- 1006 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SANAYİ MAHALLESİ (5)– 12 EYLÜL 1980
SANAYİ MAHALLESİ (5)– 12 EYLÜL 1980
Gece saat dokuz gibi Murtaza geldi.
—Selam Murtaza.
Otur bakalım şöyle.
Bana doğruyu söyle.
Benim araba ile ne taşıyacaksınız?
—Ümraniye’de bizim guruptan matbaacı bir arkadaş var.
Yeni bildirilerimizi basıyor.
Onları getireceğiz.
Masamın çekmecesinden Kuranı Kerim’imi çıkartıyorum.
—El bas Kuran’a.
Arabayı kullanıp, kimseye ateş etmeyeceğinize, silah, kurşun, bomba taşımayacağınıza yemin et.
Kurana el basıp yemin ediyor.
Arabanın anahtarını uzatıyorum.
Al bakalım.
Yarın en geç, bu saatte geri getir.
Bak peşinen söyleyeyim.
Yakalanırsanız, seni tanımıyorum.
Arabayı çaldılar derim.
Sonra kalleşlik etti deme bana.
Tamam abi.
Sen merak etme.
Murtaza söz verdiği gibi Perşembe gecesi arabayı getirdi.
Erdem ile arabanın içini araştırdık, kan lekesi falan var mı diye.
Neyse ki hiçbir şey göremedik.
Bu vartayı da, böylece kazasız belasız atlattım.
10 gün sonrada bizim sokak Murtaza’nın gurubunun kontrolüne girdi.
Anarşi’nin dur durak bildiği yok.
MHP Başkan Yardımcısı Gün Sazak öldürülüyor.
Sendikacı Kemal Türkler öldürülüyor.
CHP milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu öldürülüyor.
Eski Başbakan Nihat Erim öldürülüyor.
Sağdan da, soldan da, dalyan gibi gençler öldürülüyor.
Yazık değil mi bu insanlara?
Hepsi bu ülkenin kıymetli değerleri.
Ne için?
Bence bok yoluna, hayatlarını kaybediyorlar.
Öylesine bir kaos hâkim ki.
Emniyet teşkilatındaki polisler bile sağcı, solcu diye ikiye ayrılmış durumda.
Bizim kahvede tartışmalar sürüyor.
Sanayi mahallesi mensupları da yavaş yavaş sağcı ve solcu diye ayrışmaya başlıyor.
Ortak olan tek bir nokta var.
Bu işe son verirse bir tek Ordu son verir.
Niye hala harekete geçmiyorlar?
Ordu’nun el koyması için daha kaç kişinin ölmesi lazım?
Bu sabah erkenden Mecidiyeköy ofise gittim.
Ziyarete gelecekler varmış.
Birkaç yere de teklif yazmam lazım.
Yazımın birini bitirmiştim ki yanıma Binnaz geldi.
—Attila Bey.
Aşağıda bir Bey var.
Sizi görmek istiyor.
Aşağı kata iniyorum.
Birisi el arabalarını inceliyor.
—Merhaba, hoş geldiniz.
Beni görmek istemişsiniz.
Takım elbiseli, kravatlı gençten birisi.
Bana bakıyor ve
—Aşk olsun Attila.
Tanımadın mı beni?
Yahu bir yerden gözüm ısırıyor ama pek hatırlayamadım.
—Ben İbrahim be. İbrahim Kaplaner. Alevi İbo.
Sarmaş dolaş oluyoruz.
Ankara’dan gençlik arkadaşım İbo.
Beş sene beraber çalışmışız Keban Barajı Mütahitliğinde.
Keban Barajından İstanbul’a kadar ağır nakil enerji direkleri dikmişiz.
Dile kolay.
Tam beş sene.
Dağ dağ, köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir; şantiye çadırlarında ömür tüketmişiz beraber.
Hayrola İbo?
Ne arıyorsun İstanbul da?
—İş arıyorum Attila.
Ankara da çalıştığım şirket iflas etti.
Uzun bir müddet, iş aradım.
Ama bu ortamda kimse adam almıyor.
Bir ara memlekete Yozgat’a gittim amcamın yanına.
Hatırlarsın, Sadık amcamı.
Hani Yozgat’ta çiftçilik yapan.
Baktım, o zaten kıt kanaat geçiniyor.
Bende, İstanbul’un taşı toprağı altındır diye geldim buraya.
Erenköy’de bir ev tuttum.
Mediha ile çocukları da getirdim.
Eski çalıştığım şirketten aldığım tazminat da bitmek üzere.
Ara, tara doğru dürüst bir iş bulamadım.
Sonra aklıma geldi.
Maltepe de senin kayınbirader Cahit’e rastlamıştım.
O bahsetmişti senin atölye açtığını?
Mecidiyeköyde, Profilo fabrikasına yakın bir yerde de ofisi var demişti.
Dün bütün gün aradım buraları.
Bulamadım.
Bu sabah aklıma geldi.
Bu adam ofis açmışsa koltuk masa da almıştır her halde bir yerden dedim.
Sizin sokağın girişinde bir baktım ofis mobilyası satan bir dükkân var.
Mecit Bey ile konuştum.
O tarif etti burayı.
Dün o dükkânın önünden en az elli kere geçtim.
Kısmet bu güne imiş.
—Var mı bildiğin bir yerde iş?
—Var be İbo.
—Nerede?
—Mecidiyeköyde.
—Ne iş yapıyorlar.
—El arabaları imal ediyorlar.
İbo sarılıp iki yanağımdan öptü.
—Benim hayatım zaten çoğunlukla atölyede geçiyor.
Sen burada olduktan sonra, bende sürekli buraya gelip gitmekten kurtulurum.
Hayırlı uğurlu olsun.
Allah bizi utandırmasın.
Böylece İbrahim de Mecidiyeköy de işe başladı.
Yeni bir adet çıkardılar.
Önceleri yalnız ana arterlerdeki duvarlara idi.
Şimdi gördükleri her düz duvara slogan yazıyorlar.
Bizim de ön cephedeki atölye duvarına boydan boya yazmışlar.
MAHİR, DENİZ, ULAŞ
KURTULUŞA KADAR SAVAŞ.
Üç dört gün kaldı bizim duvarda.
Bir sabah geldim ki 2 tane Jandarma Cip’i atölyenin önüne park etmiş.
Beni görünce Erdem fırlayıp yanıma geldi.
Abi, Jandarmadan bir yüzbaşı geldi.
Ofis de seni bekliyor.
Girdim ofise.
—Hoş geldiniz?
Bir vukuat mı var?
Aksi yüzlü bir adam bu.
—Daha ne olsun?
Görmüyor musunuz rezaleti?
—Ne rezaleti anlayamadım?
Duvarınızdaki yazı.
Allah bilir siz yazmışsınızdır onu.
Derhal silin onu oradan.
—Tamam Komutan.
Derhal sildiririm.
—Erdem
Var git Turan Bey’e, bir teneke beyaz plastik badana istiyor Attila ağabeyim de.
Anlat durumu.
Hemen göndermeni rica etti abim de.
Erdem fırladı gitti.
Giderken yüzbaşı son uyarıyı da yaptı.
—Bir daha bu duvarlarda slogan görürsem, gözünün yaşına bakmam alırım içeri.
Yazıyı badana ile kapattık.
Ertesi sabah geldiğimde duvarı yeniden yazılmış buldum.
YAŞASIN MARKSİZMİN VE LENİNİZMİN YÜCE İDEOLOJİSİ.
—Erdem! Getir badanayı.
Bir müddet, onlar yazdı biz badana ile kapattık.
Arada birde Jandarma gelip kontrol ediyor.
Üçüncü teneke badana’yı da bitirince sabrım taştı.
—Erdem.
Var git Murtaza ya haber sal.
Bu akşam 9 gibi gelsin bana.
Murtaza’nın gelmesi saat 10 u buldu.
—Hayır, ola abi?
Ne oldu.
—Otur Murtaza.
Ben bu slogan işinden bezdim.
Ulan siz yazıyorsunuz, Jandarma fırça atıyor, biz badana çekiyoruz.
Siz yazıyorsunuz, Jandarma fırça atıyor, biz badana çekiyoruz.
Bu işin sonu yok.
Üç koca teneke badana harcadık.
Dünyanın parası gidiyor.
Hani bizi kollayacaktınız?
Söyle senin adamlara.
Yetti gayri.
Yazı yazmasınlar bizim duvarlara.
—Abi, bu benim elimde değil.
Ben söylesem de laf geçiremem.
Kaç tane adam var bu slogan işi ile görevli.
Hangisine dert anlatayım.
Söylesem de gene yazacaklardır.
—Peki, o zaman yarın akşam bana gene gel.
Yazdığınız sloganların bir listesini getir bana.
—Ne yapacaksın ki onları?
—Sen hele bir getir, öyle konuşuruz.
Ertesi gece Murtaza slogan listesini getirdi.
—Getirdim işte Attila abi.
Ne yapacağız şimdi.
—Aradan bir slogan seçeceğiz.
Oku bakalım.
Murtaza okuyor.
—İşçiler kardeş, patronlar kalleş.
—Bu olmaz.
Lan, kalleş miyim ben?
Murtaza gülüyor.
—Polis-Faşist idare birliğine son.
—Bu da olmaz. Polis ile başım belaya girer.
—Tek yol devrim.
—Olmaz. Darbeye tahrik.
—Kahrolsun faşist diktatörlük.
—Bu da olmaz. İktidarı diktatörlükle suçluyor.
Böylece yüze yakın slogan okuduk beraber.
En nihayet aradığımı buldum.
KAHROLSUN OLİGARŞİ.
—Tamam, Murtaza bu olacak işte.
—Oligarşi ne demek be abi?
—Ne bileyim lan, benim de maksadım bu zaten.
Suya sabuna dokunmasın.
Kimse de ne olduğunu anlamasın.
Bak Murtaza.
Bu sloganı ben kendim yazacağım duvara.
Seninkilere söyle.
Bunu silmeyecekler.
Başka bir şey yazmayacaklar.
Slogan mı?
Slogan işte.
—Tamam abi.
Buna ikna ederim zannediyorum.
—Kabul etmezler ise, bana 10 teneke beyaz badana getirin.
Siz yazarsınız, ben boyarım.
Ertesi sabah kırtasiyeciden kalın kartonlar aldım.
Bu kartonlarla harflere tek tek şablon çıkarttım.
Cart kırmızı renkte, pistole boya ile sloganı yazdık duvara.
KAHROLSUN OLİGARŞİ.
Vallahi, tabela gibi oldu.
Tabii beş gün sonra jandarma geldi.
Yüzbaşı sinirle atladı aşağı.
—Bu ne bu lan.
Kim yazdı bunu buraya.
Bu ibneler işi iyice azıttı.
Tabelacı ile mi geziyorlar artık bunlar?
—Komutanım lütfen gel içeri.
Bir çay içelim seninle.
—Erdem!
Çay söylesene bize.
Çaylarımızı içerken yavaş yavaş yüzbaşıya derdimi anlattım
Badana parası ile başa çıkamadığımı ve bu sloganı kendimin yazdığını
Hep anlattım.
—Ne demek bu oligarşi?
—Maksatta bu ya komutanım.
Bende bilmiyorum.
Okuyan da ne olduğunu anlamasın.
Bende badana parasından kurtulayım.
—Bunun manası nedir öğrenmem lazım.
Yarın öbür gün bir üst rütbeli görür, ben mesul olurum.
—Ofisteki büyük lügat’ı açtım.
Bakın komutanım, ne yazıyor.
Oligarşi: sadece belirli bir zümrenin bir ülkeyi yönetmesiyle ortaya çıkan yönetim biçimidir.
Yani mesela Rusya, komutanım.
Orada işçi sınıfı hâkim.
Yani belirli bir zümre idare ediyor Rusya’yı.
Bizde demokrasi var.
Partiler seçiliyor ve onlar idare ediyor Türkiye’yi.
Yani komutanım, bir yerde biz kahrolsun komünizm demiş oluyoruz.
—Mantıklı bir açıklama.
Tamam, kalsın bu yazı.
Çıkarken de kapı aralığından bana uzun uzun bakıyor ve
—Yemedim ama sana da hak veriyorum.
Samimiyet ile anlattığın için kabul ettim.
Diyor ve cipe atlayıp gidiyor.
Bu slogan, 12 Eylül ihtilal’ine kadar bizim duvarda kaldı.
Bazen bizi güldüren olaylarda yaşadık.
Ofise gelen bazı cesaretli müşteriler bizim ile dalga geçti.
—Yahu, Attila Bey, Kahrolsun Oligarşi gibi acayip isimli bir atölyeyi ilk defa görüyorum, diye.
İkimizde karşıda oturduğumuz için, akşamları ya İbrahim atölyeye geliyor, ya da ben Mecidiyeköyden geçip İbo’yu alıyorum.
Geç kaldığım bir gece, Mecidiyeköyden İbrahim’i alıp, köprü yoluna çıktım.
Gece Saat 11’i geçiyor.
12 den evvel evde olmamız lazım.
Malum 12 de sokağa çıkma yasağı başlıyor.
Son sürat karşıya geçtik.
İbo’yu Erenköy de bıraktıktan sonra, son gaz Bağdat Caddesinde gidiyorum.
Saat 12 ye 10 var.
İnşallah yetişirimde, Vosvos’da sabahlamak durumunda kalmam.
Benim ev Selamiçeşme Cami’inin olduğu sokakta.
Bağdat Caddesinde, in cin top oynuyor.
Tek tük araba benim gibi son sürat geçiyor yanımdan.
Gözüm saatte.
Benim eve 500 metre kadar ya var ya yok.
Tam caddenin ortasında bir adam, makineli tüfeği omzuna dayamış ve benim arabaya nişan almış durumda bekliyor.
—Hapı yuttuk dedim içimden.
Burayı da basmışlar.
Ne yapsam kurşunlardan kaçamam. Ulan ben ölecek isem, bana ateş edeni de yanımda götürürüm diye köküne kadar gazladım Vosvosu ve son sürat adamın üzerine doğru gidiyorum.
Can havli işte.
Sağa doğru iyice yattım.
Bir tek gözlerim ve alnım ön camda görülüyordur.
Vursun bakalım beni pezevenk.
Belki de, yırtarım kurşunlardan.
Son anda adamın sağ tarafında, kenara çekilmiş bir aracın üstünde çakan kırmızı, mavi ışıkları fark ettim.
Olanca gücümle frene bastım.
Vosvos kendi etrafında iki tur döndü ve adama 2 metre kala durdu.
Birden etrafım polis ile çevrildi.
Tabancalar, tüfekler bana nişan almış.
—Çık ulan dışarı.
Eller yukarı.
Birisi, ensemden tutup, ittirerek yere yatırdı.
Üç beş polis de benim arabayı vıdık vıdık arıyor.
Arka koltukta Bond çantam var.
Çantamı açıp her şeyi asfalta döktüler.
Broşürler, demirci kompası, kâğıt kalem ve küçük hesap makinem etrafa saçıldı.
Polislerden biri gelip, beni ayağa kaldırdı.
—Nereden geliyorsun lan?
—4 Levent Sanayi Mahallesindeki atölyemden.
—Bu saatte ne arıyorsun lan sokakta.
—İşe dalmışım, ancak yetiştim.
—Nerede oturuyorsun?
—Caminin yanındaki apartmanda.
Bir diğeri emir verdi.
—Arayın şunun üstünü.
Aradılar her yerimi.
Bir kontrol kalemi, bir parçada üstüpü çıktı.
Bazen bize gelen bildirileri, karıma göstereyim diye eve getiriyordum.
Allahtan bu gece yanımda yok.
Yoksa boku yemiştim.
Ömür boyu derdimi anlatamazdım.
Yaşlıca babacan tavırlı bir polis yanıma geldi.
—Evladım, içkili misin sen?
—Hayır edendim.
—Görmedin mi bizim arkadaşı?
Trafik yok, caddede iyice aydınlık.
Az daha ezecektin adamı.
Derdin ne be oğlum?
—Arkadaşı tabii ki gördüm.
Öldürmek için arabayı üstüne sürdüm.
Siz benim yerimde olsanız ne yapardınız?
Sivil bir adam.
Cadde bomboş.
Elindeki makineli tüfeği size doğrultmuş.
Anarşist zannettim.
Ben öleceksem, o da ölsün dedim.
—Sivil polis o.
—Nereden bileyim ben.
Gecenin bu saati, ödüm bokuma karıştı.
Binin benim arabaya, bir de siz bakın.
Ekip arabasını da uzağa park etmişsiniz.
Yapılır mı bu?
Son anda fark ettim çakan ikaz ışıklarını.
Pisipisine geberip gidecektik ikimizde.
Gençten bir polis yaklaştı benim ile konuşana.
—Komiserim arkadaş haklı.
Ben uzaktan baktım.
Ekip otosu pek gözükmüyor.
Tamam, tamam.
Bin sende arkadaşın arabasına.
Evine bırakıver.
Eve kadar benimle geldi genç polis.
Apartman kapısını anahtarımla açtığımı da görünce, doğru söylediğime iyice emin oldu her halde.
—Geçmiş olsun arkadaş.
Ucuz atlattın.
Teşekkür edip, iyi geceler diledikten sonra apartmana girdim.
Temmuz sonu, bir öğlen adaşım Atilla Sonay geldi.
Atilla uzun yol tanker kaptanı.
Evi İzmir de.
Karısı, Günselinin çocukluk arkadaşı.
Bu vesile ile tanıştık.
Senenin bir ayı göreve çağırılır ve en aşağı 10 ay ömrü açık denizlerde geçer adaşımın.
Kuzey Amerika, Güney Amerika, Karaipler, kimyevi madde getirir, götürür.
Her Türkiye’ye dönüşünde, gemiyi İstanbul’a yanaştırır ve bana uğrar.
İki gün kaldıktan sonra da, İzmir’e gider.
—Ooo hoş geldin adaşım.
—Hoş bulduk Ati.
Sarılıp öpüştük.
Atölye hayırlı olsun.
Adresi Günseli’den telefon ile aldım.
İyi dayanıyorsunuz burada.
Gelene kadar üç beş kere durdurulup sorgulandım.
Bütün fraksiyonlar seni tanıyor.
Araba tavanında köpekle gezen, ateş edenlere tuğla atan o manyak herife mi gidiyorsun diye sordular.
Anlat bakalım ne demek bunlar.
Anlatıyorum Atilla’ya.
—Allah sabır versin.
İnşallah başınıza bir şey gelmez diyor.
O da gittiği yerleri, sefer esnasında başından geçenleri anlatıyor.
Böylece akşamı ediyoruz.
—Yemeği burada yiyelim Atilla Kaptan.
Çok iyi bir köftecimiz var burada.
Ne dersin ha?
—Benim için bir mahzur yok.
Aldır köfteleri.
İbrahim’e telefon ediyorum.
—Atla gel İbo buraya.
Kaptan arkadaşım geldi seferden.
Yemeği burada yer öyle gideriz eve.
—Tamam, abi, şimdi çıkıyorum.
—Erdem, sor bakalım içeri.
Yemeği bizimle yemek isteyen var mı?
Yunus, Arif, Veysel bizimle yemek istiyor.
Erdem,
—Abi ben Pala’dan köfteleri getirdikten sonra eve gidebilir miyim?
Merak ederler beni.
Tamam Erdem.
Sana zahmet getir köfteleri, sonra gidebilirsin.
Pala’ya da söyle lütfen.
Attila abi’min misafiri geldi diye.
Porsiyonlar biraz torpilli olsun.
Köfteler gelince atölyeye geçiyoruz.
Tezgâhlardan birine gazete serip güzel bir sofra hazırlıyoruz.
—Yunus, Ofisin ışıklarını söndürün.
Demir kapıyı da kilitleyelim.
Bu gece, hiç bildiri dinleyecek halim yok.
Boş boya, tiner tenekelerini de tabure gibi kullanıp oturuyoruz masaya.
Atilla, bavulunu açıyor.
İçinden 2 büyük şişe Kulüp rakısı çıkartıyor.
—Limandan, Duty Free Shop’dan aldım.
İhraç edilen rakılar bunlar.
Ulan rakının iyisini bile gâvur içiyor.
Al bir yudum Ati.
Bak bakalım Bakkaldakine benziyor mu?
Bir yudum alıyorum.
Oh be mis gibi kokuyor.
Yemekten sonra kaptan Bond çantasını açıyor.
—Sana hediye Puro getirdim.
Havana’dan aldım Küba ya gittiğimizde.
Bir kutu sana, bir kutu bana.
Çantasına şöyle bir bakıyorum. İçi silme banknot dolu.
Dolar, mark, Sterlin ve bir sürü tanımadığım banknotlar.
—Ne bu be Kaptan.
Köşeyi dönmüşsün bakıyorum.
—Açık denizde parayı nereye harcarsın?
10 aylık maaşım burada.
Yanaş limana.
Tankeri boşalt.
Başka bir ülkeye git.
Tankeri doldur.
Gene çık yola.
10 ayda toplam 15 gün karada kaldım.
Onda da, limandaki en yakın barda kafa çek, dön gemiye yat.
Hem Tolga’nın durumunu biliyorsun.
Bir ümittir işte.
Yarın tıp bir çare bulursa diye para biriktiriyor Nermin.
Kaptanın sakat doğmuş bir oğlu var felçli ve geri zekâlı.
On beş yaşında.
Yürekler acısı.
Teyzekızıymış Nermin.
Kan uyuşmazlığı varmış.
Başka bir çocuk yapmaya cesaret edemiyorlar.
Onun da sakat doğma ihtimali çok yüksekmiş.
Sohbet, muhabbet saatler geçti.
Atilla Kaptan gittiği ülkeleri anlattı.
Brezilya, Haiti, Panama, Newyork, Kanada.
Gezmiş kadar olduk.
İki şişe rakıyı da bitirdik.
Birde, Havana purosu yaktık.
Değme keyfimize.
Saat on bir buçuk olmuş.
Hepimiz çakır keyifiz.
Yunus, bizde kalın bu akşam dedi.
—Bu kafayla uzun iş karşıya geçmek.
Başınıza bir iş gelmesin Attila Ağabey.
Anam yer yatağı seriverir.
—Haklısın Yunus.
Size gidelim.
Yunusun evi, atölyeye 10 dakikalık bir mesafede.
Seyrantepede oturuyor.
Yeni yerleşim bölgesi.
Tek mahzuru, yollar daha tamamlanmamış.
Bir kısım toprak yoldan gidiyorsun.
Dolduk arabaya.
Hepimizin Bond çantalarını ve kaptanın bavulunu da bagaja koyduk.
İbrahim bayağı sarhoş olmuş.
Bir iki kere kustu atölyede.
Vosvos 2 kapılı.
Belki gene kusar yolda diye, İbo’yu benim yanıma oturttuk.
Camı da açtım kapının.
—Ulan ibo.
Kusacaksan camdan çıkart kafanı dışarı kus.
Arabanın içine edersen, yarın sana temizletirim.
Seyrantepe yoluna girdikten sonra peşime bir Desoto kamyonet takıldı.
Kırmızı renkli bildiğin standart bir kamyonet bu.
Birden pirelendim.
Ara yollardan birine saptım.
O da arkamdan saptı.
Tekrar ana yola döndüm.
Kamyonette arkamdan geldi.
—Çocuklar, galiba anarşistler peşimizde.
Gazlayacağım, iyi tutunun.
Ben gazlayınca, onlarda hızlandı.
Vosvosun motoru, küçük bir motor.
Beş kişinin de yükü olduğu için, fazla hızlı gidemiyorum.
Arkamdaki kamyonet, selektör yapıp duruyor.
Biraz yavaşladım.
Yanımıza yaklaşınca, içeride 3 kişi olduğunu gördüm.
Birisi, camdan başını çıkartıp, bağırdı.
—Kenara çekin arabanızı.
Ben tekrar gazlayınca pencereden dışarı bir sten uzattı.
Ateş etmesin diye mecburen kenara çektim ve durdum.
Desoto da arkamızda durdu.
Üç kişi dışarı çıktı.
Hepsinin ellerinde Sten makineli var.
Biri bağırdı.
—Çıkın dışarı.
Gıpraşmayın götünüze korum.
Kaldırın ellerinizi havaya.
Hepimiz dışarı çıktık.
Ellerimiz havada bekliyoruz.
Biri, üzerimizi arıyor.
Ben sordum.
—Kimsiniz siz be?
Dağ başımı burası?
Ne istiyorsunuz?
—Nereden geliyorsunuz bu saatte.
—Sanayi Mahallesinden.
—Ne arıyorsunuz orada?
—Atölyemiz var.
Gece mesai yaptık.
Yemeğimizi yedik eve gidiyoruz.
Hem size ne bundan?
—Biz emniyetteniz.
Biri hüviyetini çıkartıp burnuma dayıyor.
Baktım, hepsinin belinde el telsizi asılı.
İçim rahatladı.
Galiba gerçek polis bunlar.
—Atölyenin adresi ne sizin?
Adresi veriyorum.
—Açın bagajı.
Bagajı açtım.
Şöyle bir baktı ve telsizi eline aldı.
—Merkez, merkez.
Kırmızı şahin arıyor.
—Evet, kırmızı şahin.
—Komiserim.
Seyrantepe yolunda bej renkli bir Volkswagen araba çevirdik.
İçinde beş kişi var.
Hepside alkol almış.
Bagaj çanta dolu.
Sanayi Mahallesinden geldiklerini söylüyorlar.
Güya şu adreste Atölyeleri varmış.
Banka soydu her halde bu itler.
Bu civarda soygun ihbarı var mı acaba?
—Tamam, kırmızı şahin anlaşıldı.
Şimdi içerden rapor istiyorum.
Birazdan size bilgi vereceğim.
—Açın şu çantaları bakalım neler çaldınız?
İçimden eyvah diyorum.
Kaptanın çantayı açıp bütün o dövizleri görürlerse, bu gece nezaretteyiz.
Önce kendi çantamı açtım.
Broşürler, kâğıt kalem, şirket kaşesi vs.
Broşürü eline aldı birisi.
—Bunlar nedir?
—İşte bunları imal ediyoruz.
Bizim mamullerin broşürü bu.
Sonra Arifin çantayı açıyorum.
İçinden el arabası çizimleri, 3 tel elektrot, hesap makinesi çıkıyor.
Ardından da Yunus’un çantasını açtım.
Ondan da Arifinkine benzer şeyler ve birde demirci kompası çıkıyor.
İbo’nun çantası ağzına kadar broşür ve müşteri takip kartları dolu.
Tam kaptan’ın çantaya uzanıyordum ki telsiz devreye girdi.
—Kırmızı şahin burası Merkez.
—Seni dinliyorum Merkez.
—Bu bölgede her hangi bir vukuat yok.
Verdikleri adreste de böyle bir atölye mevcut.
Silah falan yoksa serbest bırakın adamları.
Derin bir oh çekerek bagajı kapatıyorum.
Polislerden biri gönlümüzü almaya çalışıyor.
Kusura bakmayın Beyler.
Biz vazifemizi yapıyoruz.
O kadar da size selektör yaptık.
Siz de kaçmaya çalıştınız.
Bir den tepem attı.
—Ne diyorsun sen be?
Bizim sokaktaki kahvenin tarandığından her halde haberiniz var.
İş yerine beş altı yerde sorgulandıktan sonra gelebildiğimizi, sokaklara hâkim olan fraksiyonlara avanta vermek zorunda olduğumuzu her halde biliyorsunuz.
Gecenin bir saati ıssız bir yolda sivil bir kamyonet, içinde sivil adamlar seni durdurmak istiyor.
Sen olsan durur muydun?
Ne bilelim sizin polis olduğunuzu.
Adam tekrar özür diliyor.
—Hadi çocuklar binin arabaya.
İbrahim hariç diğerleri arabaya biniyor.
İbrahim’in gözlerinden yaşlar akıyor.
—Binmiyorum arabaya.
Küfretti bize.
Götünüze korum dedi.
—İbo, yürü bin arabaya.
İttirip duruyorum İbrahim’i.
—Bin lan arabaya.
—Tamam, binicem, binicem ama bende onların götüne korum.
—İbo yürü lan.
Özür diledi ya memur Bey.
Zorla sokuyoruz arabaya.
Hiç oyalanmadan gazlıyorum.
İbo hala ağlıyor.
—Götünüze korum dedi.
Götünüze korum dedi.
Ne biçim polis bunlar be?
Karanlığın içinde Yunus’un evine doğru yol alıyoruz.
İki gün sonra da Atilla kaptanı İzmir’e uğurladık.
Attila Bozoglu - Eski Foça
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.