşmaya başlamıştı. Kalkar kalkmaz radyonun kulağını büker. Oyun havaları bulur bir yerlerden. Güne neşeyle başlamak ve başlamamızı sağlamak ister. Oynar da bazen. Halam da öyledir. Baba tarafımın bu nedenle uzun yaşadığı söylenir. Seksenden önce ölen olmamış, babamın bir halasından başka. Onun ölüm sebebi de bağırsak düğümlenmesi… Demek ki en hareketsizleri oymuş. Ömrü o kadarmış, diyelim. Kadere inananlardanız.
Maksat, uzun yaşamak değil, hayatı fark ederek, mümkün olduğunca tatlandırarak, mutlu yaşayabilmek…
Kahvaltıda, güne gözlerimi açarken olanları anlattım onlara, tekrar yaşarcasına, heyecanla:
“Sanki ilk defa görüyordum kollarımı ve bacaklarımı. Göre göre alıştığımız, hiç de yadırgamadığımız, oysa oldukça garip beden yapımızı tekrar inceledim. Latif tarafımız olan ruhumuzun kullandığı binek, demek böyle acayip fakat kas, kemik ve deriyle olan mükemmel uyumuyla eşsiz bir sanat eseri! ”
“O kadar mı? ” dedi, annem. Babam:
“Ya işlevi, her birinin? ” diyerek, uzun uzun anlatmaya koyuldu. O kadar detaylı anlatıyordu ki yine bizi de kendisini de yordu. Oysa herkes onların öyle olduğunu gayet iyi biliyordu. Birazdan her bir uzuv harekete geçecek, yediklerimiz sindirilecekti. Midede maddi bir hareket başlayacak, bağırsaklara devredilecekti. Beyindeki faaliyet, latif bir biçimde oluyordu.
Giyinmek üzere kalktığımda hâlâ babamın heyecanlı sesi duyuluyordu. Radyoda oyun havaları… Aynada yüzüm, saçlarım… Parmaklarım, bir kuaförün becerikli parmakları oluyordu. Sağ elimdeki fırça tarıyor, sol elim şekil veriyordu. Kalın ve sert, canlı bir saç yapısına sahip olduğum halde iri dalgalı oluşu ve kolayca şekil alması hayret edilecek bir şeydi. Bu da mı Latîf esmasındandı?
“Saçımdan tırnağıma, her uzvumu kusursuz yaratan Allah’ıma Hamdolsun! ” dedim, duyulmuştur.
Akşamdan hazırladığım kitaplarımı ve çantamı alıp çıkarken annem kapıdaydı, her zamanki gibi beni hayır duayla uğurlamak için. Mutlaka elini öpüyordum, o duayı almak amacıyla. İşlerim rast gidiyor, gün boyu huzurlu oluyordum, mutluluğumu son derece etkiliyordu.
Nihayet çıkabilmiştim ki İlhan’la az daha burun buruna gelecektik. Ne arıyordu, sabah sabah, yolun bu tarafında? Hemen bir şey unutmuş gibi içeriye döndüm. Vestiyerde bir şeyler arar gibi yaptım. Annem, ceket falan aradığımı sanmış olacak ki o yönde sorular yöneltmeye başladı. Çantamı karıştırmaya koyuldum. Maksadım oyalanmaktı. Onun biraz uzaklaşmasını sağlamaya çalışıyordum.
Öyle garip bir duyguydu ki bu, uzaktayken yaklaşmak, yakınken anında kaçmak, uzaklaşmak istiyordum. Onda da aynı duygular vardı. Biliyordum. O da benim yaptığım gibi yapıyordu. Ben böyle değildim aslında. Bazı duygular sirayet ediyor olmalıydı. Çünkü ben ondan göre göre böyle olmuştum.
İlk zamanlarda tanışmak, konuşmak, kaynaşmak için can atıyordum ve onun bu tür hareketler yapmasına kızıyordum. Zamanla ben de onun gibi yabani, yoz oldum.
İki çubuk mıknatıstık biz. Madde bedenlerimizle karşılaşmalarımız, aynı adlı kutuplarımızın buluşmasıydı, anında ve şiddetle birbirimizden uzaklaştıran; latif olan ruh bedenlerimizle ise kopmamacasına can cana… Bu, bende böyleydi. Onda da böyle olduğundan emindim. Bedensel karşılaşmalarımızdaki itişin şiddeti, ruhsal yakınlığın şiddetine eşiti.
Birkaç saniye sonra, epey arayı açmıştır, düşüncesiyle çıktım. Çok da uzaklaşmasını istemiyordum. Hayalen de olsa bir süre beraber yürümek, aynı yöne… Arkasından da olsa seyretmek… Beden dilinden anlamaya çalışmak, hangi hisler içinde olduğunu. Yere basışından anlamak, güne nasıl başladığını.
Karşılaştığımız zamanlarda yere basışı değişiyor. Zarafetine zarafet ekleniyor, görüyorum. Bende de öyle oluyordur, mutlaka. İlk gördüğümde böyle tane tane uçuşmuyordu saçları. Daha sık yıkamaya başlamış olmalı. Gömleği ütüsüz, pantolonu kırışıktı. Şimdi öyle mi ya? O zamandan beri giyimine dikkat ediyor. Renk renk pantolonları ve gömlekleri var. Benzer renkte benim de var. Sabahları önce çıkıyor ya evden, ne renk giydiyse, aynı renk giyiyorum. Üniseks moda… Sevgililer, evliler bir örnek giyiniyor.
Bu kadar erken mi başlıyor acaba dersleri? Ben, öğleden sonraları ve akşamları giriyorum. Şimdi öğretmenlik görevim başlayacak. Belki kütüphanede falan ders çalışıyorlardır. Onların dersleri ağır… Bizim gibi değiller ki! İnsan sağlığı… Bu ellere teslim edilecek. Altı yıl… Bizimki, dört yıla yayılmış. İki yılda da biter.
O da uykusunu alamamış galiba. Yere basışındaki mutluluğa, ayaklarını sürükleyişindeki isteksizlik karışıyor. İzlendiğini hissediyor olmalı ki adımları ritmik ve kollarının sallanışı rahat değil. Elindeki defteri sık sık kıvırıp duruyor ve sürekli bir elinden diğerine geçiriyor. Yol ayrımı… Güle güle can! İyi dersler sana! Gece arkadaşım, can yoldaşım, hakkında hiçbir şey bilmediğim, en çok sevdiğim... Ruh sesimle söyledim. Duymuş olmalısın. Duysan da duymasan da şu anda beni hissettiğini biliyorum. Cadde sessiz, ayakkabılarımızın seslerini duyuyoruz. Hele benimkiler, topuklu, tık tık… Acelesiz adımlar atıyorum. Sakin ve huzurlu olduğumu bilmen için. Birazdan azalacak, duymakta olduğun ses ve kesilecek. Fakat latif varlıklarımızın hoş etkisi, ruhlarımızda hüküm sürmeye devam edecek.
Aşk da latif ve lütuf… Allah’ın en büyük lütuflarından sayısız lütfu yetmezmiş gibi kullarına çok zarif bir ikramı… Ya Rabbi! Sana nasıl şükredeyim! Sana nasıl Hamd edeyim? Seni nasıl sena edeyim? Sen ve o… Varlığınız varlığımla... Her adımda…
Ne demişti babam? İnce, hoş ve yumuşak… Kesif ve katı değil… Lütuf ve yardım…
“Mülk Suresi’nde, Allah’ın Latîf’ ve Habîr olduğu; En’am Suresi’nde, Latif esmasıyla gözlerin O’nu göremediği, O’nun bütün gözleri gördüğü, Şura Sûresi’nde de latif esmasıyla dilediğini rızıklandırdığı bildirilmektedir. Allah’ın bir ismi de Nur’dur ve bütün sıfatları latiftir; zatı ve sıfatları maddeden münezzehtir Latif varlıklar, maddî ve kesif varlıklardan çoktur. Muhyiddin Arabi Hazretleri, bir saniyede dört yüz bin melek halk edilmekte olduğunu söylemiştir. Her ‘Sübhanallah’ dendiğinde bir melek yaratılır.
Duygular da latiftir. Aklın faaliyeti, Latîf sıfatıyla Allah’ın lütfudur. Letafet, yumuşaklıktır. Yumuşak davranan, bu esmanın feyzinden faydalanır” demişti ve eklemişti:
“En ince ve gizli işleri, bütün incelikleriyle bilen, yapan, ince ve sezilmez yollardan kullarına yardım ulaştıran, onlara çok kolay nüfuz ve lütufla muamele eden…”
Bunları akılla bildiğimizi, vicdanımızla sezdiğimizi söylemişti. “Çiçeklerin açması, yaratılışın mükemmelliği ve güzelliği, yine sonsuz lütfuyla bahşettiği iman, nasip ettiği ibadet, sabredenlere ikramı olan mükâfat, her şeyin bir şeye hazine oluşu Latîf olduğundandır.” demiş, midyedeki sedefin inciye, arının bala, ipekböceğinin ipeğe, insanın gönlünün de kendi marifetine hazine olduğundan bahsetmişti.
Bütün bunları düşünerek yürürken yol bitivermiş. Erken gelmişim. Bahçenin sağında solunda tek tük öğrenciler… Zil çalıncaya kadar vakit geçirmek için öğretmenler odasına gitmek düşüncesiyle okulun kapısına doğru yürüdüm.
Bu çocukların en güzel yanlarından biri de öğretilen saygı gösterme biçiminde sevgiyi içtenlikle öne çıkarışlarıdır. Öğretilen, bir öğretmenin okulun bahçe kapısından girdiğini görünce, nerde ve ne yapıyor olurlarsa olsunlar, bırakıp gelmeleri, yaklaşıp selamlamaları şeklinde, monotonlaşmış bir harekettir. Göstermeliktir, belki mecburen uygulanmaktadır ama o çocuksu telaş içinde fark edilen; gözlerindeki sevinçli pırıltı, dişlerindeki ıslak ışıltı, dudaklarındaki mutlu ve yaramaz kıvrılışla yanaklarındaki hoşluk ve utangaç pembelikle: “Günaydın, öğretmenim! ” diyişlerindeki ince güzellik, tamamen sevgi belirtisidir. Ya bir yerlerden bulup, arkalarında saklayarak getirdikleri çiçekleri, küçücük çekingen elleri, titrek ve incecik sesleriyle sunuşlarındaki içtenlik?
Bu çocuklar da atomlardan oluşan bir maddeden meydana gelmişlerdi ve onlardaki bu güzellikler, Latîf isminin tecellisindendi ve üflenen hazineden geliyor, akıl yoluyla anlaşılıyordu.
“Letafet, maddeyi aşar, manada zirveleştirir. Ayrıca bu isim melodiktir, kalbi kolayca etkiler ve yumuşatır. Ona; merhamet, hissediş, arayış ve sabrı aşılar.” demişti babam.
Annem de bu esmanın, kısmet ve rızk için okunduğunu, Ya Latîf ismini zikredenin bunalımdan kurtulup huzura kavuştuğunu, hastaysa iyileştiğini, dileklerinin gerçekleştiğini, başarı ve zenginlik getirdiğini duyduğunu, fırsat buldukça çekebildiği kadar çektiğini söylemiş, bana da tavsiye etmişti. Evden çıktığımdan beri anlamı aklımda, zikri dilimdeydi.
Tam merdiveni çıkıp, okulun giriş kapısına gelmiştim ki arkada bir feryat koptu! Birinci sınıfa giden bir erkek çocuğun düştüğünü söylediler. Hemen geri dönüp aldım, kapının girişinde, sağdaki masada oturmakta olan iki bayan, bir erkek öğretmenin yanına getirdim. Bayan öğretmenin birisi kan görmeye dayanamazmış, bedeninden hiç çıkmazmış gibi başını çevirdi. Diğeri de çok tiksinmiş bir ifadeyle burun büktü ve tombul bilekli, altın bilezikli, kocaman, yüzük dolu elini sallayarak:
“Aman götür, götür! .. Getirme buraya! .. Midem bulandı! ..” dedi.
“Kim yardımcı olacak? Annesi mi? Biz temizleyeceğiz! ..” dedim, sert bir sesle.
“Kim temizlerse temizlesin! ..” diye, sohbetine, kaldığı yerden devam etti, umursamaz tavrını sürdürerek.
Bu arada, erkek öğretmen gelmiş, hizmetlinin getirdiği suyla merdivene geri götürdüğüm çocuğun yüzünü yıkamaya, burnunu temizlemeye yardım etmeye başlamıştı. İlkyardım bitti, ellerimizi yıkamaya, lavaboya gitmiştik ki geri döndüğümüzde bir de ne görelim? Az önce güya midesi bulanan öğretmen yerdeydi! Aniden fenalaşmış, minyon tipli bayan arkadaşı tutamayınca sandalyeden düşmüş, kafasını beton zemine fena halde çarpmış, sarı boyalı lepiska saçlarından kan sızıyor, yerde debeleniyor, ritmik hareketlerle kafasını vurup duruyordu! .. Daha fazla vurmasın diye başını tutup kaldırdım. Ağzı sol kulağının yanına gitmiş, burnu yanağında, gözleri yuvalarından fırlamış, biri sağa biri sola bakıyor, hizmetliyle erkek öğretmen, kilitlenen dişlerini açmaya çalışıyorlardı. Bir süre sonra ağzından köpükler gelmeye başladı. Meğer saralıymış. Epilepsi… Yaklaşık iki yüz çeşidinden bilmem hangisiymiş. Yüzüne su serperek ayıltmaya uğraşırken kafasındaki kan dağıldı, pembeleşerek sol omzuna akmaya başladı. Pamuk, sargı bezi falan geldi. İlk yardım yapılacak, bir de baktık ki altında kocaman bir ıslaklık ve nikotinle karışık bir amonyak kokusu…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 299
YORUMLAR
Birazdan azalacak, duymakta olduğun ses ve kesilecek. Fakat latif varlıklarımızın hoş etkisi, ruhlarımızda hüküm sürmeye devam edecek.
Aşk da latif ve lütuf… Allah’ın en büyük lütuflarından sayısız lütfu yetmezmiş gibi kullarına çok zarif bir ikramı… Ya Rabbi! Sana nasıl şükredeyim! Sana nasıl Hamd edeyim? Seni nasıl sena edeyim? Sen ve o… Varlığınız varlığımla... Her adımda…
Ne demişti babam? İnce, hoş ve yumuşak… Kesif ve katı değil… Lütuf ve yardım…
Nekadar güzel binbir anlam ve huzur dolu bir yazi.
Bu yazdiklariniz cok cok güzel hicbirsey eklenemez.
Okudugum son yazi bu güzel gecede.
Yüreginize saglik sevgili Onur Bilge
Sonsuz sevgimle