- 1308 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR KIŞ GÜNÜ
Şehrin sokakları hafta sonuna ıslak girmişti. Bir gün öncesinden başlayan yağmur, yorgun damlalarını pazar sabahında da ağır aksak yere bırakıyordu. Cumhuriyet meydanında biz, eski bir binanın önünde, saçak altında yağmurdan korunarak hareket saatini bekliyoruz.
Önümde; koca çınar ağacı, ondan düşen yaprakları havalandıran dolmuş minibüsleri, koşuşturmalarından büyük bir sınava hazırlandıkları belli olan talebeler, çöpçüler ve çöpleri karıştıran kedi şehrin sabahki resmini süslüyordu.
Biz; yapacağımız gezinin adrenalini yüksek bir maceraya dönüşeceğinden habersizdik.
Saat 08.00 da aracımıza bindik. Yol boyunca “Değirmendere” eşlik etti bize. Yağmurların yatağını doldurmasıyla, ona karışan toprak bulanık bir renge dönüştürmüştü onu.
Kimi ağaçların henüz dökülmeyen sarı yapraklarında, sonbahar; “Maçka”ya kadar kendini göstermişti doğada.
“Zigana Dağı”nın kuzey yamacında yeni başlayan kar yağışı, tüneli geçtiğimizde güney yakasında, beyaz bir badanayla boyamıştı her yeri.
Antik kent: İMERA
“Torul”a varmadan “İkisu” kavşağına saptıktan, yaklaşık 5km sonra; “Karaca Mağarası” yolundan “Krom Vadisi”ne yöneldik.
Vadi boyunca dereyi örten ağaçları tanımaya çalıştık: Su kavağı, söğüt, ceviz ve elma ağaçları bunlardan bazılarıydı.
Nispeten yapraksız, fakat tamamen meyvesiz bu ağaçlar ve daha yukarılarda kızıla çalan bodur ağaççıklar beni duygusallaştırıyor; bana çocukluğumdan kalma fotoğraf albümümü süsleyen ağlayan çocuk kartpostalının hüznünü veriyordu.
Bu duygular içinde, yol üzerinde bir kasaba olan “Yağlıdere” yi geçip içinde 57 manastır ve kiliseler barındıran, bir zamanlar “Onbinler” diye bilinen Rumların yaşadığı antik ismi “İmera” olan “Olucak Köy”üne doğru ilerliyoruz.
Köye vardığımızda, köy sakinleri yetmiş, yetmiş beş yaşlarında bir ninenin cenaze merasimi için toplanmıştı. Küçük bir yerleşim alanında dikkatimizi çeken bu kalabalık, çevre köylerde yaşayan insanların iyi bir dayanışma içinde olduğunu gösteriyordu.
Çiseleyen yağmurun altında kabristanda okunan sesli dualar, İmera kalıntılarının duvarına ulaşıyor, oradan vadi boyunca ırmak sesine karışıyordu. Bu yaslı günlerinde köylülerle sohbet etme imkânı bulamadığımızdan yolumuza devam ettik. Köyü geçip antik kalıntılara yakın yerde aracımızdan indik.
Toplu fotoğraf çektirdik…
Karlı; sulusepken yürüyüş parkurunda, ilk izleri bırakarak yürümeye başladık.
Güzergâhımız: İmera kilisesine ulaşıp dağın zirvesini aşarak “Krom kilisesi”ne kadar olan parkur.
Tarihin tozlu sayfaları arasında
İmera kilisesi Olucak köyünün 2km. Güneyinde yüksek bir dağın yamacına kurulmuştur. Gümüşhane il merkezine 38km. Mesafedeki antik kentte kubbeli ve kubbesi tonozlarla örtülü manastır bulunmaktadır. Çok sayıda tarihi ve kültürel değerde kiliseler bulunan antik kent, geç kalınsa da arkeolojik sit alanı ilan edilmiştir. Kitabelerinde kök boyalarla yazılmış 1350 tarihi okunmaktadır. Büyük ölçüde harap olmuş kalıntıların arda kalan duvarlarında ise gelen ziyaretçiler tarafından çizildiği belli olan duvar yazıları mevcuttu. Bize emanet kalan bu eserlere hor baktığımız için yüzümüz kızarıyor; tarihin tozlu sayfalarını aralıyoruz:
Geçmiş zamanlarda Karadeniz’de bir kısım Hıristiyanlar, gerçek dinlerini gizleyerek Müslüman gibi görünmüşler ve dinlerinin gereğini gizlice yerine getiriyorlardı. Bunların bir kısmı burada yaşıyordu.1856 tarihli Islahat Fermanı, “Artık gâvura gâvur denmeyecek” esprisi ile Müslümanların Osmanlı’daki imtiyazlı durumuna son verdiğinden, artık Müslüman görünmekten bir menfaati kalmadığını düşünen “Gizli Hıristiyanlar” bu ferman sonrasında gerçek dinlerini açıklamışlardır. Bölgenin yerli halkı Rum değildi. Çünkü Rumlar bu bölgeye ticari maksatlarla gelip şehir merkezlerinde koloniler kurarlardı. Yunanistan’ın Pontus politikalarının savunucusu olan Yunanlı yazar Andreadis; “Gizli Hıristiyanlar” olarak nitelediği Kromnililer için şunları söylemektedir: “Bu ticari ilişki Kromni halkının Helenleşmesine yol açtı. Bu halk Osmanlı İmparatorluğundan gelen yardım durduğunda ve işsizlik baş gösterdiğinde, devlet askere gitmelerini ister istemez ikiyüzlü Müslümanlıklarını terk ettiler; çünkü ondan kazanacakları bir şeyleri kalmamıştı.”
Bu tespit neden Müslüman gibi göründüklerini açıkça ortaya koymaktadır. Dinlerini gizlemeleri hiçbir şekilde baskıdan kaynaklanmamaktaydı.
1858 yılında Anadolu’yu karış karış gezen Antony Çiharov’da “Türkiye’den Mektuplar” adlı kitabında; bu bölgede yaşayan halkın bir kısmını iki dinli olarak tanımlıyor: “Bu insanlar özel olarak buraya Yunanistan tarafından yerleştirilmiş, şeklen Müslüman, gerçekte ise Hıristiyan. Gayeleri, bu bölgede bir zamanlar mevcut olan Rum-Pontus devletini yeniden kurabilmekti.” diyor.
Bir kış günü patikada yürümek…
Tarihin zaman tünelinden çıkarak, hafif kar yağışı altında İmera kalıntılarından Krom kilisesine doğru ilerliyoruz. 2357 rakımlı sırta geldiğimizde yoğun bir tipiye yakalanacağımızdan habersizdik. Patika yavaş yavaş karla örtülüyordu. Göz gözü görmüyordu. Sırtın üzerinde düz bir arazideydik. Kendimizi koruyacak ne bir sığınak, ne de kuytu bir alan vardı.
Hava soğuktu… Üşüyorduk!
5 Kasım 2006 adrenalini yüksek bir Pazar günüydü: Aslında başlangıçta her şey güzeldi. Her şey güzel devam ediyordu. Mevsimin yağan ilk kar taneciklerini elimizle yakalamaya çalışıyorduk. Yakaladıklarımız ise sıcak tenimizde eriyip kayboluyordu. Yere düşenlerinse üzerine her basışımızda kıtır kıtır ses çıkarmasına bayılıyorduk. Hatta Köksal arkadaşımız bir ara güzel bir gezi olduğunu söylemiş: “Ağabey; dönüşte Torul yolu üzerindeki kavurmacıda kendimizi ödüllendirelim” demişti. Yollarda yemeye pek alışık olmadığımdan onun bu neşeli teklifine ‘peki,’ diye cevap vermiştim.
Güzergâhımız yürüyüş için ideal bir parkura doğru yöneliyordu. Dar patikalardan geçiyorduk. Yol boyunca irili ufaklı kuşburnu ağaççıklarından meyveler topluyor, fotoğraflarını çekiyorduk. Bazen dik, bazen kaygan patikada kuşburnunu dalından yemenin zevkiyle harcadığımız enerjiyi vücudumuza depoluyorduk. Patika yol üzerinde bu eğlenceli anları yaşarken rakım yükseliyor, artarak yağan karın tipiye dönüşmeye başladığını fark edemiyorduk. Öyle ki; bir ara Ragıp ve Erdem beylerin bıyıklarında biriken karların buz olup sarkıt halinde uzamaya başladığını fark ettiğimizde gülüşmeler içinde fotoğraf makinelerimize sarılmıştık. Soğuk ve tipinin farkına, makinelerimiz çalışmayınca vardık. Artık pusulayı ve diğer cihazları da kullanmak zorlaşıyordu. Önce bir taraftan esen rüzgâr artık, bizi her yönden alabora etmeye çalışıyordu. Ayakta durmak gittikçe zorlaşıyordu. Nitekim her birimiz bir tarafa savrulmaya başladık. Siste kaybolanlar arkadaşlar yön bulamıyordu. Erdem Bey; kuytu, rüzgârsız bir yer buluncaya kadar uzaklaştı. Arkasından Köksal gitti… Biz beklemede kaldık… Tipi şiddetlendikçe üşüyorduk! Giden gelmiyor zaman tükeniyordu… Korkuyorduk! Çiğ olup yuvarlanacak gibiydik... Rüzgâr mı desem? Fırtına mı desem? Ömer iyi bilir! O birkaç kez düşüp karda yuvarlanmıştı… Tipi üstümüze üstümüze yığıyordu, “kar”ı. Ragıp beyin önerisiyle bir araya toplandık. Soğuk şiddetlendikçe vücut ısımız düşüyordu. Önce ellerimin üşüdüğünü sonra, parmak uçlarımın uyuştuğunu fark ettim. İlk kez, bana ölümün bu derece yaklaştığını hissetmiştim. Onun hayattan alıkoyan pençelerinden kurtulmak zor gibiydi… Hayatımı bağışlasa da dönüşte, kangren olup kesilecek parmaklarımla tutamayacağım kalemleri düşündüm. Rengârenk resim yapan boya kalemler, tükenmez kalemler, dolma kalemler ya da şiir yazdığım kurşun kalemim; hepsi daha başka bir anlam kazanıyordu şimdi.
Ah! Üzdüklerim… Sevdiklerim… Usumda pır pır kanat çırpmaya başlamıştılar bile.
Isıtmak için ellerimi ovuşturmaya çalıştığımda Bülent’in uyarısıyla tekrar cebime soktum.
Ellerimi yarı belden aşağı asılı bıraktığımı, parmaklarımın kontrolümden çıktığını, doku hissimin kaybolduğunu Bülent’in ikinci uyarısıyla fark ettim. Diğer arkadaşların yüzüne baktığımda tarifi mümkün olmayan çehrelerle karşılaştım. Ölü yüzü görmüşseniz bilirsiniz ancak! Mor hatta mosmor olmuştuk. Her birimizin yüzü, tipinin ardındaki ölüme kayıyordu. Bülent’e tekrar baktığımda uzun süre hafızalarımızdan çıkmayacak o meşhur repliğini söyledi: “Arkadaşlar donup anıt olarak burada kalacağız.”
Aklıma Pilav dağındaki İspanyol askerlerinin anıt heykeli geldi. Bu arada Erdem Ağabey ve Köksal arkadaşımızdan hala haber yoktu. Tereddüt içindeydik. Giden gelmiyor, tipi şiddetleniyordu. Çaresizdik. Korku içinde beklerken, gidenler zaman sonra geri döndü.
Şimdi, bir yön tayini yapmamız gerekiyordu. Doğu, batı, güney, kuzey… Ya da türevleri; her neyse… Buradan kurtulmalıydık. Bu sırttan inmemiz şarttı. Nihai kararı kimin verdiğini; hangi yöne gittiğimize bakmadan, sırttan aşağı doğru ulaşacağımızı düşündüğümüz bir yerleşim yeri bulma ümidiyle palas pandıras kendimizi bıraktık.
Ömer ve ben, vücut ısımızı yükseltmek için hızlı yürüyorduk Arkada kalan grubun seslenmesiyle hızımızı kesiyor yaklaşmalarını bekliyorduk. Vadiye doğru indikçe tipi azalmış; nihayet ağaçlar görünmeye başlamıştı. Damları karla örtülü belli belirsiz kulübeleri gördüğümüzde, Ömer’in haykırışı rotasını kaybetmiş bir gemi tayfasının karayı görme sevincini andırıyordu. Uzakta köpeklerin havlamasıyla genç bir delikanlı bizi karşıladı. Biraz soluklanmak için izin istedik. Sağ olsunlar; ilgilenip, bize yer gösterdiler. Bir demlik çay ikram ettiler. İstanbul’da yaşayan; o sırada, tatilini sılada geçiren evin reisiyle sohbet ettik. Genellikle gurbette olan halkın geride kalanları yörede, hayvancılıkla uğraşmalarının yanında meyve üreticiliği yapıyorlardı.
Tekrar yoldayız…
Saatlerimiz akşam 17.00 ı gösteriyordu. Tepelerde beyaz olan doğanın elbisesinin rengi artık isli- puslu grinin tonlarına bürünmüştü. Etrafa ürperten bir sessizlik hâkimdi. Zaman ilerledikçe karın rengi parlement mavisine dönüşüyordu. Artık sinsi bir karanlıkta sessiz bir yaşam hâkimdi doğada. Az ileride cami minaresinin loş ışıkları altında Olucak köyü görünmüştü. Köksal’ın lafını hatırladım: Kavurmacıda kendimizi ödüllendirme vakti gelmişti. Torul’a yakın bir yerde kavurmacıya uğrayıp yağlı dana etinden hazırlanan kavurmalarımızı beklerken, etrafa çam kokuları yayan sobanın etrafında sohbete daldık.
.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.