Yöneticilerin Gücü
Uzun saçlarını dalgalandıran rüzgar bir an için durunca yavaşça arkasını döndü ve yürümeye başladı zırhlar içindeki savaşçı. Güneş yavaştan doğmaya başlamıştı. Bulutlar güneşin göründüğü tarafa yönelmiş, güneşin bu günü görmesini engellemeye çalışıyorlardı. Savaşçı uzun mermer yolda sükunetle ilerledi.
Savaşçı yoluna devam ederken az önce baktığı surların yaklaşık bir kilometre ötesindeki askerler savaş düzenine geçmeye başlamışlardı. Miğferleri ve göğüs zırhları hazırdı. Hepsinin elinde keskin kılıçlar ve dayanıklı kalkanlar vardı. Gözlerindeki savaş arzusu metrelerce uzaktan fark edilir cinstendi.
Önceki piyadelerin yaklaşık elli metre gerisinde süvariler görünmeye başlıyordu. Sadece eğeri olan kahverengi, siyah, koyu sarı atlar üzerlerindeki mızraklı efendilerini gururla taşıyordu. Dizginler gergindi, ‘ileri’ emrini bekliyorlardı.
Piyadelerin ve süvarilerin arasında bir kilometre ötelerindeki kalın surları parçalamak için mancınıklar vardı. Mancınıklardan görevli askerler çoktan ilk kayaları yerine yerleştirmişlerdi bile. Sadece emri bekliyorlardı.
Bütün bunları görmese de, çok rahat bir şekilde tahmin edebilecek olan savaşçı sonunda yolun bitişindeki muazzam kapıya ulaştı. Önündeki muhafızlar kalenin alt katlarındaki cenk öncesi hazırlıktan bir haber nöbetlerini tutuyorlardı. Gergin havaya rağmen göz kapaklarında dahi kıpırdama yoktu. Savaşçı kapının önünde bir süre bekledikten sonra muhafızlar kapıyı sonuna kadar açtılar. Savaşçı sol elini, belinin solunda asılı duran kılıcın kabzasına koydu ve yürümeye devam etti.
O içeri girer girmez içerdeki muhafızlar da toparlandılar. Birkaç kişi oraya buraya koşuştu. Hava bir anda değişti. Ahenkli adımlarıyla ilerlerken sağdaki odaların birinden çıkan başka bir savaşçı hızla onun yoluna çıktı ve önünde diz çöktü.
“Zangar’ın Ulu Hükümdarı, Trantix, düşmanın saldırıya hazır olduğunu bildiriyorum. Savunma hatları hazır. Gelen ilk mancınık saldırısıyla beraber karşı atak kale içindeki mancınıklardan başlayacaktır. Fakat dışarıdaki binlerce, hatta on binlerce kişiye karşılık sadece on dört bin askerimiz asla yeterli olmaz.” Biraz duraladı ve öne eğilmiş başını kaldırıp mavi gözlü, uzun saçlı Trantix’e baktı. “Yine söylüyorum, Yöneticilerin Gücü’nü kullanmalıyız, aksi takdirde düşmanın eline geçecek o güç.” Başını yine eğdi.
Trantix bir süre hareketsiz bir şekilde bekledi. Kafasındaki düşünceleri toparlamaya çalıştı. Her şey birbirine girmiş durumdaydı. Surlarının ilersindeki tehlikenin büyüklüğünün farkındaydı ancak Yöneticilerin Gücü’nün asla ve asla kullanılmamasının gerektiğinin de farkındaydı. Üstelik gücü kullanmamak daha baskın geliyordu. Kabzadaki elini önünde diz çökmüş savaşçının omzuna koydu ve “Kalk ayağa, varisim Torre,”
dedi. “Sözlerinle dile getirdiğin mantıklı davranışları inkar etmiyorum. Ancak sen de biliyorsun ki Yöneticilerin Gücü kesinlikle kullanıma yasak olan bir güçtür. Yüzlerce yıldır Zangur şehrindeki görkemli Zangram kalesinin derinliklerinde gizlidir. En son oraya babamla ben gittik. Yerini öğrenebilmem için. Ondan önce de babamla onun babası gitmişti. Sen de sadece yerini öğrenmek için ineceksin o tünellere, kullanmak için değil.”
Torre ani bir hareketle ayağa kalktı ve bir adım daha Trantix’e yaklaşarak fısıltıyla konuştu. “Fakat baba, sen de biliyorsun ki bunu yapmak zorundayız. Yunanlılar zamanından kalan Tanrıların gücünü en azından bu savaşta kullanmalıyız. O güç bizi bu savaştan sağ çıkartabilecek tek şey.”
“O güç lanetlenmiş!” diye çıkıştı bir anda Trantix. Sonra sakin bir şekilde devam etti. “O gücü kullanamayız. Yüce Yaratıcı onun gizli kalmasını istedi. Ve öyle de olacak. Gerekirse biz burada öleceğiz.
Gerekirse Zangram yıkılacak. Gerekirse Zangrum ele geçirilecek. Ama o sır saklanacak!”
Sözlerini sonlandırınca uzun ve geniş yoluna devam etti. Torre geride kaldı ve hiç kıpırdamadı. Trantix dört beş adımdan sonra durdu ve arkasını dönmeden “Son sözüm budur Torre, şimdi savunma hatlarını kontrole git. Ben de geleceğim sonra,” dedi ve yürümeye devam etti.
Torre de hiç arkasını dönmemişti. Babasının ani çıkışı onu derinden etkilemişti. Göz göre göre oğlunu ölüme yolluyordu. Gücün yerini bilen tek kişi olmasına rağmen, o gücün tek şans olduğunu bilmesine rağmen kullanmak istemiyordu. Belki de çekiniyordu.
Torre verilen emri yerine getirmek için tez adımlarla babasının az önce girdiği kapıdan çıktı gitti. Aşağıya doğru inen toprak yolu izledi ve kısa sürede savunma savunma hattına ulaştı. Tam olarak on yedi mancınık aralarında birer tanelik boşluklarla yan yana sıralanmıştı. Sağ ve sol baştakiler hafiften merkeze doğru yönelmişlerdi. Kayalar atılmaya hazır bir vaziyette, askerler düşmanın menzile girmesini bekliyordu.
Torre mancınıkları kontrol ettikten sonra kalın surların yanındaki bir merdivenden surların üzerine çıktı. Güneş artık etrafı daha iyi aydınlatıyordu ve düşman daha net görünüyordu. Koskocaman ordu saldırıya hazır vaziyette bekliyordu. Torre surda gezerek okçuları kontrol etti. Ateş ızgaraları hazırdı. Surun dibine yaklaştı ve yerlere baktı; katran yerlerde duruyordu. Geniş bir alana yayılmıştı. Sur boyunca ilerlemeye devam etti. Her asker yayını eline almış, kılıcını beline takmış, hazır bir şekilde bekliyordu. Bu savunmanın manasını tam olarak bilmiyorlardı. Tek bildikleri Yöneticilerin Hikayesi’ydi.
Torre teftiş edermiş gibi surda ilerlerken bütün hikayeyi tekrar etti kafasından. Onun bildikleriyle halkın bildikleri aynı değildi. Sonuçta o Hükümdarın oğlu Torre’ydi. Daha çok bilgiye sahip olma hakkı vardı. Bu yüzden babası ona bir takım şeyleri anlatmıştı. Yüce Yaratıcı’nın evreni yarattıktan sonra Dünya’yı yönetmesi için Olimpiyan’ları yarattı. Bunlar bir tür melekti ancak diğer meleklerden farklı olarak bazı konularda iradeleri vardı. Olimpiyan’ların yani Yunanlıların Olimpos’da yaşadığına inandığı on Tanrıların yanında bazılarına göre Olimpiyan’lardan sayılar dört Tanrı daha vardı. Bunlar bir tür gezgindi, Olimpos’a her zaman gelmezlerdi.
Yüce Yaratıcı bu varlıkları yarattı ve Yönetici olarak Dünya’nın hizmetine sundu. Kendisini bir sır olarak sakladı. Asırlar boyunca sadece Peygamberleri Olimpiyan’lar haricindeki meleklerden bazılarıyla tanılma şerefine ulaştılar. Yüce Yaratıcının varlığını bilseler de, insanlara Yöneticileri tanıttılar.
Yöneticilerden gezgin olarak bilinen dört Yönetici’den Hades, yani ölülere hükmeden yeraltı meleği, iradesini düşüncelerini kötüye kullanmak için kullandı. Dünaya’yı yönetme güçlerinin olması, kendisini ve kardeşleri olarak adlandırdığı diğer Olimpiyan’ları Tanrı gibi görmesine yol açtı. Bunu Yöneticilerin yöneticisi Zeus’a söyledi. Bunun üzerine on dört Yönetici Olimpos’da bir görüşme yaptılar ve kendilerini göstermeye karar verdiler. Tanrısallaşma süreçleri başlayacaktı.
İlk olarak Yunanlılara insan şeklinde göründüler. Sanki insanları yaratanlar kendileriymiş gibi anlattılar herkese. Tanrıları tanıttılar. İnsanlar Zeus’u, Hera’yı, Poseidon’u, Hades’i, Athena’yı, Ares’i ve diğer sekiz Yöneticiyi birer Tanrı gibi tanıdı. Yüce Yaratıcı’nın kendilerine verdiği görevlere yönelik güçleriyle insanları ikna ettiler.
Artık savaşa giden Yunanlılar Ares’e, balığa çıkacak balıkçılar Poseidon’a, evlenecekler de Hera’ya dua ediyorlardı.
Yüce Yaratıcı bütün olanları nurların ve gölgelerin içinden izlerken gelişen olaylara bir dur deme zamanı geldiğini fark etti. Bunun üzerine Zeus, Poseidon ve Hades’in önderliğindeki, insanlara Tanrıymış gibi kendilerini tanıtan Yöneticilere inanmayan bir kavim buldu. Peygamberlere artık kendisini insanlara anlatmasını söyledi. Ve Yöneticiler’in güçlerini nur ile gölge karışımı, parlak bir şekle sokup o kavme koruması için verdirtti. Hükümdarlarına meleklekleriyle bilgileri verdi.
Yöneticileri de kıyamete kadar Dünya’ya düşecek yağmur, kar, dolu tanelerini taşıması için görevlendirdi. Artık onlar normal birer melekti. İradeleri olan ancak kurallara karşı gelemeyecek birer meleklerdi.
İşte şimdi Torre o gücün emanet edildiği kavmin sonraki varisiydi. Yüce Yaratıcı’nın varlığından haberdardı ve olanları kendisine anlatıldığı kadarıyla biliyordu. Ama bir türlü neden o gücün kullanılmaması gerektiğini anlayamıyordu. Sonuçta düşman o gücü kullanmak için geliyordu.
Düşman, topraklarındaki kuraklık ve salgının Yunanlıların Tanrılarına yapılan hakaretten dolayı olduğunu düşünüyordu. Kadınları ölüyordu ve onları kurtarmak için en hünerli hekimler cahil kalıyordu. Yeni doğan çocukları hasta ya da sakal doğuyordu ve nesilleri tükeniyordu. Belki de asırlardır süre gelen bu kavmin hikayesinin sahte olduğunu söyledikleri için oluyordu bütün bunlar. Ama onlar fark etmiyordu bile.
Torre önüne aniden gelen bir askerle kendisine geldi ve yürümeyi bıraktı. “Efendim, düşmanın mancınıkları ile piyadelerinin bir kısmı harekete geçti. Ne yapmamızı istiyorsunuz?”
Torre hiçbir şey demeden birkaç saniye bekledi. Sonra yavaşya sağa doğru baktı ve ilerleyen şerri gördü. Yunan Tanrılarına inanan bütün kavimler toplanmış, el birliğine girişmiş ufacık Zangram’a saldırıyordu.
“Bizim mancınık menzillerimize girene kadar bekleyin. Ardından kayaları ateşe verip atın. Kalenin yıkılan parçalarını da toparlayın ve kaya olarak kullanın. Onarıcılar onarabildikleri kadarını hızl onarsınlar. Okçular da emrimi beklesin.”
“Emredersiniz efendim,” dedi ve Torre’nin arkasına doğru koşar adım devam etti. Torre bir anda aylardır üzerinde çalıştığı stratejisini hayata geçirmeye karar verdi. Ve arkasını yönerek “Asker,” dedi yüksek bir sesle. Az öce koşar adım giden asker geriye döndü ve kendisine bakan komutanına doğru daha hızlı bir şekilde koştu. Torre’nin önüne gelince sessizce bekledi. “Karargahda, benim çalışma odamın yanındaki yerde kırk kadar balon gibi toplar var. Dikkat edin, koaly patlayan şeylerdir. Onları alın ve mancınıklara yerleştirin. Emrimle ilk olarak onalr atılacak. Daha sonra ikinci kez yerleştirilsinler ve emrim beklenecek.
Sonra kayaları koyun ve ateşe verin, o andan itibaren mancınık atışı serbesttir.”
Asker denilenlerin manasını pek anlamasa da emirleri yerine getirmeliydi. “Emredersiniz, efendim,” dedi ve arkasını yönüm topları almak için odaya doğru koştu.
Torre surların en uç noktasına geldi ve iki okçunun arasına girdi. Güneş düşmanın arkasından epey çıkmıştı meydana. Bulutlat hafiften dağılıyordu. Mavi gökyüzü bütün berraklığıyla ortaya çıkıyordu. İlerleyen düşmanın ayak sesleri okçuların miğferler içine gizlenmiş kulaklarını dahi çınlatıyordu. Üçüncü Güç Savaşı başlıyordu.
Torre bir süre ufku izledikten sonra geldiği yöne doğru ilerlemeye devam etti. Düşman yaklaşıyordu.
Sonunda çıktığı merdivenlerden indi ve mancınıkların yanına gitti. Kayalar çoktan indirilmişti. Her bir mancınığın yanında yaklaşık on kadar büüyk kaya duruyordu. Onların yanında da katranlar hazır bekliyorlardı. Bir iki asker de ellerinde meşaleyle bekliyordu. Torre ilerdikçe bazı mancınıklara kendi tasarımı olan topların konulduğunu gördü. O anda emri verdiği asker yanına geldi.
“Efendim tam olarak otuz yedi tane top vardı. İki atış işe otuz dört top eder. Geriye kalan iki topu ne yapmamızı istersiniz?”
“En ortadaki iki mancınığa verin, onlar üçer tane atacaklar. Unutmayın, toplardan hemen sonra atılacak kayalar. Gecikme fazla olursa menzili biraz azaltıp atın. Topları atarken de, kayaları atarken de onların mancınıklarını hedef almayı unutmayın.”
“Emredersiniz, efedim,” dedi ve geri dönerek emirleri yerine getirmeye gitti. Torre bu sayede büyük bir avantaj kazanacaklarını biliyordu. Ancak yine de on binlerce kişiye karşı savunma kolay bir şey değildi.
Torre yine surlara doğru giderken babasıyla karşılaştı. Savaşa hazır bir vaziyette o da surlara doğru gidiyordu. “Mancınıklardaki toplar da neyin nesi, Torre? Bizim kayaya ihtiyacımız var, içinde tuhaf bir sıvı barındıran toplara değil.”
“Lütfedersiniz ki, benim de savaş deham en azından sizin kadar gelişmiş vaziyette. Sadece bana güvenin, hükümdarım.” Sonra eliyle yolu gösterdi ve babasının surlara çıkmada önceliğini belitti. Trantix tereddütsüzce merdivenleri çıktı. Çünkü oğlu çok az emin konuşurdu, konuştumu da, gerçekten emin olurdu.
Baba oğul sessizce düşmanın yaklaşmasını izlediler. Bir süre sonra bir asker geldi ve Torre ile Trantix’e şerle dolu haberi verdi; “Düşman menzile girmek üzere, birazdan duracaklar”.
Daha o konuşmasını henüz tamamlamıştı ki düşman saflarından boru sesleri geldi. Durmuşlardı. Torre bir an babasına baktı ve adeta gözleriyle ‘elveda’ dedi. Trantix de oğluna aynı şekilde bir bakış attı. Ardından okçu kulelerinden birisine doğru ilerledi. Okçuların yanında duracaktı ve doğu kanadındakileri o yönetecekti. Torre de askeri mancınıkları yanına gönderdi ve kendisi mancınıkların hizasındaki surların önüne geçti. Her şey hazırdı.
Düşmanın piyadeleri durmuştu ancak mancınıkları biraz daha ileri çıkmıştı. Kayaların koyulduğu görülebiliyordu. Artık menzilin içindeydiler. Atış başlayabilirdi.
Torre arkasını döndü ve emri verdi. “Menzilleri en ileriye ayarlayın, topları hazır edin,” gözleri düşmanda, sağ eli havadaydı. “Ateş!” Bu bağırışla arkasından birçok ses duyuldu birbirinin aynı olan. Mancınıklar serbest bırakılmıştı.
Büyük toplar havada süzülürken yenileri yerleştirildi. Torre havadaki topları izledi. Menzili oldukça iyiydi.
Hızla süzüldüler ve sonunda düşman hattına girip yere çarparak patladılar. Siyah katran düşmanın mancınıklarına, askerlerine, her yere yayılmıştı. Beklenmedik bu ataktan hiçbir asker ya da mancınık hasar görmemişti. Torre tekrar bağırdı. “Ateş!” İkinci toplarda süzüldü. Ortadaki iki mancınık son toplarını yüklediler. İkinci toplar da hemen hemen aynı yere düştü. Şimdi kılıçların ve zırhların üzerinde siyah bir tabaka vardı.
“Ateş!” dedi son bir kez ve son iki top da havada süzülmeye başladı. Şimdi son iki mancınık da kayaları yerleştiriyordu şimdi. Atılan iki top da yerine ulaştı ve etrafı siyaha boyadı. Bunun üzerine düşman safından boru sesleri yankılandı. Artık onlar da ateş açabilirlerdi ve açmışlardı bile.
Koca koca kayalar Zangram Kalesi’ne doğru süzülüyordu. “Ateşe veril!” diye haykırdı Torre kayalar zirvedeyken. Daha askerler kayaları yeni ateşlemişlerdi ki düşmanın ilk kayaları surlarda gedik açmaya başladı. Yer sallandı. Askerler kayaların altında ezildi. Onarıcılar derhal işe yarar kayalarla işe koyuldu. Bazı askerler de işe yaramaz kayaları mancınıkların yanına getirdi.
“Ateş!” dedi Torre dördüncü kez. Bu sefer gökyüzünde ateş topları görüldü. Mancınıkların başındaki askerler ikinci kayaları da yerleştirdi ve katrana boğdu. Ateş topları havadayken bazı düşman mancınıklarından kayalar ateşlendi. Henüz zirveye gelmemişlerdi ki ateş topları yere indi.
Bir anda karanlık görüntünün yerini alevler sardı. Bütün katran yanıyordu. Katrana bulanan askerler ve mancınıklar ateşler içindeki bir tavuk gibi bağırıyordu. Torre çığlıkları bulunduğu yerden duyabiliyordu. Taktiği işe yaramıştı. Keyifle alevleri izlerken olduğu yer biraz sarsıldı; surlarda bir gedik daha açılmıştı.
Düşman askerlerinden yananlar sağa sola kaçışıyordu. Katrana bulanıp da henüz tutuşmayanlar geriye doğru koşuyordu. “Ateşe verin!” dedi yine Torre. Bütün planları çok güzel işliyordu. Şimdiden iki mancınık kullanılmaz durumdaydı ve birçoğu da yanıyordu. Yüzlerce askerse çoktan ölmüştü. Ölenlerden daha fazlası da katrana bulanmıştı. “Ateş!” diye bağırdı sura inen bir kayayla. Ardından geriye döndü ve son emrini verdi mancınıkçılara. “Her mancınık iki tane daha ateş topu atacak. Sonra kayalar normal atılacak. Bu andan itibaren atış serbest!”
Mancınıkların olduğu yerde birden büyük bir hareket başladı. Bazı mancınıklar kayaları ateşe verdiği gibi ateşlendi. Bazıları hala katranliyordu kayaları. Askerlerde büyük bir neşe vardı. Savaşa büyük bir avantajla başlamışlardı.
Torre oluşumunda büyük emeğe sahip olduğu manzaraya baktı. Düşman safları dağılıyordu. Kimi ateşe bulaştığı için, kimisi de ateşin üzerlerine gelme korkusundan. Bazı mancınıklar sağlan dursa da kullanacak askerler yoktu etrafında. Yere dökülen katranlarda alevlenmişti. Üstelik daha kalenin dibindeki katranlar duruyordu.
Torre hiç katran topu kalmadığını biliyordu. Bu toplar oldukça işe yaramıştı. Bu yüzden surdan hızla indi ve o topları yapmasında kendisine yardım eden askerleri buldu. Onlara gerekli emirleri verdi ellerinden geldiğince çabuk yine o toplardan yapmalarını istedi. Bazı askerler de kalenin dibinden katran çıkartmaya inmişti. Bir mancınık parçalanmıştı. Birçok ev harap olmuştu. Ama savaş güzel gidiyordu.
Trantix kuleden alevler içindeki manzaraya bakarken şaşkınlıktan yerinde duramıyordu. Odlukça hatta kesinlikle mükemmel bir fikirdi bu. Kalenin önüne katran dökme fikri de Torre’den gelmişti zaten. Oğlunun şaheserini zevkle izledi. Yüce Yaratıcı onların tarafındaydı. Yöneticilerin Gücü’ne gerek kalmayacaktı.
Düşman saflarındaki askerlerin hepsi geri çekilip mancınıklar durunca Torre askerlere durmaları için emir verdi. Bu sürede dört tane top yapılmıştı bile. Savaş bir anlığına durmuştu.
Torre hemen değerlendirme için doğudaki okçu kulesine gitti. Babası orada durmuş düşmana bakıyordu.
“İyi iş çıkartıyorsun sevgili oğlum,” dedi gülümseyerek.
“Sadece görevimi yapıyorum, baba,” diye karşılık verdi Torre. Sonra Trantix’in yanına gitti ve açıklıktan düşmana baktı. Yanan yerleri söndürmeye çalışıyorlardı.
Torre iyi bir atıcıydı, Trantix’se iyi bir kılıççı. Torre biraz düşmanı izledikten sonra gerideki masanın üzerinde duran dört yayadan en ileri menzillisini aldı. Sivri uçlu, kısa tüylü bir de ok aldı ve hiçbir şey söylemeden açıklığa yanaşıp yayını gerdi. Trantix ne yapacağını merak ederek oğluna baktı. Torre iyice nişan aldı ve gergin yayı parmağını bile titretmeden bıraktı.
Ok zor görülür biçimde, geride, derinden gelen bir ıslık bırakarak ilerledi hızla. Sonra yangını söndürmeye çalışan askerlerden birisinin sol omzuna saplandı. Asker yere yığıldı o anda. Diğerleri de korkuyla etrafına bakındı. Surlardaki askerler yere düşen askeri vuran oku son anda görmüştü. Böyle bir oku sadece Torre’nin atabileceğini biliyorlardı. Çünkü normal bir yayın menzili dışında bir vuruştu bu.
“Henüz beklemekten başka şansımız yok,” dedi Torre yayını yere doğru indirerek. “Ama büyük bir işi başardık bile.”
“Haklısın oğlum, büyük bir iş başardık. Ama sen de biliyorsun ki düşmanın askerlerinin çeyreği belki zarar görmüştür. Mancınıklarının geride daha fazla olduğunu görebiliyorum. Ancak denedik.”
“Biz bu savaşı kazanacağız baba!” dedi Torre kararlı bir sesle.
Sonraki birkaç saat boyunca düşman askerleri tedirginlikle yangını söndürdüler. Torre ile Trantix düşman yakın taarruza geçince ne yapacaklarını konuştular. Sonra Torre dışarı çıktı ve onarılan surları inceledi. Kayıpların miktarını öğrendi ve hazırlıkları tamamlamak için emirleri verdi. Katran toplarını kontrol etti, yirmi üç tane hazırlanmıştı.
Güneş batana kadar hiçbir şey olmadı. Etraf karardığında serin bir rüzgar başlamıştı. Düşman saflarından meşaleler görünebiliyordu. Meşalelerin bazıları hareketliydi, bazıları da olduğu yerde duruyordu. Torre bu sessizlikten hiç hoşlanmamıştı, tehlike öncesi sessizlik gibi geliyordu ona. Trantix hala kulede planlarla ilgileniyordu. Düşmanın kaleye ulaşmasını engellemek için oldukça büyük şansları vardı. Ancak düşman surlara adımını attığı anda işleri biterdi, öylesine büyük bir savunma için gerekli lojistikleri yoktu ya da adamları.
O gün öyle geçti ve bitti. Gece yarısına kadar sessizlik olsa da meşaleler hareket içindeydi. Ancak gece yarısından sonra hiçbir hareket olmadı. Hatta meşalelerin sayısı azaldı. Rüzgar da sabaha doğru hafiflemişti. Yumuşak, nemli bir esinti vardı. Yazın esen deniz havası gibi kokuyordu.
Güneşin doğuşuna yakın Torre giidp katran toplarını kontrol etti. Tam olarak kırk yedi tane yapılmıştı.
Bütün surlar onarılmış, hepsine destekler konulmuştu. Okçular günün bugün olduğunu bildiklerinden oklarının sayısını arttırmış, ateş ızgaralarını eksiksiz hazırlamışlardı. Trantix uyuya kaldığı masadan ilk ışıklardan kısa bir süre önce uyanmıştı. Torre hiç uyumamıştı bile.
İlk turuncu ışıklar görünür görünmez Torre surlara çıktı. Düşmanın arkasından doğan güneş uzun uzun kuleleri ortaya çıkartıyordu. Surları delmek yerine direk üstüne çıkmayı deneyeceklerdi anlaşılan. Sabit durmadan ilerleyeceklerdi yani. Bu da Torre için katran toplarına zaman tanımayacaktı. Ya da çok az bir zaman tanıyacaktı.
“Elli altı tane kule var efendim. Görebildiğimiz kadarıyla da yirmi kadar mancınık var. Bizim de on beş mancınığımız kaldı. Katran topları hazır bekliyoruz.” Saat başı rapor veren asker gelmişti yine. Torre ufka baktı. Gerçekten de onlarca kule vardı. Oldukça yükseklerdi. Bu da yanmalarını zorlaştırıyordu. Başka bir şey denemeliydiler.
Asker gittikten sonra Torre babasının yanına gitti ve onu masada çalışırken buldu. Oturup biraz konuştular. Sonunda Torre ne yapacağına karar verdi. En azında şansını deneyecekti.
“Onlara bir ateş duvarı yapmak bizim ne yararımıza olacak oğlum? Sonuçta dün de bir ateş duvarı yapmıştık ve onu söndürdüler.”
“Bizim amacımız onları durdurmak. Eğer onları durdurursak, katran toplarını üzerlerine atıp yakmak için daha çok vaktimiz olacaktır. Bana gereken de bu.”
“Peki, duvarı söndürmek için orduyla geleceklerini nereden biliyorsun ki?”
“Bilmiyorum…” Masadan kalktı ve dün oku attığı açıklığa doğru yürüdü. “Sadece umuyorum, baba.”
Torre planını iyice ayarladıktan sonra mancınıkların menzisini biraz kısalttı ve katran toplarını ayarladı. Düşman hareketlenmeye başlamıştı. “Efendim, her şey hazır,” dedi raporunu veren asker. Yaklaşık bir saat beklediler ve güneş doğalı dört saat olmuşken düşmanın tamamı yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Adımlarını temelli ve sakin atıyorlardı. En önce kuleler, arkalarında mancınıklar ve aralarında da piyadeler vardı.
Süvariler geriden zar zor seçilebiliyordu. Ancak ilerledikleri belliydi. Düşman da son kez taarruz ettiğini biliyordu. Kaleyi almak için geliyorlardı.
Yaklaşık on dakika sonra düşman dün mağlup olduğu yere gelmişti. O anda Torre dünkü yerine geçti ve “Ateş!” emrini verdi. Düşman havada süzülen katran toplarını görünce hızlandı, adeta koşmaya başladı herkes. Artık kulelerin üzerlerindeki askerlerin elinde bir tür variller olduğu fark ediliyordu.
“Ateş!” diye bağırdı Torre ikinci kez. İlk toplar düşmanın çok önüne düşmüştü. Büyük ihtimalle buna çok şaşırmışları fakat asla yavaşlamadılar, aksine hızlandılar. İkinci toplar ilklerinden biraz daha ileri gitmişti.
Düşman o noktaya yaklaşmak üzereydi. Mancınıklar yine katran toplarıyla yüklüydü.
“Yayımı ve okumu verin!” diye bağırdı Torre. Mancınık kullanmayacaklardı. Mesafe de normal bir oktan daha ilerdeydi. Okunu yayına taktı ve yanındaki katrana buladı. Sonra ateş ızgarasına tuttu ve ateşe verdi oku. Yayını gerdi ve katranlarla kaplı alanı nişan aldı.
Yayını bıraktığında dünkünden daha derin bir ıslık duyuldu ve ufak ateş oku havada süzüldü. Sonra yere saplandı ve bir anda ateş büyüdü. O sıra düşman da ilk katran kalıntılarına gelmişlerdi. Ateş hızla o yöne gidiyordu.
“Ateş!” dedi Torre ir kez daha. Şimdi menziller en ileri ayarlanmıştı. Torre dünkünün tersine ilk ateşi yakmıştı. Böylece katrana buladıktan sonra yakması için ateşe ihtiyaç duyulmayacaktı. Ateş gerçekten de muhteşem bir engeldi. “Atış serbest!”
Savaşın kızgın yanı başlıyordu. Havada hem katran topları hem de kayalar uçuşuyordu. Surlara yaklaşan düşman mancınıkları da atışa başlamıştı. Kulelerin üzerlerindeki askerler kuleleri söndürmek için her şeyi deniyorlardı. Bir iki kule ve mancınık kullanılmaz hale gelmişti ancak düşman koştukça koşuyordu.
Askerler yeterli yakınlığa gelince okçular atışa başladılar. Bir süre sonra düşmanın da okçuları atışa başlamışlardı. Şimdi surlardaki askerler yanan oklar atıyorlardı. Çünkü kuleler yeterince yakınlaşmışlardı. Trantix de artık savaş sahasına adımlarını atmıştı.
Sıcak savaş başlıyordu. Torre elinden geleni yapmıştı ama sadece düşmanın yarısını yok edebilmişti. Diğer yarısı sapa sağlam kulelerde ilerliyordu. Süvariler kapıları kırmak için koskocaman bir kütük getirmişlerdi. Kale düşüyordu.
Surlara ilk kapısını açan kulenin ardından peş peşe on iki kule daha geldi. Kılıçlı askerler kulelerdeki askerleri geri püskürtmeye çalışıyorlardı ancak başaramıyorlardı. Torre surlardan inmişti. Trantix de surlardaki düzeni ayarlıyordu. Bazı kulelerdeki askerler surlara girmiş, bayağı ilerlemişlerdi.
İşin kötüye gittiğini gören Torre pes etti. Başaramadıklarını kabullendi. Babasını o karmaşada buldu ve ona emirler yaptırırken yukarıya, tahtın olduğu yere kaçmasını söyledi. Trantix ilk başta kabul etmese de sonradan kabul etti.
Torre babasının yerine geçti ve vaziyete baktı. Trantix hızla yukarı doğru ilerliyordu. Bir an arkasını döndü ve oğluna baktı. İçinde bunun son olduğuna dair bir his vardı. O sırada Torre’nin durduğu surların yakına bir kule daha yanaşıp kapılarını açtı. Torre aniden arkasını döndü ve kılıcını o yöne savurdu. Birkaç asker de o yöne doğru dönmüştü. Torre önüne geçen ilk düşmanın boynuna bir kılıç darbesi indirdi. Sonra arkasındaki düşmanla kılıç çarpıştırdı. İlk saldırıyı karşıladı. İkincisini savurdu. Ardından bir atak yaptı. Belki de beklenen sona gelmişti. Kanla ısınmış metalin derisini yarıp geçişini hissetti Torre. Düşmanın kılıcı artık karnındaydı.
Not: Öyküyü başka bir sitede daha önce yayınlamıştım. Oradaki de bana aittir. Dilerseniz kanıtlarım. Öyküyü önceden yazmıştım ve sonunu beğenmedim. Bu yüzden burada kestim ve boş zamanımda tamamlayacağım. Teşekkürler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.