- 556 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Tutkunun yabanıl bileşenleri… DENEME 1
Rüzgâr kesiği bir gece…
Kızgın günsonu toprağının buharlaşarak salkım söğüt yapraklarının nemlendiği, aytutulması sonrası bir görüşün nemli bakışları yapışmış yaprakların sivri uçlarına…
Gündüzün bastırılmış duygularının sinerek saklandığı karanlık gecelere uzanarak saklandığı an zamanlarının doluştuğu, anıların fışkırdığı gecelerden biri…
Bütün yalnızlıkların kolkola girerek sinsi beklentilere ulaştığı, rüya veya düş kaçağı saklıların oluştuğu tepecikler sanki…
Kendini kendinle sakladığın, kaçaklıklara kapandığın, dar zamanlar belki de…
Beklentisizliğin korkunç boşalmalarının yüze vuran ve bir offf patlaması ile düşüncelerden kurtulan yalnızımsı duygular…
Karanlığın ışık arar bekçiliği ve düşünce girdapları…
Her şeyin yoğunlaşarak tek bir isimde toplandığı bir yokluk boşvermişliği…
Her şeyin başladığı ve uzanabildiği kadar anı zincirinde sen halkaları bir sahipsizlik beklentisinde…
Sonuç uyku kararsızlıkları ile yoğunlaşan zamanları ahhh seslerinin sana uzantısı…
Hak edilmeyen geçmiş zamanlarının patlama sonuçları hep kelimesi ile bağlantıları…
Boşverilemeyen senli var oluşlar veya sonucu pişmanlıklar hep gecenin başladığı ilk ışıklara yapışmış söylenilememiş duygu pişmanlıkları…
Tutkunun yabanıl bileşenleri…
Bir sen varlığının kaybediş kabullenilemeyişleri…
Havanın serinliğinin, güneşin kızgınlığının, denizin dalgalarının, kumun sıcaklığının, uykusuz gözkapaklarına düşmemesinin anlamını yitirdiği, anlamsızlaştığı devinimler… Sen yokluğu…
Her şeyin sen yokluğu ile anlamını yitirdiği, bakışların ardına gizlenen ağlayamama hisleri…
Azmış duyguların beyindeki anı kovalamacası sesleri…
Var olma ile yokluk şartlarının zorlandığı bakışlardaki donukluklar…
Ödünç alınan zamanlarımın gerçek dışı müdafaası ki artık sebepsiz kalmış bir taşkınlığın öfke sönmesi…
Her sen, an zamanlarına göreydi haklılığı… Artık yok olmak üzere olan duyguların bedenle bağdaşamaması… Neyin sahiplenmesi gerekliydi? Kaybolan kişiliğin sonsuza kadar kollanması gereksizdi artık… Gecelerin ışığı ve sevinci gündüzlere azap olarak uzamasının da ne anlamı vardı…
Kaybolan rüyalar hangi sevinçleri geri getirirdi? Bir pişmanlık yok olmaya mı uzanıyordu?
Neden bütün ürpermelerim geceleri açığa çıkardı?
Sevgideki ürperme yalnızlaşma mıydı?
Ve
bu yolları aşmak, uzaklara gitmek, yalnızlaşma arzusu muydu, kaybolma amacı sonucu?
Ben neyin kovalamacasının içindeydim? Senden kurtulmak kayboluşlarıma sığmıyordu ve her kıvrılan viraj sonunda aracımın önüne fırlayan can sıkıcı bir engel miydin?
Bu kaçıncı yüz kilometredir ki, senden kaçışlarla kovalandığım?
Her yolun ucundaki duruşlarım, sana yaklaştığımın bir işareti miydi?
Bu kaçıncı viraj sonu duruşum ve bu kaçıncı sen engeli bu duruşlarımdaki bekleyişim? Kaçıncı gün ki, senden kaçmaya başlayışım ve kaçıncı gün bu seni kendim gibi anlatışım? Bitmiyorsun yollardaki her kilometre taşında sen ismi yazılmış gibi imzanı arayışım? Bu kaçıncı gündür ki, her an senin isminden korkusuzca nefret edişim?
Adın yüreğimden fırlayan bir acı çıbanının ismi oluyor…
Bu nefretin sonu neresi ve daha nerelere gitmem gerekli ki, sen oralarda olmayasın…
Çözülmez bir bilmece bu, başı, ortası, sağı, solu belli değil… Sadece merkezinde bir sen ismi ki, hiçbir yerde ne yazılabiliyor, ne de söylenebiliyor… Bir beyin işkencesi bu adın, bir işkence olgusu ki nefrete bile sığmıyor…
Gidiyorum, hiç olmadık bir rüyayı gördüğüm yerlere doğru… Başlangıcın sabit olduğu, gelişmelerin sonsuza uzandığı, bir düş görüntüsünün, buğulu, sisli, puslu, bakışılamayan, yaşanması mümkün olmayan bir düş yolculuğunun göz diplerimde kaldığı, buharlaşmış mutluluk karelerini aramak için…
O yerler yabancı, yabanıl olmuş, uyku kesikliği kıyılarda dolaşmakla kendimi arama çabalarıyla…
Hakikatlerin çizgi girdaplarında olduğu bir bilmecenin karelerinin boşluklarını doldurmaya…
Sonun hüsran olduğunu bile bile adımlarımın geri geri gitmek istemelerime içgüdüyle karşı koyarak gidiyorum…
Sadece tıkanmışlığımı açmak için, dar nefeslerimde ağzımı rüzgâra doğru açmak için, zehir zemberek, koyu bir çayı yudumlamak için gidiyorum… Yokluğunu bile bile, seni kendimde yok etme çabalarımla, senli olan her yere ayak ökçelerimle basmak için, seni gömebildiğim kadar derine gömmek için gidiyorum…
Artık kendimde kalmak istiyorum…
Artık yalnızlığım bana ait olmalı… Artık yollar bir ben doluluğunda olmalı sensiz…
Artık yollarımda bana ait bir şarkı olmalı, temposunu parmak uçlarımı direksiyona vurarak ben mırıldanmalıyım, benim şarkım diyerek…
Ve güneş ışığı sen olmadan yüzümde durulmalı…
Kahvenin fincan sapını seni düşünmeden tutmalıyım… Bir kez olsun karnım sensiz doymalı… Açlıklarımın sebebi sensin… Bırak artık beynimdeki tutuşlarını… Bir kez olsun kelimelerimi sen olmadan cümlelerime dökeyim… Ak sayfalarım sen karalığı ile doluyor… Bu güneş sen isimsiz battığında benim güneşi tutuşum son olacak belki de… Özlüyorum güneşi tutmayı… Özlüyorum sensiz yaşamımı…
Karanlıklarım sen… Aydınlıklarım sen… Korkularım sen… Düşlerim ve düşüncelerim sen… Bir yokluğundaki yaşam özlemim sen… Bırak uçurtmam son ip uzunluğuna uzasın lacivert gökyüzünde…
Bu kaçıncı gün sonu gecedir ki yalnızlıklara uzanır düşüncelerim…
Uzaktan bir ses duyar gibi duyuyorum… “Hadi artık Kenan, seni bekliyorum, hadi gel yemek hazır, beraber yiyelim…” Kulağımda uğuldayan ses belki, belki de duyulmaz uzaklarda kaldı…
Bir boşunalıktı bu yaşamın bu güne kadar geçen kısmı…
Kendine özgü anlık güzellikleri, daralmış, kavgasız ve nerede başlayıp, nereye kadar uzanacağı belli olmayan bir eltutuşmayı, arsız isteklerle geçen birbirine has düşünceler, sıkıntılar, gülüşler ve sevmeye uzanan kocaman yıllara dağılan yürek çırpınışları…
Sevdim ve de sevdin mi cümlelerinin çok uzaklardan, aksak yürüyüşlerle kendilerine yapışan özlem bekleyişleri…
Her şeyin irdelenip, ölçülüp bakıldıktan sonrası, acı verenleri, sevinçlere uzayan bir kapı gıcırtısı gibi anlık geçen veya uzayıp gelen sevinçlerle, sıkıntılar…
Zor yaşam şartlarında ucuz sevinçlerdi yetindikleri… Bitmesini hiç istemeden sevgiye yapışmışlardı…
Sanki sondan başlamış, uzayıp gitmiş birlikteliklerin anlatılacak güzellikleri beyinlerinin en altlarında kalmış, acılar ve sıkıntılar hep üste kalarak ezmiş geçmiş güzellik dolu her şeyi…
Sevginin özgün şartları mutlulukları olmuştu… Dar geçişler umutla güzelliklere uzanmıştı…
Önemsemek ve değer vermek, diğer kural dışılıkları gölgede bırakarak her şey sondan başa uzuyordu… Sevmenin özgüven verdiğini öğrendiklerinde ise tam ortasındaydılar aşkın…
Her şey kayıplıklardan geri geliyor, birbirlerinde bekledikleri her şeyin bulma sevincini yaşıyorlardı…
En büyük korkuları uzaklar ve uzaklaşmaların ardındaki boşluktu… Sanki rüzgâr beraberliklerinin bağı olmak için ıslık çalıyordu… Uzaklar bu gün bile korkularının gizemini koruduğu gibi, sanki bir dip kara boşluktu… Ve her an bu boşlukta kaybolma korkusunu yaşıyordu… “Senden uzakta kalırsam boşlukta kaybolurum” diyordu mum isleri ile dolan odasında, gözlerine baktığı, danem dediğine…
Kaybolurum, kayıplık bir uçurum dibiydi, kayıplık bir yok oluşun ilk merdiveniydi…
Oysa onlar ömürlerince göz göze bakmaya kavilleşmişlerdi…
Her boşluk senin gözlerinde dolar derken bile, gözlerinde kayboluyordu…
Mustafa Yılmaz