- 819 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Hayat Sadece On Dört Saat - Bir Demiryolu Hikâyesi
Nice hayatlar sığar uzayan demir ağlara,
Ulaşılır hasretlere ulaşılmaz dağlara,
Bilmem kaçıncı sanat pencere hikâyeleri?
Sırsız aynalar düşler yeşertir çorak bağlara…
— Bir Demiryolu Hikâyesi
HAYAT SADECE ON DÖRT SAAT
9 EYLÜL EKSPRESİ
İzmir - Basmane Garı saat: 20.00
Bir yolculuğa çıkmak üzereyim. Ne tatile gidiyorum, ne gezmeye. Yüküm ise çok ağır; iki valiz, bir el çantası ve beş yaşındaki küçük kızımdan çok, çokça ağır. Geride bıraktığım bir evlat ve sevda yarası. On dört yıl önce gelmiştim bu şehre, telli duvaklı bir gelin olarak. Yaşımı şimdi hiç sormayın bayanların yaşı sorulmazmış. Ben bir yolculuğa çıkıyorum; yıkılmış bir yuva hikâyesinin kahramanlarından biri olarak. Yüklerim ve biz yerleştik 9 Eylül Ekspresine. Asıl yükümü yükleyemedim, bu yükün altından nasıl kalkarım bilemedim. Ayrılıyorum; limandan düdüğünü çalmadan ayrılan sessiz bir gemi gibi. Fakat ben ferahlık kokan, mis kokan açık ve özgür denizlere değil, doğduğum kıraç bozkırlara dönüyorum, Ankara’ya. Ne anlarım ben denizlerden, sandallardan, martı seslerinden ben bozkır çocuğuyum. Sessizce ayrıldık. "Seni seviyorum" dedi; "yalnız dostça." Hareket ediyor 9 Eylül Ekspresi, sessizce ayrılmıyor garından. İsmi bile bana İzmir’i hatırlatıyor. Yoksa ayrılmak mı istemiyor. Lokomotif en güçlü haliyle çekmek istiyor vagonları, vagonlar ise uçuruma düşecekmişçesine tutunuyor raylara. Kükrüyor lokomotif vagonları çekmek için, vagonlar ise ayrılıyor garından, usulca ayrılıyor parmakları rayların parmaklarından. İnliyor tekerlekler dünyanın en sert çeliği olsalar da. Garip, kimsesiz, yalnız kalmış, kamışlığından ayrılmış bir saz kamışı gibi; neyce inliyor. Saat 20.15
Koltuklarımız rahattı pulman denilen bu vagonda. Keşke biz de rahat olsaydık. Hızla ilerliyor, uğradığımız istasyonlarda kısa dur - kalklarla yolumuza devam ediyorduk. Akşamın kızıllığı gözükmüyordu fakat yaslandığım vagon camına geriden olanca kızıllığıyla yansıyordu. Gerideydi çünkü biz doğuya doğru ilerliyorduk. Saatler geçmek bilmiyordu, inatlaşıyordu sanki kolumdaki saat zamanla. Yol ise bilemiyorum geçiyor muydu, geçmiyor muydu? Sadece kızgın ve kendini güçlü hisseden lokomotifin sesi ve biçare vagonların rayda bıraktığı sesten başka bir ses duyulmuyor, sanki bir karanlık dünyada karanlık bir tünelde yolculuk yapıyorduk. Yol arkadaşımın uykusu gelmişti. Onu koltuğunda rahatlaştırdım. Ah! Bir de ben rahat olsaydım. O olayların farkında bile değildi. Sıradan bir yolculuğa; dedesi ve anneannesinin yanına gidiyoruz zannediyordu. Bir ara "anne, ablam niye gelmiyor" diye sordu. " Kızım " dedim, " okulu var ondan gelemiyor." Okullar yeni açılmıştı aylardansa Eylül, zamansa sonlarıydı. İzmir çok sıcaktı. Fakat ben çok üşüyordum. Hem de çok. Saat 21.40 Manisa Garı
Ayla vardı bizim okuldan. Sınıf arkadaşım. Sınıf arkadaşlığından öte can yoldaşım. Okuldan sonra birkaç kez telefonla konuşmuştum. Manisalı idi. Şimdi Gaziantep’ de öğretmen. Tam on dört yıl oldu görüşmeyeli, görüşemedik. Okulumuzun son sınıfında âşık olmuştum İzmirliye. Bizden bir sınıf ilerideydi. Yıllarca göz göze gelmiş, yan yana oturmuştuk. Fakat o son yılda âşık olmuştuk, daha doğrusu onun olduğunu sanmışım. O okulunu bitirmiş, bir iş bulurum diye Konya’ dan ayrılmamıştı. O dönem; bir felsefecinin aşk konulu derlediği bir kitabı okuyordum. Başucu kitabımdı. Evire, çevire - tekrar, tekrar okuyordum. Âşıklar ne yapsın. Diyordu ki bir paragraf başında kalın harflerle " insan için bir âşık olmak, bir de ölmek zamanı vardır. " Bu cümleyi okuduğumda yanımda sessizce ders çalışan Ayla’ya duyuyor musun diye bağırdım; " insan için bir âşık olma bir de ölmek zamanı vardır, ben o zamanın geldiğini hissediyorum ve görüyorum." Ayla da bana: " Neler oluyor sana, seni tanıyamıyorum. Şunun şurasında son seneye geldik. Bırak şu aşk - meşk hikâyelerini n’olur. N’oluyor bu İzmirliye onunda yakasına yapışacağım" diye çıkışmıştı. Nerdesin Ayla? Tam On dört yıl oldu Ayla. Beni neden tutmadın Ayla? Bana çok kızdın son senemde okulu bıraktım diye. Senin hoşlanmadığın İzmirliyle evlenip gittim diye. Saat 23.13 Soma İstasyonu
Vakit gece yarısını çoktan geçmiş. Bense hâlâ vagon penceresinden süzmekteyim kap karanlık dünyayı. Sırsız bir ayna olup bana ben olup yansıyan saydam cam, vagon camında. Pembe düşler değildi benim gördüklerim. Pembe geçmiş bir hayattı. On dört yılın içinde bir kara günüm geçmedi onunla. Ne yalan söyleyeyim; ne söven bir dil vardı karşımda, ne döven bir el. Mutluyduk. Herkes gibi mutlu, huzur dolu, güven dolu bir hayatımız vardı. Ben bu hayat için onca yıl uğrunda koşuştuğum, ailemden uzak kaldığım okulumdan, belki de kısa bir süre sonra başlayacak olan meslek hayatımdan, öğrenciyken düşlediğim, hedeflediğim öğretmenliğimden vazgeçmiştim. Ben şimdi nereye gidiyordum? Evim geride kalmıştı. Birkaç saatlik mesafede de olsa çok gerilerde kalmıştı. Beni, bizi neler bekliyordu? Bu rayların uzunluğu ne kadardı? Bu yolculuk hangi garda son bulacaktı? Raylar uzasaydı sonsuzluğa, gece dönüşmeseydi gündüze. Vagon camının arkasında ayna sırı olarak kalsaydı karanlık. Ve ben yansısaydım bana sonsuza dek. Saat 03: 32 Gökçedağ İstasyonu
Vakit artık ne geceydi, ne de yarısı. Dışarıda seher yelleri uçuşuyor olmalıydı. Penceremi açıp tutmak isterdim onu, seher yelini. Tutamadıklarıma kıyasla, inatla. Hissetmek isterdim seher vaktinin rahatlığını ve huzurunu. Bülbüller başlamış olmalıydı güllerine serenat yapmaya. Dikenlerine konmuşlardır güllerin dikenli dallarına. Eğer hissedilen dikense, gül çok yakınlarda olmalıydı. Öyleyse daha da çok şakımalıydı, haykırmalıydı. Farkında mıydı, kanayan ayaklarından haberi var mıydı? Aşk acısından başka hiç bir şey yoktu ona hissedilecek. Güle varmak için dikenlere basılacağından haberi olsa da, olmasa da o bu yolda yürüyecekti, gözü kararmışçasına. Ne güzel dikenli yoldan güle ulaşmak. Ya gülden, dikenli yollara doğru yola çıkmak nasıldı? Onu bülbüle değil bana sorun. Yanımdaki yol arkadaşım çok derin uykudaydı. Uyanmaya hiç niyeti yok gibiydi. Açmamalıydım penceremi, o uyumalıydı benim uykusuzluğumun yerine. Saat: 05: 34 Kütahya Garı
Güneş duvağını çekip atmıştı yüzünden. Yüz görümlüğünü görmüş olmalıydı. Hızla boynuna dolanan 9 Eylül Ekspresindeki yolcuların düşlerini, hayatlarını toparlayarak asmak üzereydi gerdanına, kâinatın en güzel gerdanlığını. Demek ki artık geride değildi. Ne kadar da hızlıydı. Aslında yarım günlük tren yolu mesafesinde arkamızdaydı. Biz mi hızlıydık, yoksa o mu? Ufkumuzdan geriye kalan dünyada ne kadarda hızlıca dönüp karşımıza çıkmıştı. Oysa o güneş hep olduğu yerdeydi. Dönen ise bizim yerküremiz dünyamızdı. Dönmek; tamamen bensizliğine bürünmüş, dünya ve topraktan ibaret olan siyah hırkasını yerlere bırakmış, bembeyaz tennuresiyle güçlü ve güzel, bir görünmeyen merkezin etrafında dönen bir semazen gibi dönüyordu. Tüm kisvelerden arınmışçasına. Biz de dönüyorduk raylarla yerkürenin bombeli zemininde, fakat dönüşümüzü tamamlayamamıştık. Hayat ve yolculuk bir döngüyse eğer; ne ara istasyonlarda durabildik, ne de duran vagondan ayaklarımızı atabildik istasyonlara. An geldi garlardaydık, inmesini bilemedik dönemedik. Kızıllık artık gittiğimiz yönde, tam karşımızdaydı. Saklı bir güzelliğin yerlere değen kızıl saçlarının ucundan yere düşen kırıkları olsa gerekti, bu renk ve ışık cümbüşü. Artık çıkmıştık karanlık, ışıksız tünelden. Kıraç bozkırlarda süzülüyorduk. Işık ışıktır görene, ışıktan köre ne. Tan ağarmıştı, benim saçlarım gibi. Saat: 07: 05 Eskişehir Garı
"Günaydınlar kızım. Nasıl, rahat uydun mu ?" diyerek seslendim, gözlerini ovuşturan tatlı kızıma. "Çok güzeldi anne, çok güzel rüyalar gördüm" dedi. İkramlık kumanyayı açtım. Yemek istememiştim. Karnım da hiç aç değildi. Döndüm kızıma dedim ki: " Haydi yiyelim. Sabah olunca kahvaltı yapılır. Ne kadar acıktık değil mi? Çok yolumuzda kalmadı." İştahlıca seslenmiştim ona. Yemek, adı yemek işte. Adı yemekse, yemek yemek. Birkaç parça atmıştım ağzıma lakin çığda yuvarlanıp, yuvarlandıkça büyüyen küçük bir kartopu gibi ağzımın içinde büyümüştü lokmalar. Yaşamak için yemek gerekirdi, yemek içinse yaşamamak. Dedim " kızım rahat mısın koltuğunda?" "Ben rahatım anne" dedi, sol koluma sarılarak, omzuma doğru yaslanarak. Oysa bu rahat koltuklarda çok rahatsızdım. Çiviler batıyordu sırtıma. Yorgundum, hem de çok yorgun. Sessizdik yine. Eskişehir’i geçeli bayağı olmuştu. Belki de artık Ankara il sınırından içeriye girmek üzereydik. Polatlı çok uzaklarda olmamalıydı. Babam bize buraları çok anlatırdı. Eskişehir, Bolu, Bilecik, Ankara havzasını çok sevdiğini söylerdi. "Polatlı - Eskişehir demiryolunun çok yakınındadır" derdi; Yunus Emre için. Çok yakınlarında olmalıydık garip Yunus’un. Garip ama koskocaman koca Yunus’un. Şu tarlaların ortalarında saymaca duran altı gölgelik ağaçların altında oturmuştun, kim bilir? Duyar gibiyim gönlünden çıkıp dudaklarından süzülen dua vari deyişlerini.
Kimseler garip olmasın
Hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler kalmasın
Şöyle garip bencileyin.
Garipler garibi, gariplerin yoldaşı selam olsun coğrafyana, selam olsun yürüdüğün yollara, topraklara.
Hızla ilerliyordu 9 Eylül Ekspresi, lokomotif bizlere gücünü iyice hissettirmek istiyor olmalıydı. Yayından çıkmış bir ok gibi hedefine varmak için sabırsızlanıyordu. Polatlı ve Sincan’ı geçmiştik. Ankara Garına girmek üzereydik. Geçmiştik nice ara istasyonlardan, nice garlardan. Mecnunun uğradığı vahalar gibi. Hafif, hafif yavaşlamaya başlamıştı 9 Eylül Ekspresi. Tutunmak istiyordu Basmane Garında ayrıldığı parmaklara. Fren pabuçları değdikçe ona, daha da yakın oluyordu raylara. Duyabiliyordum tekerleklerin inlemesini. Tam on dört saat oldu bu yolculuğa çıkalı. On dört yıllık hayatımın kesitinin küçük bir minyatürü gibi. Elli iki dakikalık duraklamalarla geçilen tam yirmi yedi istasyon. Hayatımızdaki duraksamalar, uğradığımız istasyonlar gibi. 9 Eylül Ekspresi varış noktasına menziline ulaşmıştı. Geldim diye haykıran, sert çalan düdüğünün ardından tamamıyla durmuştu artık. Saat: 10: 15 Ankara Garı
Oturduğumuz koltuklardan doğrulmamız kolay olmadı. Sır dolu vagon penceresi camından ayrılmakta. Ağır adımlarla indik biz ve yüklerimiz. Sol tarafıma döndüğümde gördüm onu. Devasa gar pencerelerinin içinde vitray süslemesini andıran ışık hüzmesinin en kıymetli parçası gibi duruyordu. Gül yüzlü çehresi ve duruşuyla bana bir güven vermişti. Tek gözlü Kara Korsan’dan uzaklaşmaya çalışan, yelkenleri parçalanmış, gövdesi delik deşik olmuş bozkır gemisine. En sakin, en güvenli liman olmalıydı. Gözleri ışıldadı, duruşu bir başka canlıydı. Dudaklarının kıpırtılarını görüyordum uzaktan. Ellerini iki yanına açtı, hoşgeldiniz der gibiydi. Seslendim ona en yüksek sesim olan sessizliğimle.
"Sakındığın gözüne çöp battı, baba! Küçük kızın Ahsen geldi. Biz geldik, baba!"
Abdülkadir KALAY