- 525 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
O
O
Yıl kaçtı çok iyi hatırlayamıyorum. Geçmiş zaman hakkında biraz düşünmek lazım. Yıl kaçtı
bilmem ama mevsim kıştı. Bilmem kaç santim bakir beyazlık önümüzde uzanıyordu. Belki de o günden kaldı bende bu kar sevdası. Yerde kar, sabah alacası, ayaz vurdu vuracak sillesini. Kar kış fakirin ağlanası hali, zenginin eğlencesi. O, önümde çabuk çabuk yürüyordu. Her adım atışımızda, kara gömülen ayaklarımızın gucurdayan sesi duyuluyordu. Ben, sabahın bu erken saatinde mis gibi kar kokusunu içime çekerken sanki hayatımda hiç bu kadar güzel bir gün daha yaşayamayacakmışım gibi aceleci nefes alıp boşluğu kucaklıyordum. Bir yerlere yetişmenin telaşındaydı O.Gözü hiçbir şey görmeden yürüyordu. Ne karın beyazlığı, ne de adımlarımızın çıkardığı sesler…Üstünde, her zaman ki gibi soluk mavi mantosu vardı. İlk alındığında, yenleri yıpranmamış, yakası kolalı, etekleri ütülü jilet gibiydi. On yılını devirmişti tabi şimdi. Ne kolası ne de ütüsü kalmamıştı. İçindeki ekmek kavgasının telaşından başka bir yaşama telaşı da yoktu. Birbirini tamamlayan uzun boyu ve koca ayaklarıyla Mecidiyeköy’e doğru yol alıyorduk. Sağlı sollu meyve ağaçlarının arasına serpişmiş bahçeli, uykucu evlerin küçümseyen, şüpheci bakışları eşliğinde ilerliyorduk. Yol boyunca, sabahın alacası ve karın beyazlığının gümüş gri sinden başka bir şey görünmüyordu.
O kadar hızlı yürüyordu ki ona yetişmek için kara, bata çıka koşmak zorunda kalıyordum. Sızlanmam mümkün değildi. Duymazdı zaten. Dünden aldığı bir iş vardı. Bu kıt zamanda, ucunda azıcık da para… Azıcık para biraz ekmek demekti. Belki bir parmak yağ. Biraz örgü ipi belki de. Oğlana bir şeyler yapmak lazım. Küçücük ayaklarına, körpe başına. E ee bakana da lazım. Çok çalışmak lazım, hiç durmamak lazım. Hele ki bu kıt zamanda.
Beni görsün de ne kadar yorulduğumu anlasın diye yakınından koşturmaya çalıştım. Ama fark etmedi bile. Kalın bir örtünün altına gizlediği başı dimdik yola çevrilmişti. Küçük burnu, tıpkı yüzü gibi kıpkırmızı olmuştu. Derin derin nefes alıyor, arada bir tıkanır gibi olsa da toparlıyordu. Şişli camiin yanından yol sağa meyil veriyordu. Birden yolun ortasında durup sağ elini göğsüne bastırdı. Kontrollü bir nefes alış verişten sonra yoluna devam etti. Bir süre böyle ard arda yürüdük. Arada bir yanımızdan geçen faytonların zil sesleri karın gucurtusunda eriyip kayboluyordu. Yaşlı ve yorgun atların, kemikli kıçlarının her oynayışında titreşen zillerin çınlaması nasıl da uzaklaşıyordu. Hayıflanıyordum bu, zevkli başlayan ve tatsızlaşan soğuk ve ruhsuz yürüyüşün, şımarık züppe çocuğu olarak… Daha fazlasını istiyordum.
Neden sonra bahçesinin içinde yükselmiş bir masal evinin, karla örtülü, işlemelerle süslenmiş yüksek bahçe kapısının önünde durduk. Bu kaçıncı bahçedir önünden geçtiğimiz saydığım hatırlamam mümkün değil. Etrafı taşlarla örülü bir bahçeye açılıyordu bu kapı.
Güneş henüz yükselmeye başlamıştı. Ortalık iyiden iyiye aydınlanıyordu. Bahçedeki gül ağaçlarını, leylak ağaçlarını karın altından seçebiliyordum. Baharda da ziyaret etmek lazımdı burayı. Tam karşımızda üç katlı, ahşap ev dikiliyordu. Hayran hayran bakakaldım bu eve. Gerçektende bir masal evi gibiydi. İçeriden dışarıya henüz söndürülmemiş idare lambalarının ışıkları sızıyordu. Perdeler sıkı sıkı kapalıydı. İçerisi merak uyandırıyordu. Ev zarif fakat kederliydi. Tıpkı içindeki şehri gibi, Tıpkı O’nun gibi. O, pek zarif sayılmasa da olabildiğince kederli bir kadındı. Hayatı boyunca başına gelenleri nezaketle karşılamış, sessiz bir kabullenişle yaşamıştı.
Kısacık yürüyüş yolunu karı tekmeleyerek bitiriverdim. Arkamda ıslak ve neşeli kar tozu bırakıyordum. Evin kapısı ve veranda için birkaç merdiven tırmandık. Sonra kapının üzerindeki demir topuzu birkaç kez kapıya vurdu. Bir süre sonra içeriden gelen ayak seslerini duydum. Kapıyı açmadan önce önündeki diğer engelleri kaldırıyordu. Anlaşılan uzun bir kalasla giriş engellenmişti. Ardından birkaç kilit sesi ve kapı açıldı. Kocaman bir surat kapının aralığından bizi süzüyordu. Yüzü, geniş bir tabak gibi büyük ve yuvarlaktı. Dudakları kalın, gözleri çukurlarına kaçmıştı. Üzerinde gri bir elbise vardı. Eteğine büyükçe bir bez parçası bağlamıştı. Saçlarını soluk bir yazma içine hapsetmişti. Ağır geniş kalçaları ve iri birer kütüğü andıran bacakları eteklerinin altından fark ediliyordu. “ Buyurun içeride bekleyin “ dedi. O, önden girdi içeri. Ben de hemen arkasından. Kalın dudaklı kadın iri olduğu kadar uzun da sayılırdı. Ama O’nun yanında kısa kalmıştı.
Paltolarımız üzerimizde olduğu halde, bu, iri kalçalı kadının arkasına takılıp birkaç basamak tırmandıktan sonra iki kanatlı yorgun ahşap kapının önüne vardık. Kadın, tombul parmaklarıyla kapı topuzlarını yakalayıp itiverdi. Kendimizi yüksek tavanlı, geniş bir salonun ortasında bulmuştuk. İçeride lavanta kokulu sıcacık bir iklim hakimdi. Sanki dışarıda kar yoktu da bahar gelmiş, birden bire hava ısınmış ortalık çiçek kokusuna kesmişti. Biz salonda öylece bekliyorduk. Benim hiç şikayetim yoktu. “Ortam güzel, sıcak” diye düşünüyordum. Salonu yukarı bağlayan merdivenler genişti. Basamakların üzerinde, emektar bir kilim seriliydi. Ahşap kahverengi trabzanı yukarıya doğru sinsice akıyordu. İnsanda merak uyandıran ve üst kata davet eden hain bir gülümsemesi vardı.Tabak suratlı kadın, bu merdivenleri ağır ağır tırmanırken her bir basamağından ayrı bir inleme ile şikayet sesleri yükselmişti. Kolay değildi tabi böyle iri bir gövdeye sabretmek. Hem de her gün.
Ben kıpır kıpır yerimde duramıyordum. Bu ev, salon bu koku beni heyecanlandırmıştı. Yaşamak işte böyle bir şey. Yani sıcak ve yumuşak ev kokusu. Arkamızda tavana kadar uzanan genişçe bir pencere vardı. Önündeki perde iki parça yerlere kadar uzanıyordu. Ne kadife ne ipek. Dokunmak için ellerimi uzattımsa da parmaklarım boşluğun içinde birbirini okşadı. Hayalet bir evin içinde, hayalet eşyalardı sanki bunlar. Yoksa hayalet olan ben miydim anlayamadım. Pencerenin dışında, kış mevsiminin bahçede çizdiği beyaz resmi seyretmek doyulmaz bir hazdı. Ben pencereye yapışıp kalmıştım. O, öylece dikilmiş, yüzü merdivenleri araştırarak bekliyordu.
Bir süre sonra, yukarıdan, uzun eteklerinin üstünde uçarak geldiğini sandığım, beyaz saçlarına rağmen çok daha genç görünen simsiyah gözlü bir kadın O’nun karşısına dikiliverdi. İncecik parmaklarını birbirine geçirip karnının üstünde toplamıştı. Zayıf omuzlarının üzerinden aşağı doğru sarkan şalı altın sarısıydı. Uzansam dokunamayacağım kadar şeffaf görünüyordu. Solgun yüzü, ince ve kibirliydi. Dikkatle O’nun yüzüne bakıyordu. “ İşiniz uzun sürebilir” dedi. Kelimeleri uzatarak , lastik gibi çekerek konuşuyordu. “ Tayyibe sana kalacağın yeri gösterecek” Şu tabak suratlı kadının bir adı olması ne güzel. “Tayyibe!!” gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Hem de ne gülme isteği. Allah’tan kıkırdağımı fark etmediler. “ Tamam “ dedi O. Sonra Tayyibe’nin peşine takılıp, salonu aşağı bağlayan merdivenlerden arka bahçeye açılan kapının bulunduğu taş zeminli diğer girişe geldik. Burası biraz daha serince idi. Bahçe kapısı da iki kanatlıydı. Uzun ve ahşaptı. Her bir kanadında prinçten, oymalı tutamakları vardı. Önünde uzun ve kalın bir kalasla desteklenmişti. Ev ev değil kale gibi diye söylendim. Tayyibe, kapının sağında kalan bir diğer ahşap kapıyı açıp bizi buyur etti. “ Burada rahat edersiniz” dedi. Camları sıkıca kapatan perdeleri açınca , dışarıdaki kar beyazı, odanın içini doldurdu. Uzun dar pencerenin arkasında uzanan bahçedeki gül ağaçları
karla kaplı kollarını açmış, başlarında uçuşan kar tanelerini seyrediyorlardı. Sanki onlar için zaman durmuştu. Öyle, kolları açık şaşkın bir edayla beyaz başları yukarıda, kalakalmışlardı. Oda, küçük ve soğuktu. Salonun yumuşak iklimini özletiyordu. Buna rağmen içeride işe yarayacak eşyaların hepsi mevcut görünüyordu. Bir yatak, eski bir koltuk, battaniye, yerde eski bir kilim, pencerelerde perde…Daha ne olsun? Hem de aydınlık bir oda. Zaten birkaç günlük bir iş. Kalıcı değiliz ya… Kapının arkasında ince uzun bir dolap vardı. Bu yüzden kapı tamamen açılmıyordu. Tayyibe, dolabın kapağını açtı. “ Buraya eşyan varsa yerleştirebilirsin.” Dedi. O, başındaki kalın eşarbı çıkarırken, şöyle bir göz attı. “ Ben eşya almayı akıl edemedim ki” dedi. “ Aslında bir günlük iş sanmıştım.” Dolabın kapağını kapatıp, söze devam etti Tayyibe “ Öyle bir günde bitecek iş değil, sana söyleyen yanlış demiş” Kaşları havada konuşurken küçük gözleri düşünceliydi. Çare arayan ve nasıl yardımcı olabileceğini düşünen bir halleri vardı. Ben kenardan atılıp “ Tayyibeciğim, senin yok mu şöyle üç beş parça yedeğin? Hoş, öyle zor zamanlar ki bu zamanlar yedeklemek ayıp sayılır.” Dedim. Tayyibe kendine şaşmış gibi bir gülüşle “ Dur aklıma geldi, birkaç parça kıyıda köşede kalmışlarım olacaktı.” Dedi. İri bacaklarının üstünde, kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle odadan çıktı. Az sonra merdivenleri inleterek yukarı çıktığını duyuyorduk. O, cebinden, özenle katlayıp koyduğu eski yazmasını çıkarıp, sıkıca başına taktı. Uzun ablak suratı iyice ortaya çıkmıştı. Beyaz kemikli yanakları küçük gözlerinin altından kavisler çizerek yüzünü tamamlıyordu.
Ben yine dışarıda yağan kara dalmıştım. Kar yağışının ruhumda yarattığı o mutluluk hissi anlatılamayacak bir şeydi. Benim için mutluluk, annemin sesi, onun pişirdiği herhangi bir yemeğin kokusu, yanan bir soba, bir kova sıcak suda yıkanmak, bir romanın içine dalıp orada kalıvermek, çocuk olmak hiç büyüyememek, babamın elinde yeni alınmış okul çantasının kokusunu içime çekmek, yeni alınmış defter kokuları… Gökyüzünden huzur içinde toprağa doğru salınarak inen tek bir kar tanesinin içindeydi hepsi. İşte bu yüzden hiçbir bahar beni bu kar yağışı kadar mutlu edemiyordu.
O gün Tayyibe bir taraftan O, öbür taraftan koca konağın dokunmadıkları yerini bırakmayacak şekilde temizlediler. Akşam saati bitkin halde aşağıda oturuyorlardı. Küçük oda sıcacıktı şimdi. Çamaşır odasının hemen üstünde olduğundan ısınmıştı. Tayyibe kırk yıllık dostu gibi davranıyordu O’na. Yüzündeki gülümseme sahici görünüyordu. Kalın dudaklarının akıllı ve bilmiş kıvrımları kocaman suratına yepyeni bir anlam kazandırmıştı. Neşeli sesi küçücük odada çınlıyordu “ Ah keşke bir parçacık kahvemiz olsaydı “ diye iç geçiriyordu. “ Şu saate kadar durmadan çalıştık. Hazır odada ısınmış. Bir fincancık kahve ne iyi gelirdi, değil mi?” Minik gözlerini yummuş, güzel bir hayalin peşindeki çocuk gibiydi. “Kahve içmek, şöyle şekerlisinden… Kahvenin hayalini kurmak bile haksızlıktı bir çok insana. Her şeyimiz tam da bir kahvemiz eksikmiş gibi hayale dalmak, amma da yaptım “ Öyle kocaman gülümsemişti ki suratı sadece dudak kesilmişti. Küçük gözleri kaybolmuştu. O’nun yüzünde ilk defa bir duygu belirtisi görmüştüm. Biraz şaşkın seyrediyordu Tayyibe’yi. Hatta gülümseyen bir ifadeyle bakıyordu. Tabii bu durum çok uzun sürmedi. Birden eski bir kan davasını hatırlamış gibi kilitlenip kaldı dudakları dişlerinin üzerinde. Ben O’ndaki bu ruh halinden şüphe ediyordum. Bilmediğim bir şeyler vardı. Genellikle çok konuşmazdı ama bu sefer suskunluğunun altında başka anlamlar aramaya başlamıştım. Konuşmaya çalışmamın işe yarayacağını sanmıyordum. Beni görmesi ya da duyması imkansızdı. Yıllar sonrasından çıkıp yanına gelmiştim. Henüz beni tanımıyordu. Ama ben O’nu daha iyi tanıyordum.
“ Epey yorulduk bugün “ dedi Tayyibe’ye bakarak. “Yarına pek işimiz kalmadı “ Öteki başıyla doğruladı. “ Vallahi ben bu kadar çabuk toparlayabileceğimizi sanmıyordum. Ama gelecek misafirler için yemek yapmamız gerekecek. Kalabalık geleceklermiş.” Dedi. O kaşlarını kaldırarak “ Kimmiş ki bu misafirler , bu kadar kalabalık” Tayyibe kaşlarını hafifçe çatarak baktı. Gülümsemesi silinmişti yüzünden. “ Ben de tanımam, üstüme vazife değil sormam” O ise sormaktan vazgeçmedi. “ Kaç kişiye yemek yapacağız ? Bunu bilsek bari. Üç beş kişi ise benim kalmama gerek kalmaz belki. “ Tayyibe hali hazırda havada olan kaşlarını hoşnutlukla aşağı indirdi. Büyük bir iç rahatlığıyla konuşuyordu. “ Ah şekerim ben de amma meraklı diyordum içimden. Senin derdin bir an önce işi bitirip gitmek tabii … haklısın. Ama öyle üç beş kişi olacağını sanmıyorum. En az on beş kişi olacaklarmış. “ O’nun yüzünde bir genişleme fark ettim. Küçük gözleri kısılmış alnının iki tarafına çekilmişlerdi. İnce dudakları bükülüp geriliyordu. Bu hali beni bile endişelendirmişti.
Tayyibe yatmak üzere odasına gitmişti. Odası yukarı katta idi. Evin hanımına yakın bir odada yatıyor olmalıydı. Aşağıda O’nunla baş başa kalmıştım. Yüzümü yüzüne iyice yaklaştırıp kulağına fısıldadım “ Ne yapmak istiyorsun sen? “ Bana aldırmadan yatağın üzerindeki kalın örtüyü kaldırıp içine giriverdi. Örtünün altında büyükçe bir tümsek oluşturan koca gövdesi öyle hareketsiz ve umursamazdı. Ben ne düşüneceğimi bilmiyordum. Bir şeyler olacağını hissediyorum. Camın kenarında dikilip beyazlar altındaki bahçenin ay ışığında nasılda parladığını seyrediyordum. İçim içime sığmıyordu. Kar ve ay ışığı … nasılda yakışmıştı birbirine. O’nunla geçirdiğim bir çok gece olmuştu. Hiç bu kadar güvensiz hissetmemiştim. Perdeyi sıkıca kapatıp, hemen köşedeki kanepenin üzerine uzandım. Çamaşır odasının sıcağından eser kalmamıştı. Odanın içi iyice soğumuştu. Kapının hemen arkasındaki dolabın üst rafından battaniyeleri aldım. İçerideki biricik yatağa O yattığından, kendime
uyumak ve ısınmak için bir yer hazırlamam gerekti. Yatağın hemen ayak ucundaki koltuğu gözüme kestirdim.
Larva gibi yuvalandığım battaniyenin içinde hiç üşümeden sabahlamıştım. Ama koltuğun çok da rahat olduğunu söylemek doğru olmazdı. Gözlerimi açtığımda gün henüz yükselmekte olmalıydı. Mevsimsel bir sabah karanlığı sürüyordu. Sıcacık kabuğumun içinden çıkmak istemiyordum . Hatta zaman ve mekanı ileri sarıp her şeyi olması gerektiği hale getirmeyi diliyordum. Bu içine girip de aşık olduğum ama sanki hiç çıkamayacağımı sandığım zavallı konak düşündürüyordu beni. Üzerinde sabahladığım koltuk ve alaca karanlığın yere düşürdüğü şu gölgelerin çoktan ölmüş olduğunu bilmek … Odada yalnız olduğumu fark ettim bir süre sonra. Yatak hiç bozulmamış gibi uzuyordu ayaklarımın ucunda. İçine girip bütün kemiklerimi dinlendirmeyi düşündüm. Nasılsa fark edilmiyordum. Ama bugün için çok daha önemli planlarım vardı. Benim planım O’nu gözümün önünden ayırmamaktı.
Evin mutfağına, yattığımız odanın üst katında, konağa geldiğimizde karşılandığımız o geniş salondan geçiliyordu. Bütün gün harala gürele çalışmışlardı. Tayyibe’nin tiz ve şen sesi hiç durmamıştı. O koca gövdeden çıkan bu sese bu kadar süre tahammül etmek çok zordu. Lakin ekmek kavgası. Benim gözüm O’nun üzerindeydi. Mimikleri, hareketleri, bakışları… Hiçbir şey kaçırmamaya çalışıyordum. Ama bazen Tayyibe’nin oynak, cırtlak sesine takılıp dikkatim dağılabiliyordu. “ Ben daha küçük bir kız iken Aksaray’da otururduk
” diye aldı sazı eline yine. Pek meraklı bir edası vardı konuşmaya. Kaşları havalanmış, dudakları öne doğru uzamıştı. Küçük gözleri tombul parmaklarıyla sardığı sarmanın üzerinden ayrılmıyordu. “ O zamandan bu zamana çok şey değişti. Annem zavallı bir kadıncağızdı.” Küçük gözleri ile elinde yaptığı işi inceliyordu ama gördüğü onlar değilmiş gibiydi. “ Hangi kadın biraz zavallı değil ki” diyerek iç geçirdi. O Tayyibe’ye bakıp “ Hiç kimse zavallı değildir. Ama zalimler ile mazlumlar vardır. Birinin beli bükülür ki baş kaldıramasın, diğeri ise ne aslan parçasıdır ne de Tanrı” Tayyibe O’na şaşkınlık ve endişe ile baktı. Bana göre Onun sesini duymak bile şaşırtıcıydı. Ayrıca söylediklerine katılıyordum. Sadece içinde bulunduğumuz bu geçmiş zamana çok uygun muydu? Anarşist sesi, boyun eğdiği zavallı yazgı çizgisinin çok dışındaydı. Bundan sonra fazla konuşmadılar. Elleri makine gibi çalışıyordu. Ocağın üstünde tavuklar, sarmalar, çorbalar, zeytinyağlılar yer değiştirerek pişmişti. On beş kişi değil sanki elli kişiye yetecek kadar yemek pişirdiler.
Sene kaçtı hatırlamıyorum ama bildiğim, çoğu insanın yaşamak için böyle eski konaklarda beraber yaşadığıydı. Farklı hayatların küçük odalarda yaşama tutunmak için verdiği mücadele anlamaya değerdi. Oysa bu konakta altı üstü iki kişi yaşıyordu ve mutfakları oldukça zengindi. Neredeyse koca İstanbul’u doyuracak kadar yemek pişmişti. Evin hanımı hiç ortalarda görünmemişti. Ben bir hayalettim ikisinin arasında. Görülmem ama her şeyi görebilirim. Ama ilginç olan O’nun yanından ayrılamamamdı. Aslında konağın üst katını varsa onun da üstünü merak ediyordum ama O gitmediği sürece ben de gidemiyordum. Mutfakta bir köşede öylece kalakalmıştım. Tayyibe kütük bacaklarının üstünde sürünür gibi mutfaktan çıktı. O eski yazmasıyla saçlarını sıkıca bağlamıştı. Uzun kemikli yüzü uzamış küçük gözleri yorgun kaşlarının altında kaybolmuştu. Beyaz yanakları pembe pembe geniş alnı ter içindeydi. Önünde pişen yemeğin nasıl olduğunu merakla tencerenin kapağını kaldırdı. İşte o zaman bir şeyler çevirdiğini anlamıştım. Mutfak kapısına doğru yüzünü çevirip dışarıya doğru kulak kabarttı. Gelen giden yoktu. Ama ben oradaydım. Merakla O’nu izliyordum. Eliyle iki göğsünün tam ortasını yokladı. Yüzünde en ufak bir telaş yoktu. Gayet sakin ve kendinden emin bir şekilde küçük şişeyi yerinden çıkardı. Kapağını açıp içindeki sıvıyı tencerenin içine boşalttı. Güzelce bir de karıştırdıktan sonra, şişenin kapağını kapatıp eski yumuşak ortamına yerleştirdi. Benim heyecandan nefesim kesilmişti. Bu kadının amacı nedir anlayamamıştım. Açlık ve sefalet bu kadar gözlerini karartmış olamazdı. Kendi etrafımda dört dönüyordum. Bir türlü anlam veremiyordum. En sonunda bunun bir tür uyku verici ilaç olduğuna hükmettim. Bütün herkesi yemekte uyutup hatta Tayyibe’yi de konakta kıymetli ne var ne yok toparlayıp götürecekti. Şaşkınlıktan ve kızgınlıktan yerimde duramıyordum. O’na hiç yakıştıramayacağım bir şeyi yapacaktı ve ben hiçbir şekilde engel olamayacaktım. O ise gayet sakin , büyük sobanın yanından ocağın başına geçiyor, kaynayan tencereleri kontrol ediyordu. Az önce aşağıya inen Tayyibe’ye, hiçbir şey olmamışlığın şahitliğini yapar gibi uzun solgun eteği neşeli neşeli sağa sola savruluyordu.
Akşam saati yaklaştıkça başıma ağrılar saplanıyordu. Beraber aşağı odaya inmiştik. Üzerine, konağa gelirken giydiği elbisesini geçirdi. Soluk mavi mantosunu yatağın üzerine yayıp bıraktı. Başka da bir eşya getirmemişti zaten. Uzun yüzünü cama çevirip uzaklara daldı. Küçük gözlerinin içinde yanıp sönen ışıkların gözbebeklerini nasıl genişletip daralttığını görebiliyordum. Sabırsız nefes alış verişinin dışında bu sessiz huzurlu ortamı bozacak bir ses yoktu. Akşamın alacasında, kara kışın soğuktan kemikleşmiş ellerini görebiliyorduk. Bembeyaz karı avuçlamış, yeşil damarları gökyüzüne tırmanmaktaydı. Bana dönüp baktı birden. Gözlerimin içine öyle bir baktı ki beni görebildiğine yemin edebilirdim. Dudağımın ucunda hışımla dökülmeyi bekleyen o kadar kelime vardı ki… Yukarıdan Tayyibe’nin sesi duyuluyordu, O da ben de irkilmiştik. Konuşmama fırsat bile olmamıştı ve O yine aynı umursamaz tavrıyla beni yok farzederek harekete geçti.
Beni hayal kırıklığına uğratan misafirler bir bir gelmeye başlamışlardı. Yukarıdaki geniş salondan bir üst kata çıkarken merdiven basamakları nasıl da ızdırap çekerek inliyordu. Şimdiye kadar gelen misafirlerin hepsi erkekti. Üzerlerinde aynı okula giden öğrencilerinki gibi aynı renk aynı kesim takım elbiseler vardı. Gri pantolon ve ceket, beyaz gömlek. Hepsinin burma bıyıkları yukarı doğru kıvrılarak daire çiziyor, yüzlerinin her iki yanına kıvrılmış birer kara akrebi andırıyorlardı. Gözleri, dünyaya tepeden bakan kaşlarının altında her an el ayak öptürmeye hazır bakışlarlarla süzüyordu ortamı. Üst salonu ilk defa görüyordum. Yüksek tavanın tam ortasından sarkan ışıl ışıl bir avize ortalığı aydınlatıyordu. Hemen altında , dikdörtgen büyük bir masa vardı. Her gelen, bu masanın etrafında bildikleri yerlerine oturuyor, birbirlerini saygıyla süzerek mırıldanıyorlardı. Pek sessiz, burma bıyıklı takımı bir türlü tamamlanamıyordu. Habire kapı çalınıyor, zavallı Tayyibe koca bacaklarının üzerinde yay gibi fırlayıp koşuyor, gelenleri karşılıyordu. Evin hanımı gelenleri üst salonda karşılarken, ağzı kulaklarında, gözlerinin içi parlayarak en içten samimiyetiyle selamlıyordu. Her bir misafir bembeyaz dantelin sardığı incecik parmakların ucuna hafif bir buse kondurup tok bir topuk sesiyle bu samimi karşılamaya cevap veriyordu. Ben her nasıl olduysa avizeye tutunup olan biteni tepeden seyrediyordum. Şapkalar, paltolar çıkarıldı. Tayyibe ve bizimki eteklerini savurarak bir içeri bir dışarı koşuşturuyorlardı.
Masa kısa sürede yemeklerin envai çeşidi ile donatılmıştı. O’nun koynuna sakladığı küçük şişenin kerametini bilmeme rağmen ben bile oturup karnımı şişirmek istiyordum. Ama yazık olsun bana ki kendimi sığdıracak bir yer bulamıyordum. Yaklaşık yirmi kişi olmuşlardı. Yirmi ölü başın son yemeği idi bu. Oysa hallerinden çok memnundular. Yemeğe başlamadan önce derin bir sessizlik oldu. Önlerindeki geniş tabaklara gömülmüş gibi eğik başları dua etmekteydi. Neye ve nasıl inandıkları hakkında bir fikir vermiyordu bu bana. Pek tanıdık değildi. Tayyibe ve O, hareket eden tek varlıktılar. Buna rağmen tek fark edilmeyenler de onlardı. Yok sayılanlar … Fakat her işi yapanlar… “Ama bu gece” diye geçirdi aklından O. “Bu gece ki son duanız olacak, alçaklar !”
Akrep ve yelkovanın akıl almaz bir biçimde ağırlaştığı şu anda akşam bir türlü geceye bağlanamamıştı. Önlerindeki yuvarlak geniş tabaklara ne koyarsan yiyen bu insanlar sanki cennet meyvelerine erişmiş gibi şişmiyor patlamıyor işin kötüsü doymuyorlardı. Yemeye programlanmış bir makine gibiydiler. Gözlüklerinin üstünden etrafına sinsice bir bakış fırlatan ötekinin ne kadar mideye indirdiğini hesaplıyordu. Aslında hepsinde aynı telaş vardı. Daha fazlasını ve çok daha fazlasını yiyebilmek. Tayyibe, uslu ve sessiz bir kadın oluvermişti. Büyülenmişcesine bu aç itler sürüsüne hizmet ediyordu. Kaç kere masanın etrafında döndüğünü sayamamıştım. Bulunduğum yerden aşağı zıplayıp O’nun yanına sokuldum. Artık işi gücü sermiş, yarattığı eserinin detaylarını inceleyen bir ressam edasıyla masayı izliyordu. Ben hala, bu aç kurtların, birden tıkanıp, gözleri açık bir halde, kafalarını tabaklarına gömüp kendi kusmuklarında boğularak ölmelerini bekliyordum.
O, arkasını dönüp merdivenlerden hızla aşağı inmeye başladı. Peşinden sürüklenircesine takip ediyordum. Son bir kez geriye bakmak istedim. Yukarıda derin bir sessizlik hakimdi. Tayyibe’nin öylece dikilip kalması gözümün önünden gitmiyordu bir türlü. O’na dur diyememişti bile. Şok geçirdiği kesindi. Aşağıdaki odadan mantosunu alıp, örtüsünü başına geçirdi. Öyle hızlı davranıyordu ki yukarıdaki durumun bize de bulaşabileceğini düşündüğünü sandım. Taşlıktan merdivenleri tırmanıp büyük salona çıktık. Ağzı yarı açık yukarıya kulak kabarttı. Ses soluk çıkmıyordu. Arkadaki büyük kanatlı kapının önüne takılı uzun kalası hiç zorlanmadan indirip kapıyı açtı sonra.
Dışarıda kar ve soğuk bıraktığımız gibi devam ediyordu. Karanlık gökyüzünden aşağıya süzülen kar taneleri yüzümüzde eriyordu. Bahçeden geçip çıkış kapısının yanına geldiğimizde durduk. O, yüzünü konağa dönüp seyre durdu. Şimdi bu bekleyiş niyeydi bir türlü anlam veremiyordum. Bir süre böyle kalıp konağı ezberlercesine seyretti. Derin, ferahlamış bir nefes alıp karanlık yol boyunca yürümeye başladı. Karanlık gökyüzünden dökülen kar taneleri soğuk dokunuşlarıyla ürpertiyordu beni. Nereye gittiğimizi göremiyordum. O’nun uydusu olmuştum artık. Sol yanımızı yan yana yaslanmış yaşlı ve bilge konaklar alırken sağ tarafımız bom boş bir arsadan ibaretti. Seyrek ağaçlar kar altında fark ediliyordu. Art arda yürüyorduk. Gelirken duyduğum heves ve merak kalmamıştı bende. Saat gece yarısına yaklaşıyor olmalıydı. Gece yarısı, karlar altında fukara bir kadının peşine takılmıştım. Hem de ne kadın!! Gizemli, kararlı, planlı… Dalgın başım bastığım bakir beyazlığı izliyordu yürürken. Birden bire karanlık yolumuz arkamızdan gelip yetişen büyük bir ışıkla aydınlanıverdi. Öylece donup kalmıştım. O ise hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam ediyordu. Hızlı adımları karın derinlerinde bir kayboluyor bir ortaya çıkıyordu. Mavi mantosu toz halindeki karın üzerini süpürüyordu. Geriye dönüp ne olduğunu anlamaya çalıştım. O’nun aksine konağa doğru sürükledim ayaklarımı. İnsanlar yüksek sesle konuşarak diğer binalardan dışarı fırlamış merakla o tarafa doğru koşuyorlardı.
- Karanfilli Konak yanıyor! Diye bağırıyordu birisi.
- Su yetiştirin ! İçeride insanlar olacaktı. Dedi bir başkası.
Demek “Karanfilli Konak” dı adı. Tabii ya anlamam gerekirdi. O ilk anda aldığım bahar kokusu… Genzi gıdıklayan, ruhu okşayan mis gibi karanfil kokusuydu. Yolun bir tarafı ona benzer mahmur konaklar sıralıydı. Kar altında, bembeyaz kürkleri içinde göz süzen salon hatunları gibi kendinden emin zengin. Bütün bu fakir ve küskün şehre tepeden bakarken bir yerine toz değmesin, hemen feryadı basıveren fettan ve hassas. Zamanın durduğu yer burası. Karanfilli konaklar. Adını da karşılarında uzanan karla kaplı şu tarladan alıyorlar. Karanfil tarlasından. Baharda gelmek lazım buralara. Kar iyice tipiye dönmüştü. Dalgın dalgın karın içinde debelenen bu geçmiş zaman insanlarını seyrediyordum.
Bir süre sonra O’nu yakalayabilmek ümidiyle yola koyuldum. Bu olan biten hakkında sorulacak çok sorum vardı. Zamanın içinde kaybolmuş gibiydim. Sesler giderek kayboldu ardımda. Önümde uzanan dar yolda kara ve karanlığa rağmen uçarcasına yürüyordum. Ayaklarım buz kesmişti ama vücudum ateş gibi yanıyordu. Nefes nefese koşuyordum. Nerede olduğumu anlamak için durdum bir an. Hemen yolun solunda üstü açık bir odun deposu vardı. Dar bir sokağın başında dikilip kalmıştım.
İnanılmaz mahmur bir bahar akşamıydı. Ayaklarım kuru, yerler kuruydu. Derin bir kabusun içinden başka bir rüyaya mı kaymıştım bilmiyorum. Ama yıl 1998 ve Koca Mustafa Paşa’da idim. Nerede olduğumu ve yılı çok iyi biliyordum. En azından bilinmeyenler azalmıştı. Dar sokağa dalıp acele etmeden yürümeye başladım. Sol yanımda adı sanı belirsiz bir su istasyonunun yanından geçiyordum. Az sonra, bir sitenin demir kapısından içeri giriverdim. Bahçesi betondu. Düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. İşten servisle sokağın başına kadar gelip, sokağın başında iniyorum ve sonra dar yoldan yürüyorum. Yaşadıklarım bir rüya değildi. Hepsi de gerçekti. Şaşkınlık içinde , apartmanın girişinde birikenlere aldırmadan içeri girdim. Kalabalık apartman ahalisi ayak üstü muhabbetleri beni sarmazdı. Cebimden anahtarımı çıkarıp, daire kapısını açtım. Odama girip çantamı bıraktım. Bu arada balkondan gelen sandalye gıcırtısından O’nun evde olduğunu anladım. Eminim yukarıdan aşağıya laf yetiştiriyordur diye geçirdim aklımdan. Şimdi anlayacaktım olup biteni. Ama O’na bunu nasıl sorardım. Benimle zaten yıldızı barışmıyordu ve geçmişinde nasıl bir oyunun içinde yaşadığını hayal ettiğimi sanabilirdi. Ama yaşadığı acı tecrübeleri olduğunu ve farklı işler peşinde ekmeğini kazandığını anlatmıştı bir aralar. Odamı balkona bağlayan daracık salon ve mutfağı geçtim. Gıcırdayan metal sandalye öylece bir köşede durur haldeydi. Yıpranmış, boyaları dökülmüştü. Üzerine oturulacak az bir parça süngeri bile görüntüsünü yumuşatamıyordu. Çok defalar oturmuştum üzerine. Dengede durmak gerekiyordu. Geçen yıllarla beraber yamulmuştu sağı solu. Ama O atmazdı sandalyesini. Birde şu karşıdaki erik ağacı var tabi. Oturup karşılıklı konuşmadan seyrettiğimiz olmuştur beraber. Benim içimde sıkıntı ve yalnızlık duygusu … Onunla olmak … Şu gıcırdayan sandalye ve karşıdaki tek ağaç olan erik ağacı. Birde O’nun yüzünden eksik olmayan tebessümü. Üçü bir arada içimi sıkardı. Ne bedbaht bir hayat yarabbi. Aşağıdaki kalabalığa takıldı gözlerim. Öyle pek ayaküstü muhabbete benzetememiştim. Konuşurken birbirlerinin omuzlarını sıvazlıyorlardı. Tam da aklıma kötü şeyler gelecekken ayağını sürükleyerek balkona geldi. Gıcırdayan sandalyesine kuruldu. Her zaman yaptığı gibi kolunu sürgülü balkon camının kenarına yerleştirdi. Soluk soluğa kalmıştı. Yaşlı beyaz yüzünü otuzuna taşıyan bir gülümsemeyle baktı yüzüme. Kaygısız ve mutluydu. Beraberce aşağıdaki kalabalığa baktık. O’na yaşadığım ya da yaşadığımı sandığım şeyleri anlatmak için sabırsızlanıyordum. Ama metal sandalyenin boş olduğunu görmemek için O’na doğru bakamıyordum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.