- 1622 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
FOÇA HİKAYELERİ-6 AYFER
FOÇA HİKÂYELERİ-6
AYFER
Ayfer ağabeyi, Ergun tanıştırdı.
Bir Pazar gecesiydi zannederim.
Saat bir gibi, Ergun’dan telefon geldi.
-Selam Ati.
-Hayrola Ergun. Cafe’de problem mi var?
(İçkiyi fazla kaçıranlar birkaç kere kavga çıkartmış ve Ergun beni yardıma çağırmıştı).
-Yok, yok. Bu gece erken kapatıyorum.
Ayfer Almanya’dan dönmüş.
-Ayfer kim yahu?
Mutlaka tanışman lazım. Foça’da yaşayan en karizmatik ve en ilginç adamdır.
-Ne biçim adam bu be Ergun. (Acaba bir hinlik mi var bu işin içinde diye içimden geçiyor).
Ayfer kadın ismi değil mi?
Benimle gır gır mı geçiyorsun?
Hem gecenin bu saatinde ziyarete gidilir mi?
-Merak etme.
Ayfer saat üç den evvel uyumaz.
Sen şimdi bir şişe rakı alıp cafe’ye gel.
Buradan, beraber gideriz.
-Kalk Günseli.
Ergun’a gidiyoruz.
Bizi birisi ile tanıştıracakmış.
-Bu saatte gidilir mi misafirliğe?
Ergun şaşırmış her halde.
Neyse, yakındaki bütün gece açık bir büfeden, bir şişe rakı alıp Gemici Cafe’ye gittik.
Ergun tezgâhı kapatmış, deniz kenarındaki masalardan birinde bizi bekliyor.
-Merhaba Ergun. Daha da geç olmadan hadi atla gidelim.
-Oturun hele iki dakika. Biraz konuşalım.
Ayfer Kore Gazisi imiş.
Kunuri savaşında ağır yaralanmış ve Kızıl Çinlilere esir düşmüş.
İki sene esir kampında, toprağa kazılmış daracık bir çukurun içinde hapis kalmış.
Kafadan üç tahtayı da, kampta kırdı her halde diyor Ergun.
-Ha birde unutmadan söyleyeyim.
Eğer size şiir kitabını verirse, masaya bir onluk bırakın.
Kore’den döndükten sonra, her halde kampta kafayı kırdığından, malulen emekli olmuş.
Komik denecek kadar düşük, bir maaş bağlanmış.
Onu da, boşandığı ilk karısına gönderiyormuş.
Bir kızı varmış bu eşinden. İstanbul da yaşıyorlarmış.
Bir oğlan bir kız iki torunu olmuş.
Anladığım kadarı ile de pek sık görüşmüyorlarmış.
Bir süre İstanbul da Sümerbank da desinatör olarak çalışmış.
Sıkılınca da istifa edip, bir tesadüf Eski Foça’ya gelmiş.
Bir ara, Profesör Ekrem Akurgal Hoca ile tanışmış.
Ekrem Hocanın da etkisiyle arkeolojiye merak sarmış.
(Hamamdaki arkeoloji kitaplarını gördükten sonra, her halde ben okumuş olsam, dört kere arkeoloji mezunu olurdum dedim)
Bir müddet sonra Foça’da tanıştığı, hali vakti yerinde bir öğretmen hanıma âşık olmuş.
Kısa sürede evlenmişler.
Ayfer tanıdığım en bohem insan.
Öğretmen hanımda son derece prensip sahibi, aşırı titiz ve kuralcı bir hanım.
Eve ayakkabı ile girme, yere sigara külü dökme, gir yıkan, fazla içki içme, dırdırda dırdır.
Sonunda Ayfer bezmiş.
Evliliklerinin üçüncü senesinde, bir gün birdenbire ortadan kaybolmuş.
Altı ay sonra Karadeniz de bir arkeolojik kazıda bulmuş polis Ayfer’i.
Foça’ya dönünce de boşanmışlar.
Boşandıktan sonra, ortada kalan Ayfer tarihi bir Roma hamamını mesken edinmiş.
Kendi olanakları ve etrafın da yardımıyla, harabe halinde olan hamamı temizlemiş.
Yıkık duvarlarını, hamamın kendi orijinal taşları ile tamir ederek tekrar ayağa kaldırmış.
Damını, tahta kirişler ve Çingene kiremidi ile kapatmış ve yaşanabilecek bir yer haline getirerek hamama yerleşmiş.
Neyse, gelelim Ayfer ile nasıl tanıştığıma.
Hamam, Atatürk heykelinin arkasındaki sokakta.
Foça taşından yapılmış kubbeli bir yapı.
Birazda, kubbesi ile küçük bir kiliseyi andırıyor.
Bir metre eninde, tahminen on metre boyunda daracık bir bahçesi var.
Bahçenin nihayetine dört adet Kibele heykelinin başları üzerine oturtulmuş, mermer tablalı bir masa yerleştirilmiş.
Hamama, Ergun’un gemi söküm hurdalığından satın alıp hediye ettiği “teak” ağacından yapılmış bir kamara kapısından giriliyor.
Kapının sağında solunda, gene gemi sökümden, antika bocurgatlar, kampanalar asılı.
Kapı üstünde de bakır bir gemi feneri sallanıyor.
Alt kaidesinde büyük pirinç bir etiket. S/S Braua Hamburg.
Ergun kapıyı çalmadan içeri daldı.
Arkadan da biz giriyoruz.
-Bak Ayfer. Sana en yakın arkadaşlarımı getirdim.
Foça’ya yeni yerleştiler.
Tanışın istedim.
Hamamın külhanının, bir duvarında, şömine gibi kullanılan bir ocak var.
Tam ortada yerde, Foça taşından yapılmış bir kurna.
Kurnayı akvaryum yapmış.
İçinde beş tane kırmızı balık yüzüyor.
Gördüğüm kadarı ile Ayfer külhanı salon gibi kullanıyor.
Külhandan, tek kişinin geçebileceği kadar çok çok dar bir koridor ile diğer iki odaya geçiliyor.
Dar koridorun ortalarına düşen büyük bir nişi, (belki de zamanında bir tanrıça heykeli vardı içinde) tuvalet ve duş haline getirmiş Ayfer.
Kapısı yok.
Perde ile kapatılmış.
Koridorun çıkışındaki ilk odanın tam karşıya düşen kısmını, mutfak yapmış.
Betondan kalıplanmış bir lavabo ve Foça taşından yapılmış bir banko.
Üstünde Nuh’u nebiden kalma bir tüplü ocak ve bir kenarda da her halde General Electrik’in ilk imal ettiği bir buzdolabı.
Banko’nun duvar hizasında, bahçeye bakan küçük bir pencere var.
İkinci odaya giriş, karşı duvardan.
Yine kapı yok.
Giriş perde ile kapatılmış.
Ayfer burayı yatak odası olarak kullanıyor.
Ferforje demirden çok güzel antika bir karyola, eski bir komodin ve duvara çakılı antika bir demir askılık.
Bu odanın penceresi yok.
Bayağı karanlık bir oda bu.
Hamamın bütün duvarları ve duvar dipleri suluboya, yağlı boya, pastel tablolar, siyah beyaz Çengelköy fotoğrafları (Ayfer Çengelköylü imiş), ve
tahta raflar üstünde keramik vazolar, kupalar, kadehler, heykeller, biblolar takılar ve amfor parçaları ile dolu.
Külhandaki ocağın yan ve üst duvarlarında, bir sürü resim, fotoğraf ve çerçevelenmiş şiirler asılı.
En ortada Atatürk’ün ilk defa gördüğüm gülen bir resmi ile Uğur Mumcunun fotoğrafı asılı.
Şiirlerin çoğu Ayfer’in ve Nazım Hikmetin şiirleri.
Diğer duvarlar, Ayfer’in kendi yaptığı keramik ve seramik eserler, demir ve tunç döküm heykeller, kandiller ve envai çeşit takı ile dolu.
Bir köşede, demir bir sehpa içine oturtulmuş, içi 2000 senelik reçine dolu olan yarısı kırık bir amfor var.
Diğer bir köşede de yerde, benim çok sevdiğim, hala çalışan, büyük pirinç borulu (megafonlu) Victorola marka, kurgulu bir gramofon.
Gramofonun yanında yüzlerce taş plak.
Kimler yok ki bu plaklarda?
Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Safiye Ayla, Hafız Burhan, Caruso, Mario Lanza, Erta Kitt ve daha birçok mazinin kıymetli ses sanatçılarının plakları bunlar.
Ayfer, külhanın ortasındaki kurnanın çevresine serpiştirilmiş, brandadan dikilmiş minderlerden birine oturmuş.
Foça taşı, yekpare bir kayadan oyulmuş bu kurna.
Kalın kenar taşları sehpa görevi görüyor.
İçinde yüzen kırmızı balıklar ile çok güzel bir görünümü var.
Kurnanın, Ayfer’in oturduğu kısmının üstünde, keramik bir kadeh, içinde beyaz şarap ve köpek öldüren diye tabir edilen en ucuzundan da bir şişe şarap duruyor.
Ayfer ayağa kalkıyor.
Uzun boylu, gür beyaz saçlı, patlak gözlü 60–65 yaşlarında bir adam.
-Hoş geldiniz çocuklar.
Buyurun oturun.
Bizde yere, minderlere oturuyoruz.
Külhanın ocağı, gürül gürül yanıyor.
-Geleceksiniz diye besledim iyice ocağı.
Aylardan Şubat.
Foça bayağı soğuk.
Ergun rakı şişesini uzatıyor.
-Rakı getirdik sana Ayfer.
-Tamam Ergun.
Mutfak’dan kadeh ve bardak alıver lütfen.
Bende de şarap var.
Hangisini isterseniz.
Günseli şarap , Ergun ile ben rakı içiyoruz
Ayfer bana dönüyor.
-Eeee, içkilerinizi aldınız.
Anlat bakalım.
Kimsin, nesin.
Anlatıyorum bende.
Makine imalatçısı olduğumu, İstanbul da üç kere kalp geçirdiğimi, neticede Eski Foça’ya yerleştiğimi.
Ayfer’de Foça tarihini anlatıyor.
-Bütün bu yöre sit bölgesi.
Foça da nereyi kazsan, hemen hemen hepsinden bir kalıntı çıkar.
Kimler gelip geçmemiş, kaç medeniyet hakim olmamış ki bu bölgeye?
Alyalılar, İonyalılar, Lidyalılar, Helenler, Persler, Osmanlılar.
Boylu boyunca tarihi bir hazine Foça.
Kendi parasını bile basmış zamanında.
Ama biz ne yapmışız?
Kültürsüz puştlar.
İçine okumuşlar kültürün, medeniyetin.
Kayalar Cami’nin önündeki arazide dünyanın en büyük tapınağı gömülü.
Bu tapınak’dan Foça’da bir iki sütun parçası ve kaidesinden başka hiçbir şey yok.
Çıkan eserlerin, hemen hepsi, İzmir arkeoloji müzesine götürülmüş.
Foça’da, küçücük bile olsa, bir müze yapılmamış.
Ne hikmetse kazı da bir müddet sonra durdurulmuş.
Bu gün tapınağın üzerinde bir yığın beton ve Lise binası var.
Tarihi katletti bu namussuzlar.
Her şey bitti canına yandığımın.
Foça’daki eski taş evleri yıkıyor bu kültür düşmanları.
Yerlerine zevksiz villalar, apartmanlar dikiyorlar.
(Sonraları, Ayfer ile bu inşaatları durdurmak için çok mücadele verdik. Ayfer çok tehdit aldı ve büyük tehlikeler atlattı).
Bir ara, laf edebiyattan açılıyor.
Bende, kısa öyküler ve şiir yazdığımı söylüyorum.
Ayfer kalkıp bana yeni bastırttığı şiir kitabını getiriyor.
-Benim damat bastırttı İstanbul da.
Teşekkür edip, kitabı alıyorum.
Bir iki şiirini okuyorum.
-Vallahi ben beğendim Ayfer Ağabey.
Yüreğine sağlık.
-Ağabey deme bana.
Bey, ağabey, baba, dede gibi isimlerle anılmaktan nefret ederim.
-Peki, nasıl hitap etmemi istersin o zaman.
-Adım yok mu be.
Kısaca Ayfer.
-Sanki hürmetsizlik ediyormuşum gibi gelir bana.
En az yirmi yaş daha yaşlısın benden.
-Yaşlı senin babandır.
Morukmuyum ben?
Kısaca Ayfer dedim.
Hışımla kalkıp koridora gidiyor.
Perdenin açılıp kapanmasından, tuvalete girdiğini anlıyorum.
Ergun’un tembihlediği gibi, kurnanın kenarına 10 lira koyuyorum.
Ayfer ağabey geri geldiğinde parayı görüyor.
-Bu ne bu?
Nereden çıktı bu para?
Sıkıntıdan ter basıyor bana.
-Şiir kitabı için Ayfer ağabey.
-Al da bir tarafına sok o parayı.
Ben sana yüreğimi sunuyorum, sen para veriyorsun.
Her şey bitti canına yandığımın.
Bana hakaret ettin.
Yüreğim satılık değil benim.
Lütfen evimi terk ediniz.
Kovuldunuz.
Bakıyorum Ergun bıyık altından kıs kıs gülüyor.
Ayfer’den özür diliyorum.
-Orospu çocuğu Ergun’un puştluğu bu.
Vallahi o tembihledi.
Ayfer gülmeye başlıyor.
-Tamam, tamam anladım.
Senin suçun yok.
Sok paranı cebine.
Beraber kafa çekeriz Celep’te.
Hem de o zaman, okumuş olursun şiirlerimi.
Beraber tartışırız.
Sessizce parayı cebime atıyorum.
O geceden sonra içtiğimiz su ayrı gitmedi Ayfer’le.
Onu tanıdıkça hayret ediyorum.
Ayfer ağabey benim için olağan üstü bir varlık.
Çok iyi ve bilgili bir arkeolog.
Çok iyi bir şair.
Çok iyi ve yetenekli bir ressam.
Çok iyi bir takı ustası.
Çok iyi bir keramik sanatçısı.
Ve de, çok iyi bir demir dökümcü, heykeltıraş.
Ayfer, arada sırada turistlere sattığı tablolar, keramik ve takılardan geçimini sağlamaya çalışıyor.
Eserlerinin hiç birini fiyatlandırmamış.
Beğenip de satın almak isteyene, sen ne takdir ediyorsan, paran yoksa da, al sana hediyem olsun diyor.
Kaç kere münakaşa ettik.
Sen karışma. Ben bunları fiyatlandıracağım.
Her birine etiketler yapıştıracağım diye.
Çünkü bazı eserlerinin yok pahasına gittiğini defalarca gördüm.
Üstelik Ayfer, bütün parasızlığına rağmen, o kadar bonkör, o kadar paraya pula değer vermeyen bir insan ki?
Her hangi bir şey sattığında hemen beni arar.
-Ati, iki resim, bir vazo sattım.
Şarabımızı aldım.
Kalamar, fava, turp otu da mezemiz.
Hadi hemen atla gel Celep’e.
Celep restaurant, Ayfer’le benim bir numaralı mekânımız.
Ayfer, Celep amcayı Foça’nın tek lokantası olduğu (o zaman çorbacı imiş)
zamandan tanıdığından, bu mekânda nazı geçiyor.
Üç ay para ödeyemediği olur.
Hiç kimsede sormaz.
Ayfer’i kırmazlar.
O da ilk kazancından borcunu öder.
Bir kere hesabı ben ödemiş isem, öbür sefer mutlaka Ayfer öder.
Bir gün aklıma geldi işte.
Yahu, bu kadar kıt kanaat geçinen bir insan, nasıl olurda Almanya’ya gezmeye gider diye merak ettim.
Sordum Ayfer’e.
Meğerse iki sene evvel Celep’te, Helga isminde Alman bir hanım ile tanışmış.
Helga ilk görüşte Ayfer’e âşık olmuş.
Her sene Nisan ayında Foça’ya gelir ve Kasım sonuna kadar beraber hamamda yaşarlarmış.
Kasım sonu Helga, Ayfer’in eserlerinden, Almanların beğenebilecek olanlarını da alıp Ayfer’le Almanya ya gidermiş.
Eserler orada satılır, Ayfer’e üst baş, seramik boyası, palet, yağlı boya vs alınır ve Şubat ortası da Ayfer biraz para ile Foça’ya dönermiş.
Ama Ayfer bu.
Kazandığı parayı, hem borçlarını kapatmaktan, hem de bonkörlüğünden, bir aya kalmaz tüketirmiş.
Neyse ki, bir ay sonra Helga Foça’ya gelir ve Ayfer’de biraz nefes alırmış.
Yaşına rağmen, son derece karizmatik bir erkek Ayfer.
Şeytan tüyü var sanki.
Genç, yaşlı bütün kadınlar hayran.
Celep buluşmalarımızda, bir bakarım masada üç tane Norveçli genç kız.
Kızlar Ayfer’in ağzına bakıyor.
Neredeyse içine düşecekler.
Aramızda 20 senelik bir yaş farkı olmasına rağmen bu iş böyle işte.
Ne olur, biride bana yüz versin.
Hayır, hepsi Ayfer’in peşinde.
Ayfer de almış başını gidiyor.
Alyalılardan başlıyor, Athena tapınağına.
Siren adasından çıkıyor, İlyada destanına.
Tarihte Foçalıların, nasıl Nis ve Marsilya’ya kadar yelkenli teknelerle gidip, bu şehirleri kurduğunu anlatıyor.
Kızlarda, baygın süzgün, dinliyorlar Ayfer’i.
20 sene kadar süren dostluğumuzda Ayfer, hem bana çok şeyler öğretti hem de beraber çok eğlendik.
Bir gece geç vakit lokantadan çıktık.
Sahilde yürüyoruz.
Epey de, çakır keyifiz ikimizde.
Cadde boyunca sıralı apartman ve villalar arasında tek tük kalan, Foça antik Rum evleri önünde durup, Ayfer’in anlattığı bu evlerin geçmişlerini dinliyorum.
Ayfer, bu evleri hep kaydetmiş.
Bana da resimlerini çektirtti tek tek.
Ayfer’in korkusu, bu evlerin bir yolla yıkılıp, yerine villa veya apartman dikilmesi, veya tadilat bahanesi ile özelliklerini kaybetmesi.
-Düşünebiliyor musun Ati?
Hayal edebiliyor musun?
Bu evler olmasa, Foça ne kadar sıradan ve çirkin, ruhsuz bir belde olur?
Kaydımızda olan evleri saya saya yürüyoruz sallanaraktan.
Sıcak bir Temmuz gecesi.
5. Evin önüne geldiğimizde, bir baktık evin ön yüzü, hasır korkulukla ve inşaat iskelesi ile kaplanmış.
Ayfer,
-Ati, bak bakalım hasırların arkasına, Foça taşları duruyor mu, yoksa yeni inşaat mı?
Hasır’ın bir ucunu kaldırınca, Foça taşlarından yapılmış duvarın yerinde, yeller estiğini gördüm.
Eski duvarın yerine, yeni sıvanmış bir duvar yükseliyor.
-Abi, taşlar yok edilmiş. Yeni inşaat yapıyorlar.
Her halde üç dört katlı apartman yapacaklar.
Ayfer ağabey yanıma gelip bakıyor.
Birden bar bar bağırmaya başladı.
-Her şey bitti.
Kültürü yok ettiniz.
Medeniyetsiz herifler.
Dininiz, imanınız rant peşinde koşmak.
Dininiz, imanınız para.
Tarihi katlediyorsunuz diye avazı çıktığı kadar haykırıyor inşaatın önünde.
Birden yan evin sokak kapısı açıldı.
Pijamaları ile iriyarı bir adam çıktı dışarı.
-Ne bağırıyorsunuz be.
Benim evim, benim inşaatım.
Size ne.
-Ne bağırmayayım. Foça kültürünü, tarihini yok ediyorsunuz.
-Beyefendi, beyefendi!
Siz Sarhoşsunuz.
Ayfer’in ana avrat küfredeceğini düşünerek adamla kavga için gardımı aldım hemen.
Ayfer’den tek bir cümle çıktı cevaben.
-Beyefendi, sizde hem kültürsüz, hem de pijamalısınız.
Adam bir an şaşkın şaşkın bize baktı ve başını sağa sola sallayaraktan evine girdi.
Ertesi gün Anıtlar Kuruluna şikâyet ettik.
Apartman inşaatı durduruldu ve yerine orijinal Foça taşları kullanılarak bir ev yapıldı.
Seneler sonra bu Bey ile bir daha karşılaştım.
İnanır mısınız bana teşekkür etti.
-İyi ki beni şikâyet edip apartmanı yaptırtmamışsınız.
Sayenizde, o evi, apartmanın edeceği fiyatın üç misline sattım.
Bu günlerde her kez eski taş ev arıyor ve deli para ödüyorlar.
Teşekkür ederim.
Bir seferinde de ben takıldım Ayfer’e
-Abi, ne biçim ismin var senin be.
Ayfer kadın ismi değimli?
Ayfer,
-Oğlum sen soyadıma bak.
Ayfer Kakan.
Bak bir kakarım şimdi sana.
Feleğini şaşırırsın.
O günden sonra, bir daha konu etmedim ismini Ayfer in.
Dün gibi hatırlıyorum.
Bir gece karakol’dan telefon ettiler.
Gece saat üç.
Kötü haberdir diye helecanla fırladım telefon ziline yataktan.
-Alo, alo.
-İyi geceler. Ben polis memuru Naci.
-İyi geceler Naci Bey.
Hayrola bir şey mi var.
-Ayfer Kakanı tanıyor musunuz?
-Evet Hayrola?
Ne oldu, kaza filan yok inşallah.
Yoksa hastamı?
Kavga mı etti birisiyle?
-Litvanya’lı bir hanım şikâyetçi oldu kendisinden.
Ayfer Bey sizin isminizi verdi.
Yakını iseniz, karakola gelseniz iyi olur.
Atladım gittim karakola.
Ayfer nezarette.
Komiserin odasında sarışın, mavi gözlü dünya güzeli bir kız, bir kenarda oturmuş ağlıyor.
Beynimden kaynar sular indi.
İnşallah kız bana tecavüz etti falan diye şikâyet etmemiştir.
Kıza sordum.
-Merhaba.
Ben Ayfer’in yeğeniyim.
Ne oldu? Neden şikâyetçisiniz?
-Altın küpemi çaldı benim.
Belediyenin yanındaki kuyumcudan tam tamına 400 dolara aldım.
22 ayar altın.
Sabah 11 de uçağım kalkıyor.
En geç 9.30 da taksiye binmem lazım.
Ya küpemi iade eder, ya da dava ederim.
Kıza dikkatlice baktım.
Yahu ne iş bu?
Sarı uzun saçlarının arasından sarı bir şey parıldıyor.
Yanına gidip saçlarını kaldırdım.
Kızın kulağında oldukça büyük bir altın küpe sallanıyor.
-Miss,
Dalga mı geçiyorsun bizimle.
Duruyor ya küpen kulağında.
Hışımla, başına öbür yana çevirdi.
-Bak, bu kulakta küpe yok.
Küpemin, tekini çaldı.
Ulan bu işin içinde bir iş var ya, hadi hayırlısı.
Komisere yanaştım.
-Komiser Bey.
Ayfer’i tanırsınız.
Hırsızlık yapacak bir insan değildir.
Müsaade ederseniz görüşmem mümkün mü kendisiyle?
-Tabii, görüşebilirsiniz.
Kızın yanında oturan polis memuruna:
-Aç oğlum nezaretin kapısını.
Arkadaş, Ayfer Bey ile görüşecek.
Baktım, içerde bir banko üzerinde Ayfer oturmuş, başı iki elinin arasında, patlak gözleri kan çanağı gibi ve daha da bir dışarı fırlamış, kara kara düşünüyor.
-Selam Ayfer Ağabey, geçmiş olsun.
Ne oldu yahu.
Kızla konuştum.
Altın küpesinin tekini çaldığını söylüyor.
Sabah 11 de uçağı kalkıyormuş. 9.30’a kadar küpeyi geri verirsek ne ala.
Yoksa davacı olacakmış senden.
Ne yaptın küpeyi be?
Evi iyice aradın mı?
Hoş senin hamamın her yeri malzeme, takı dolu.
Küpeyi bulmak mucize olur.
-Vallahi Attila, aramadığım yer kalmadı.
Yerler, yatak, yorgan, tuvalet.
Her yere baktım.
Hiçbir yerde yok.
Tek aklıma gelen, Ursula ile sevişirken bir ara kulak memesini emdiydim.
Yutmuş olabilirim. O kafa ve helecanla farkına varmadım herhalde.
Tek mantıklı cevap bu.
Nezaretten çıkıp Komiserin yanına gittim ve Ayfer’in dediklerini anlattım.
Her kez gülmeye başladı.
Komiser,
-İnşallah öyledir.
Sabah dokuz buçuğa kadar nasıl halledeceğiz bu işi?
Adamı ameliyat ettiremeyiz ya?
-Telefonu kullanabilir miyim lütfen?
-Buyurun.
-Ayfer’le ortak dostumuz Doktor Ahmet’e telefon açtım.
Abi kusura bakma, rahatsız ettim.
Ayfer….
-Kalp krizi mi?
Derhal, ambulans çağır.
Bende hastaneye geliyorum hemen.
-Yok, yok Ahmetçiğim.
Allaha şükür öyle bir şey yok.
Durumu anlattım.
Doktorda gülmeye başladı.
10 dakika sonrada, karakola geldi.
Bir elinde lazımlık, diğerinde de bir şişe müshil.
Ayrıca, birkaç tane de fitil.
Doktor Ahmet’i nezarete soktuk.
Beş dakika sonra alı al, moru mor, dışarı çıktı.
-Ne cins adam bu Ayfer be.
Müshili içirdim.
Fitilleri zinhar istemedi.
Tutturdu ben kıçıma bir şey sokturmam diye.
Anam ağladı ikna edene kadar.
Yahu hapse girersin dediysem de para etmedi.
Ben orama burama bir şey sokturmam diye diretti.
Neyse, o zaman küçük bir ameliyatla çıkartayım diyince zor bela ikna oldu.
Bu arada bende kıza durumu anlattım.
Bir dakika öncesine kadar ağlayan kızda başladı gülmeye.
-Doğru söylüyor.
Kulak memelerimi emmişti.
Çok da zevk almıştım.
Ne yapalım, eğer çıkartamazsa da, davacı olmayacağım.
Kabahat her ikimizin dedi.
Saat dokuza kadar 10 dakikada bir Ayfer’e soruyoruz kapıdan.
-Ayfer ağabey yaptın mı?
Saat dokuzu 10 geçe müjdeyi aldık.
Doktor ile ben, bir elimizde ağaç dalı, diğer elimiz burnumuzda, lazımlığı karıştıra karıştıra nihayet bulduk kayıp küpeyi.
Ursula’ya teslim ettik.
Bizden özür diledi, Ayfer’i suçladığı için.
Ayfer’e sarılıp öptü ve taksiye bindi.
Aramızdaki yaş farkına rağmen Ayfer en yakın dostum, zaman zaman ağabeyim, hatta babam oldu.
Hala unutamadığım çok güzel günlerimiz geçti beraber.
Akşamları ya Ergun’un Cafe’de, ya da, çoğunlukla Celep’te buluşuyoruz.
Benim evim Foça merkezden uzak olduğu için, genellikle Ayfer Celep’e benden önce gelir, şarabımızı ve mezelerimizi söyler ve beni beklerdi.
Duvar kenarında sıralanmış masalardan denize nazır olan ilk masa bizim.
Celep sürekli mekânımız olduğundan, o masa, gelelim gelmeyelim bize rezerve.
Duvarda, belli aralıklarla pencere karkasından adapte, camlı raflar sıralanmış.
Ön taraftan baktığında, sanki yan yana sıralı, bir sürü pencere var görünümü veriyor.
Cam raflarda, çeşitli markalarda şarap şişeleri dizilmiş.
Bir akşam birden beynimde bir şimşek çaktı.
-Ayfer ağabey.
Şarabımız bitince ikinci şişeyi sipariş etme sakın.
-Ne oldu Ati?
Perhiz mi yapıyoruz?
-Sen dediğimi yap.
Artık bundan böyle bir şişe parası ödeyeceğiz.
Şarabımız bitince, boş şişeyi masanın altına gizledim.
Pencere raf dan da, bir şişe şarabı masaya koydum.
Tirbuşon filan hazırlıklı gelmişim.
Ayfer de bir ara, boş şişeyi kolundaki hırkanın altına gizleyerek, tuvaletin girişindeki çöp bidonuna attı.
Biz bir yaz boyunca, Kasım ayına kadar 3–4 şişe şarap içip, bir şişe parası ödedik.
Kasım sonunda, Ayfer’in Helga ile Almanya’ya gitme zamanı geldi.
Hareket etmeden bir gece evvel son defa Celep’te buluştuk.
Yemeğe, Helga ve Günseli de katıldı.
Biz yine aynı minval ile bir şişe şarap alıp dört şişe raftan içtik.
Hesabı istediğimizde, Celep’in sahiplerinden Bahtiyar Bey (Celep amcanın oğlu), bizzat kendi getirdi hesabımızı.
Ortalama 50 lira civarı hesap beklerken, bir baktım, pusulada 350 lira yazıyor.
-Hayrola Bahtiyar Abi?
Bu ne yahu?
Hesaplarımı karıştırdın?
Her halde başka masanın bu pusula.
Bahtiyar Bey gülmeye başladı.
-Abi;
Temmuz ayı 20 şişe.
Ağustos 15
Eylül 22
Ekim 18
Bu ayda 12 şişe içmişsiniz.
Çok eğleniyordunuz beni kazıkladınız diye.
Onun için ses çıkartmadım.
EEE, sezon bitti.
Ayfer de gitmeden hesaplaşalım dedim.
İşte, böyle güzel Foça insanları.
Onun için de Celep bizim mekânımız oldu.
Neler yapmadık ki burada?
Savcı Bey’e özel takdim edilen karpuz göbeğini, savcının masasından çalıp, bizim masadaki, dilim karpuzlarla mı değiştirmedik.
Kedilerden nefret eden Kaymakam Beyi hoplatmak için, Foça kedilerini hurcun içine tıkıp, lokantada masa altında serbest mi bırakmadık.
Kaymakamı elinde kepçe ile kedimi kovalatmadık.
Arada da Ayfer’in, Kızım Yeşim ile sahneledikleri oyunlarla, müşterileri şaşkına çevirttik.
Yeşim o seneler lise son sınıfta.
Bütün ideali 9 Eylül Tiyatro bölümüne gitmek. (9 Eylülü kazandı ve mezun oldu. Beş şehirde tek başına oyun sergiledi. Bu günlerde TV dizilerinde ve sinema film’lerinde oynuyor)
O tarihte Yeşim, kendi kendine senaryolar yazıyor ve bizlere oynuyor.
Ayfer’le de müşterek tiratları var.
Biz Celepte otururken birden lokantaya giriyor.
Sinirli ve hırslı bir şekilde masamıza geliyor.
Ayfer’e dönüp olanca sesiyle bar bar bağırıyor.
-Allahtan korkmaz, utanmaz herif.
Seni kraliçeler gibi yaşatacağım diye aldın.
Yaş farkımıza bakmadan seninle evlendim.
Bu genç yaşımda, iki küçük bebek ile beni eve tıktın.
Günlerdir ne arayıp ne soruyorsun.
Çocuklar ve ben aç, biilaç seni bekliyoruz kaç gündür.
Sen ise bebeklerimizin süt parasını, burada şaraba harcıyorsun.
Allah belanı versin.
Tabi bütün diğer masalardaki müşteriler dumura uğruyor.
67 yaşında bir adam ve 18 yaşlarında bir kız.
Ayfer’de hiç bozuntuya vermeden ayağa kalkıp Yeşim’e sarılıyor.
-Affet beni karıcığım.
Yarından tezi yok artık içkiyi bırakacağım.
Gerekirse çocuklarımız için inek bile satın alacağım.
Hem az mı ağladın evlen benimle diye.
-Ne yapacaktım ki?
Beni hamile bırakmadın mı evlenmeden?
-Affet beni karıcığım.
Ne olur kızma bana.
Gel otur masamıza.
Aşkımıza nazar değdirme.
Yeşim bir hırs ve tafra ile masaya oturdu.
Sonra bana dönerek normal sesinle?
-Ne söyleyeyim baba?
Bahtiyar ağabey köfte iyimi acaba?
Diğer müşteriler iyice şaşırıyor.
Bu sefer bir bana birde Yeşime bakıyorlar.
Hata birkaç kere bir iki tanesi beni bir köşeye çekip fırça attı.
-Utanmıyormusun sen?
Gencecik kız, bu morukla evlendirilir mi?
Birde oturmuş beraber kafa çekiyorsun.
Ne biçim baba’sın sen be?
Tabii ben de oyuna dâhil oluyorum.
-Bakmayın siz eve para bırakmadığına.
Adam trilyoner.
Söke’de dönümlerce arazisi, çiftlikleri var.
Üç beş seneye kalmaz geberip gider.
Trilyonlarda bize kalır.
Tuh sana diyenler mi, küfredenler mi ararsın?
Bahtiyar, bizim nazımızı, muzipliklerimizi her zaman çekti.
Bir yerde de, bizi kaybetmek istemedi her halde.
Ayfer’le her oturduğumuzda, bizi gören masaya dâhil oldu.
İki kişi oturduğumuz masa kısa zamanda 15–20 kişi oldu.
Kimler yoktu ki bize katılan?
Meşhur yazarlar, tiyatrocular, ressamlar, arkeologlar, milletvekilleri hatta ve hatta Foça imamı.
Böyle akşamlardan birisinde, TRT den bir program yapımcısı da bize katıldı.
Kültür, sanat programları yapıyormuş.
Ayfer’in hamamını anlattım ona.
Görmek istedi.
Gezdiğimizde hem mekâna hem de Ayfer’in eserlerine hayran oldu.
Telefonumu istedi.
-Benden haber bekleyin.
Hamamda Ayfer ile bir röportaj yapmak istiyorum.
Ankara’ya döndüğünden, 10 gün sonra da telefon etti.
-Attila,
Perşembe ye, kameramanla birlikte Foça’ya geleceğim.
Yalnız sizden bir ricam var.
Ben gezdiğimde içerisi çok dağınık ve düzensizdi.
Biraz toplayın lütfen.
Çekimde, iyi çıksın.
Tam ben telefonu kapatmıştım ki Ayfer aradı.
-Attila, ilk eşim ağır hasta imiş.
Bu akşam İstanbul’a gidiyorum.
-Yapma be Ayfer ağbi.
Perşembe günü TRT den geleceklermiş seninle röportaj yapmak için.
Aydın Bey biraz önce aradı.
Ne olacak şimdi?
-Ben her halde perşembeye kadar dönerim.
-O halde sen bana hamamın anahtarlarını bırak.
Ben etrafı temizleyip, düzenleyeceğim.
Günseli de bana yardım eder.
Gerekirse Ergun’dan da yardım isterim.
İki günde mis gibi yaparız.
Yalnız bak başından söylüyorum.
Her bir eseri temizleyip etiketleyeceğim.
Sonra başımın etini yeme benim.
-Tamam Ati.
Sen bildiğin gibi yap.
Ben anahtarı Ergun’a bırakırım.
Bir zahmet ondan alırsın.
O akşam Ayfer’i İstanbul’a uğurladık.
Ertesi sabah da hamama gittik.
Önce baştan aşağı temizlik yaptık.
Sonrada bütün eserleri tek tek elden geçirip numaralandırdık.
Fiyatlandırdıktan sonrada, duvarları keramik, heykel, takı ve antik eserler olarak ayrı ayrı tanzim ettik.
Hamam pırıl pırıl bir müze oldu.
İşimiz bitince, bir yorgunluk çayı demledikten sonra külhanda minderlere oturduk.
Günseli yatak odasında, karyolanın altında bulduğu eski bir tahta bavul getirdi.
İçi, Ayfer’in şiirleri, notları, resim eskizleri, gazetelerden kesilmiş köşe yazıları, ikinci dünya savaşı senelerinde verilmiş ekmek karnesi, diplomalar, eşlerinin ve kızının fotoğrafları ile dolu.
Günseli,
-Elimiz değmişken bunları da tanzim etsek iyi olur.
Evrakları ilgilerine göre ayırdık, tarih sırasına koyduk.
Bavulun dibinde iki tane kırmızı kadife kaplı kutu bulduk.
Kutuların ilkini açtığımda, bir adet bronz yıldız, diğerinde de gümüş yıldız madalyalar vardı.
Altlarında da birer belge.
Sağ üst köşede ABD bayrağı.
Hemen altında da büyük harflerle yazılmış Amerika Birleşik Devletleri Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığı başlığı.
Amerikan Silahlı kuvvetleri Kore savaşında göstermiş olduğunuz olağan üstü cesaret ve kahramanlık için Üsteğmen Ayfer Kakan’a şükran ve teşekkürlerini sunar ve bronz yıldız madalyası ile taltif edilmesini uygun görmüştür.
İmza General Douglas Mac Arthur.
Benzer bir belgede, gümüş yıldız için vardı.
Bavulu iyice aramama rağmen Türkiye’ye ait bir Kore gazisi madalyası veya herhangi bir belge bulamadım.
Kore harbinin bahsini her açtığımda, Ayfer ağabey’in niye sinirlenip bu konuyu kapattığını, şimdi daha iyi anladım.
Neyse ki Ayfer röportaja yetişti.
Güzel bir program ve söyleşi oldu
Bizde bütün grup Ergun’un Cafe’de televizyondan izleyip alkışladık.
Yetmiş beş yaşına bastığı gün Ayfer beni bir kenara çekti
-Yaşlandım artık Ati.
Bana bakacak bir eş lazım.
Helga’ya evlenme teklif edeceğim.
Almanya’ya gelip gitmekten de bıktım.
Hem bir türlü sevemedim Almanya’yı.
Helga benimle evlenmeye evet derse, gerekirse bir ev kiralarız, hamamı da atölye ve satış evi gibi kullanırız.
Evlenmelerine, Helga’nın kızı ve akrabaları miras ve sair maddi sebepler öne sürerek karşı çıktı.
Ayrıldılar.
Amma, Ayfer’de şeytan tüyü var ya!
İki ay sonra bir gece Ayfer, yanında 40 yaşlarında, sarışın bir hanım ile çıka geldi.
-Çocuklar tanıştırayım.
Misis Ann.
İskoçya’dan, tatile gelmiş Foça’ya.
Buraya yerleşmeye karar verdi.
Ann’in hali vakti yerinde.
Foça içinde bir apartman dairesi aldı.
Haftasına da Ayfer’le nikâhını kıydırdık.
Aradan bir sene geçti.
Akşam, mutat Celep’te demleniyoruz.
Ayfer bayağı düşünceli.
Bir iş var bunda ya, inşallah Ayfer Ann den bıkmamıştır.
-Ne düşünüyorsun kumrular gibi?
Sıkıntılı bir şey mi var abi?
-Ann be Attila.
Beynimi kemiriyor, Foça’dan sıkıldım diye.
Ann yayla kızıymış.
Şehir hayatından sıkılıyormuş.
Yeni köyde (Foça’ya 20 km uzaklıkta bir köy) eski bir taş ev bulmuş.
Evi görsen harap durumda.
Fakat ille de bu daireyi satıp o evi alalım diye yırtınıyor her gün.
Nasıl olsa daire daha fazla para eder köy evinden.
Tamir ettirip, Yeni Köy’e taşınalım diye sürekli dır dır.
Yeni köyde bırak bakkalı, eczaneyi, ekmek fırını bile yok.
Ekmek almak için bile 3 kilometre yürüyüp Ilıpınar’a gitmen lazım.
Gerekirse eski bir Cip alırız demiş Ann.
-İşe bak be Ati.
Ulan ben karıyı İskoçyalı diye aldım.
Meğerse İskoçya’nın Yeni Köyünden imiş.
Ayfer’e de Ann’e de çok yalvardım yapmayın diye.
Ayfer sohbet adamı.
Ayfer dostsuz olamaz.
Foça’da gık dedi mi görüşüyoruz.
Sıkılır Ayfer orada.
Ne dediysem dinletemedim.
Daireyi satıp taşındılar köy evine.
Gayet de güzel tamir ettirttiler.
Ama ben biliyordum başıma geleceği.
Ayfer, akşam oldu mu fabrikaya telefon açıyor.
-Hadi Ati, kalk gel buraya.
Ann, Dimitrikopulos bulmuş.
Mis gibi kırmızı şarap.
Seni bekliyorum.
Fabrikadan çoğunlukla akşam 8 de çıkıyorum.
Fabrika Menemende.
Foça’ya 45 dakikada geliyorum.
Yeni köy yarım saat sürüyor.
O yorgunlukla, hem yarım saat direksiyon salla, Ayfer’le kafa çek, sonra da bir 15 dakika daha direksiyon salla.
Birde genellikle Foça girişinde çevirme var.
Alkollü araba kullanmaktan, bir de ehliyeti kaptırırsam yandım.
Dolayısıyla Ayfer’e hafta sonları gidebiliyorum.
O da sürekli bana sitem ediyor ve küsüyor.
Ayfer korkunç mutsuz ve yalnızlık çekiyor.
2004 Ekiminin ilk cumartesi sabahı Ann telefon etti.
Cuma günü, Ayfer’in kızı ve torunları gelmiş İstanbul’dan.
O gece çok mutlu imiş.
İçkiyi de biraz fazla kaçırmış anladığım.
Sabah erkenden kalkıp bahçeye çıkmış Ayfer.
Çiçekleri sularken aniden yere yığılmış.
Ambülânsla İzmir Devlet hastanesine kaldırmışlar.
Tansiyonu 26 imiş.
Müdahale edene kadar koma’ya girmiş.
Bir ay yoğun bakımda kaldı Ayfer.
Bir ay sonrada, sağ tarafı felçli, yürüme ve konuşma zorluğu çeken, yarım bir adam halinde taburcu edildi.
Allah için, bir sene Ann çok iyi ve sabırla baktı Ayfer’e.
Ben bir türlü hazmedemedim Ayfer’in bu halini.
Kötü bir şey yaptım.
Allaha dua ettim.
Bu şekilde aciz bir halde yaşatma.
Ne olur Tanrım.
Bir an önce al yanına Ayfer’i diye.
Bir sene sonrada Ayfer, Yeniköyde bu dünya’ya veda etti.
Foça eski mezarlığa gömüldü.
Cenazesine ben gidemedim.
Günseli uğurladı toprağa Ayfer’i.
Üç ay sonra, ancak kendimi toparladım ve ziyarete gittim mezarlığa.
Kırık bir amfor parçası ve Foça taşı bıraktık mezarın üstüne.
Celepte her şarap içtiğimde, kadehimi üç kere yere vuruyorum.
-Şerefine Ayfer,
Bak yine beraberiz.
Seni öylesine özlüyorum ki?
Attila Bozoğlu – Eski Foça
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.