Gülizar Çay Bahçesi
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Gece boyu uğraşıp tamir ettiği sandalyenin bacağı diğerlerinden farklı renkte olmuştu. Rahmetli karısına, az bulunan bir verniği çöp sanıp attığındaki kızgınlığı gelmişti aklına.
<Ne çok kızıp, köpürüyorsun bey > diye çıkıştığı zaman onu duvara itişi geldi gözünün önüne. Kimse görmesin diye sildi akan yaşlarını. Bak şimdi o vernik lazım olmuştu, aynı rengi tutturmak mümkün olmuyordu. Vernik yok diye ağlanır mı hiç, Nazım usta ağlıyordu…
İstanbul’a yakın bir kasabaydı burası. Eski deyimle sayfiye yeri, şimdilerde gelişmişlikle birlikte şehirle birleşmiş olmasına rağmen, halen o sadeliğini korumuş, yeşil bir sahil yeri. Nazım ustada buradaki çay bahçelerinin birini işletiyordu. Yan yana dizili beş tane çay bahçesinin en farklı en hoş olanıydı Gülizar Çay Bahçesi.
Çeşitli nedenlerle ötekileri plastik masa sandalyeye geçmişlerdi çoktan. Bir tek Nazım usta direniyordu. Bakımı, saklaması zor ve masraflı olan ahşap artık tercih edilmiyordu. Ömrünün hiçbir bölümünde para ile işi olmayan Nazım usta ise bu konuyu dert etmiyordu.
Memleketten getirttiği kayın ağaçlarından yaptığı masada otururdu. Bilenler bilir bazı zamanlar masa ile konuştuğu da doğrudur. Dedesi Mahmut usta çok iyi bir marangozmuş, tüm etraf illerden ona iş gelirmiş. Daha ilkokuldayken atölye kokusu ile tanışan Nazım ustanın ağaç aşkı o zamandan kalmadır. Aynı vernik kokusunu arama, aynı talaş tozunu yutma isteği sırf o günlerin güzel hatırası içindir.
Mahmut ustanın hiç kavuşamadığı sevgilisinin anısına o bölgenin geleneksel etekliğinin kumaşından masa örtüsü yaptırmıştı. İşte o sevgilinin adı da Gülizar’dı. Elli yıl onu hiç unutmadan ve sadece ailede tek okuma bilen torunu Nazım’a bu konuyu anlatan Mahmut ustanın aşkı; şimdi bu masa örtülerinde, o topraklarda büyümüş ve belki de ikisinin de elleri değmiş ağaçlardan yapılma bu masalarda yaşamaya devam ediyordu. Zamane âşıkları Gülizar’da buluşalım dedikçe Mahmut usta pos bıyıklarıyla gülmeye başlıyordu.
Ana giriş kapısında -şimdi rahmetli olmuş- eski belediye başkanının diktiği ceviz ağacı vardı. Benim bildiğim seksen sonrası başkan olmuş en ilginç adam sosyalist Behçet lakaplı o efsane adam; kasabaya yüz tane ceviz dikmiş seçildiğinde. Dali bıyığı ile de dikkat çeken bu zat, kim bilir daha neler yapmıştır bilinmeyen, göze görünmeyen. Kendisi de bir köy enstitüsü mezunu olduğundan, o tip eğitim yapan atölyeler kurmaya özen göstermiş. Okuma yazma bilmeyenleri ne yapıp edip yaz kurslarına dâhil etmiş. Çevre düzenlemesi için belli sokaklara belediye olarak destek olup, elinden geldiğince güzelleştirmeye çalışmış. Fidan dikme seferberliğine katılanları onurlandırmak için bir anıt yaptırıp, onların isimlerini yazdırmış mermer kaideye. Yazlık sinema açan ilk belediye sanırım burasıdır. Anlatılmayan veya unutulan daha nice şey vardır. Bu ceviz de onlardan sadece biriymiş işte.
Behçet dedi Nazım usta- ona ilk kez adıyla hitap ettiğini belirterek çünkü hep başkanım demiş- beni hayata bağlayan en güzel şey oldu bu tanımadığım yerde. Hem buraya alışmamı sağladı hem de dedeme benzeyen gülümsemesiyle bir eksiğimi tamamlamış oldu. Şimdi düşündüğüm de hiç okumamış dedemin bilgeliğine erişmek için, en az Behçet kadar didinmek gerekiyormuş.
Bahçede oyun oynayan çocukların yere düşen cevizleri büyüklerine götürüp bu ne diye sorduklarında, o küçük halleriyle ilk kez gördükleri ağacın ceviz ağacı olduğunu anlamaları, çöreklerde yedikleri cevizin böyle yetiştiğini öğrendiklerindeki şaşkınlıkları Nazım ustanın içinin yağlarını eritiyordu. Sırf bunun için bile bu mekân hep açık kalmalı diyordu içinden.
Yol tarafındaki çitleri hanımeli, yasemin türü sarmaşık çiçeklerle güzelleştirmişti. Deniz tarafı ise manzara kapatmayan saksı çiçekleriyle doluydu. Rahmetli annesinin çok sevdiği papatyalar, ortancalar sol tarafta dururken; sağ taraf karısının anısı için begonya, petunya, sardunyalarla donatılmıştı. Hayatta iken de anası solunda, karısı sağında otururdu. Ölçülü bir çekişme halinde olsalar da birbirlerini hep sevmişlerdi. Birbirlerinin arkasından hiç kötü laf söylememişlerdi. Kaynanasının ardından bu kadar gözyaşı dökene az rastlanırdı.
Dedesine verdiği söz yüzünden Gülizar’dan kimseye bahsetmedi. Hatta karısının ona kızıp, kıskançlık krizi geçirdiği günlerde bile bu gerçeği kimseye anlatmadı. Ta ki benim yolum oraya düşüp, onun yanına yaklaşıp bugün niye kimsecikler yok dediğim akşama kadar.
Dizi manyağı oldu herkesler dedi bana.
İkimiz de şu herkesin müptelası olduğu diziyi hiç izlememiş olmamızla gururlanıp çayımızı yudumlamaya başladık.
Adının Nazım olduğunu öğrendiğimde, bir şiir okudum ona.
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben havalı okumam için övgü beklerken o bana şerham şerham ne demek diye sordu. Yanaklarım kızararak bilmiyorum dedim. O gün öğrendim ki parça parça, yarık yarık anlamında bir ikilemeymiş. Yoksa bir Türkçe öğretmenine mi çarpıldık deyip, mesleğini sordum. Asıl mesleği muhasebeymiş, bir kez ticaret denemiş bir toptancı işi. İşler iyi giderken bir arkadaşı ona çeltik ekelim demiş. Çeltik ilk baş verdiği dönem hepsinin yüzleri gülüyormuş. Sonra üç gün üst üste samyeli esince çeltiklerin hepsi kavuza dönmüş. Bunun üstüne borca verdikleri kişilerde ödeme yapmayınca kısa sürede batıvermiş. Muhasebeciliğe geri dönmüş ve emekli olunca burayı satın almış. Tüm parasını da zihnindekine benzer bir ortam yaratmak için harcamış.
Kıyıda köşede hiç parası olmamış Nazım ustanın. Miras yüzünden birbirini yiyen çocuklar yüzünden de hiç çocuk yapamamış, çok istese de bilinçli olarak engel olmuş. Karısı ilk başlarda ona çok kızsa da sonraları hak vermiş. Param olduğu için benle dostluk yapmak isteyenler olmasın, bana yarenlik edecekler sohbetim için gelsin isterim diyordu.
İkinci çaylarımızı içerken yan kahvenin sahibi geldi, izin isteyip oturdu. Ne olacak bu halimiz diye dert yanmaya başladı. Kredi ile döndüğünü her gün bin liralık ciro yapmazsa zarar yazdığını anlattı durdu. Gözü dönmüş gibiydi, dizilerin neden hala devam ettiğine kızıyor ve bu kızgınlıkla da yaratıcı küfürlerle bezeli bir konuşma yapıyordu. Diziler yüzünden eve kapanan insanlar onun batmasına sebep olacaktı. Vericiyi bombalayıp yayını durdurma günlerini çoktan geçmiştik, herkes uydudan izliyordu.
Şaka yollu ona büyük perdede sen yayınla diziyi dedim. Eski Açıkhava sinemaları gibi olur, hoşuna gider müşterilerin. Üstüne atladı bu öneririnin, duymak istediği buymuş gibiydi. Sevinçle çayını içmeden koşarak ayrıldı yanımızdan. Geride gülümseyen iki adam bırakarak…
Garsonu çağırıp kulağına bir şeyler söyleyip yolladı. Beş dakika sonra elinde iki çayla aynı garson geldi. Ben yudumlayacakken önce kokla dedi bana. Kokladım mis gibi tarçın kokuyordu. O an dalmışım, öylece kalmışım. Neyin var senin dedi bana. Yalnızım Nazım usta dedim, başka bir şey yok. Var bir şey anlat bana dedi, bir anlaşma yaptık ben anlatırsam o da bana Gülizar adının nerden geldiğini anlatacaktı.
Sevgilimden yeni ayrılmıştım, çayın içine demlerken kabuk tarçın koyan o kızdan. Daha fazla yanmamak için, erimemek için ayrılmıştık. Birine ait olamadığım için, sahiplenemediğim için ayrılmıştık. Bu unutmuşum anlamına gelmiyordu. Her olay onu hatırlatıyordu. Buraya oturmamın sebebi de oydu. Onun tahta iskemle sevgisi beni buraya çekmişti. Biraz önce şiir okurken yine aklıma geldi, şimdi de bu tarçın kokusu onu bana getirdi. O sormadan söyledim adı Müberra’ydı.
Sonra o da ilk kez birine anlatıyorum diyerek sır olduğunu vurgulayıp Gülizar’ın hikâyesini anlattı.
Ben o günden beri sadece çay içmek için anayoldan sapıp uğradığım bu kasabada yaşıyorum. Nazım usta halen sapasağlam merak etmeyin…
Haziran 2010
Nadir
YORUMLAR
Eşya, masa, sandalye, çanak, çömlek, beyin, kafa, insan, alışkanlık, zevk vs birbiri ile endirekt alakalı ne varsa hepsini direkt olarak etkileyen “eski” ile “yeni” arasındaki acımasız mücadelenin özgün bir hikâyesi. Araya ustaca serpiştirilmiş, farklı politik görüşe sahip olanları bile rahatsız etmeyen siyasi mesajlar.
Tebrikler, saygılar