- 1041 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
CİNNET
Vakit oldukça ilerlemişti. Zavallı yavrucağın durumunda hala bir düzelme yoktu. Bağırıp çağırıyor, kendini yerlere atıyor, başında bekleyen dört kadın, kızın ellerine hakim olamıyordu. Bıraksalar kendini oracıkta boğması işten bile değildi.
Dışarıdan pencereye vuran ay ışığı , hafif esen serin rüzgar , gamlı gamlı öten uğursuz baykuşun sesi durumun vehametine ayrı bir esrar katıyordu..
Yan odadan gelen şiddetli çığlıklar, artık tahammül edilecek gibi değildi.Uzaktan sesi işiten komşular, birer birer ışıklarını yakmaya, bu ayı bağırmasına benzeyen sesin nerden geldiğini tayin etmeye çalışıyorlardı. Ses bir evden gelmiyor olsa, üç beş köylü silahını alıp, köyü ayı bastı diye, sokağa dökülebilirdi. Bereket versin ki, iç içe olan evlerden fısıltı gelse duyulup , bir müddet kollamadan sonra, sesin hangi haneye ait olduğu kesin olarak anlaşılabilecek bir imarı vardı köyün. Şimdi herkes bizim eve bakıyor, sesin kavgadan mı kazadan mı hasıl olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kavga olduğuna kanaat getirseler, çoktan ışıklarını söndürüp perde arkasından gizlice izlemeye başlamışlardı bile. Bu öyle bir meraktı ki, tadı ne uykuda ne başka bir şeyde bulunamazdı. Hele içlerinde köyün haber mecmuası görevinde biri vardı ki, dinlemeyi meslek icabı sayar, sarı basın kartlı gazeteciler gibi kendini ilişilmezden sanırdı.
Alt kattan üst kata sürekli bir şeyler taşınıyor, çarşaflar ,tütsüler, musaflar ,elden ele dolaşıyordu. Alt mahalleden çağırdığımız Hatice Hoca dizlerinin üstüne koyduğu küçük bir Kur’an’dan okuyup okuyup biçarenin yüzüne şiddetli bir üfürük savuruyordu. Kadının nefesi az daha kuvvetli olsa, kızcağızın zatürre olması an meselesi idi.
Hastanın başında bekleyen Zahide anne, elindeki kovaya sokup çıkarttığı bezle, kızın tırnaklarıyla sağına soluna açtığı yaralardan akan kanı temizliyordu.Bu temizlik esnasında krize giren kız, su kovasını görünce deliye dönüyor, vücudunun yanı sıra Zahide annenin ellerini de tırmalıyordu.
Komşu kadınlardan biri yatağın başına fazla yaklaşmadan
_Abla bu sudan korkuyor…Kuduz falan olmasın, dedi..Şimdi herkeste sinirler daha gergin, üstelik bir de hastalık kapma endişesi ile yardım çabaları daha da tedirginceydi. Zahide ana buruşuk yüzünü daha da buruşturarak elindeki bezi kovaya daldırırken kadına dönüp:
_Ne hayırlı ağzın var ayol, bal pekmez damlıyor mübarek, diye inceden bir azar attı.
Henüz yeni hukuk fakültesini kazanmış kuzenim oturduğu uzak sandalyeden :
_Kimsenin aklına doktor çağırmak gelmiyor mu Allah aşkına? Ölecek kız ,dedi. Kimseden kelam çıkmıyor, ancak gözler tüm çıplaklığıyla gerçekleri söylüyordu. Bu kıza doktordan fayda olmadığı tecrübe ile sabitti.
Ben hamile olduğum için fazla yaklaşamıyor, fikirsel de olsa yardımda bulunamıyordum. Zaten yapılacak bir şey olmadığını daha önce yaşananlardan bildiğim için, fazla bir kederimde yoktu. Kız böyle sabah ezanına kadar debelenecek , gün ağarırken bağırmaktan gerçekten ayı sesine dönen sesiyle “ne oldu bana” diyecekti. Bu hal onda üçüncüydü. İlk ikisinde doktorlara götürülmüş, ne gariptir ki kız sapasağlam çıkmıştı. Hatta doktorlar içinde numara yaptığını söyleyen bile vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, kendi vücudunda açtığı derin yaraları görmesem , pencereden dışarı iç çamaşırlarıyla atlayıp, fişek hızıyla koştuğuna şahit olmasam, numara olduğuna inanacaktım. Çünkü, dört kişiyle zapt edilemeyen kız, sabah ezanını duyar duymaz yüzyıl uyuyan güzel masalındaki prensese dönüyordu. Masalın bu kısmında, bir tek onu öperek uyandıran prens eksikti. Zaten onu o salyalar bulaşmış yüzüyle bırakın prensi, yanı başındaki anası bile öpmeye mide yettiremezdi..Kimse numaradan kendini bu kadar iğrenç hale sokmak istemez düşüncesiyle üçüncü kez de bu şüphemden vazgeçtim.
Namaz kılan kılmayan tüm ev ahalisi can havliyle sabah ezanını bekliyor, ikinciden sonra can sıkıcı bir angarya haline gelen bu dehşet dakikalarından kurtulmak istiyordu.
Yaşlı kadın okumasını güç bela bitirebilmişti. Ama ne var ki, kızcağızda hiçbir olumlu gelişme vuku bulmamış, aksine daha da çıldırmıştı.
Kapı çaldı…Bir grup komşu, kadınlı erkekli salona doluştular. Göz ucuyla başka gelen var mı diye girişe baktığımda gülmemek için dudaklarımı ısırdım. “Köpeksiz köy buldun da değneksiz mi geziyorsun” deyimine hürmeten, herkes birer dal parçasıyla gelmiş,vestiyerin önü inceli kalınlı değneklerden kışlık odun deposuna dönmüştü. Öylece unutup gitseler, alimallah bir ay yetecek kışlık yakacağımız olabilirdi.Gülmemi kimse görmesin diye midem bulanmış gibi elimi ağzıma kapadım.Bulansa da yeriydi hani…Odada tütsülerden ve ter kokusundan öyle ağır bir hava meydana gelmişti ki yarın bütün gün kapı bacayı açık bıraksak temizleneceği şüpheliydi.
Öteden beri bu kızla, yani kuzenim Hadiye’yle hiç yıldızım uyuşmamıştır. Daha bir karış çocukken bile türlü hileler yapar, dikkatleri üzerine çekmeye uğraşırdı.Pek çoğunda da başarılı olurdu. Evin narin, hastalıklı, ilgiye muhtaç kızı oluğu için, kimseler ona toz kondurmaz , yemekte en dolu tabağı, oda da en rahat döşeği kapardı. Ben ve diğer kuzenim bu ayılıp bayılmaların numara olduğunu bildiğimizden, adaletsizliğe küsüp ağlayacak olsak arkamıza, Allah ne verdiyse kuvvetinde bir terlik yiyeceğimizi bildiğimiz için, sesimizi çıkartamazdık. En güzel şekerlemeler kutuyla Hadiye’ye taşınır ,O, önce “iştahım yok ,bugün pek hastacayım”kabilinden laflar eder, etraf tenhalaşınca karşımıza geçip şapırtılar eşliğinde bir kutu şekeri midesine indirirdi. Es kaza o esna da içeri biri gelecek olsa, boş kutuyu önümüze fırlatır, üstüne bir de “Nerimanla Şengül şekerlerimi yedi” diye öyle bir yaygara koparırdı ki, zavallı Neriman ve ben kendimizi dar dışarı atardık. Evdekilerin öfkesi geçsin diye de karanlık basana kadar aç susuz ötede beride dolaşır, eve öyle dönerdik. Döndüğümüzde şeker olayı bir nebze unutulmuş olurdu ama, bu kez de “kız kısmısı bu saate kadar kapıda kalır mı” konu başlığı altında dayak yerdik…
Velhasıl benim ve uzak sandalyede oturan yeni hukuk fakülteli kuzenimin, hasta Hadiyeye acıyacak ilaç niyetine bir nebze vicdanımız kalmamıştı. Bu kızla olan münakaşamızın tek iyi yanı, Nerimanın, onun yüzünden uğradığı haksızlıklara dayanamayıp deli gibi çalışarak hukuk fakültesine girmesi olmuştu. Ben ne yazık ki onun kadar şanslı olamamış, kurtulmak dileğiyle, ilk isteyene varmıştım. Bereket versin ki, ilk isteyenim adam gibi adam çıkmıştı da, bu eve dönüş yolum bir daha açılmamak üzere ebediyen kapanmıştı. Bu kez Hadiye kendi tuzağına düşmüş, hastalıklı diye sapasağlam kızın, talip diye kapısına gelen olmamıştı.İlahi adalet dedikleri böyle bir şeydi işte…
_Yahu kızım, bir saattir sana sesleniyorum, duymuyor musun!
Annemin sesiyle mazinin karmaşık sayfalarından çıktım.
_Allahını seversen Şengül, mutemet sandalyesi gibi köşede duracaksan kalk evine git. Şimdi sancı vurur, doğurur moğurursun,bir de senle uğraşmayalım.
Zaten bana sancı vursa bile, bu ahalinin birinci vazifesinin Hadiyeyi kurtarmak olduğunu bildiğimden, kocam Adnan’ı çağırıp eve gitmeye karar verdim. Hem sabaha az kalmış, bu komedyanın son perdesine yaklaşılmıştı. Sonunu ildiğim için izleme merakı da duymuyordum.
Biraz önce salona doluşan ahali buldukları münasip bir yere tünemiş, en meşhur açık hava sinemasında Türkan Şoray’ın son filmini izler gibi, olay mahalline bakıyordu. Şu konsolun olduğu yere bir park şemsiyesi ve buzdolabı konsa, olayın hararetinden ve sahnelerin dehşetinden ağızları kuruyan konuklara, ikram kabilinden, bir de meşrubat çerez dağıtılsa, Hacı Ahmet’in evi dört dörtlük bir yazlık sinemaya dönecekti…
Mutfak tarafına yönelen mavi yaşmaklı bir kadın, poşetinden bir kavanoz çıkarttı. Biraz sonra elinde annemin çeyizlik kesme bardaklarından biriyle tekrar içeri girdi. Bir eliyle çözülen yaşmağını tutarken, diğeriyle ağız ağıza dolu olan bardağı dökmemek için çaba sarfediyordu. Dayımın hanımı “sağ ol bacım” diyerek bardağı kadından aldı. Suyun birazını yüzüne gözüne sürdükten sonra, geri kalanını yatağında sessizce yatan Hadiyeye içermek üzere dudaklarına yanaştırmıştı ki, az önce ölmüş de gömülmemiş gibi yatan kız, yeniden ve çok daha dehşetli –ayı bağırması benzetmesinin bu ses karşısında pek yavan kaldığı-bir sesle odadaki ahalinin ödlerini ağızlarına getirdi. Bardaktaki suya, beyazları iyice ortaya çıkan gözleriyle bakan kız hareket etmeden kesintisiz ,korkunç bir sesle bağırıyor, ahali tövbe istiğfarlar,salavatlar getiriyordu. Biçare yengem bardağı gayri ihtiyari arkasına sakladı da bu cinnetin bilmem kaçıncı kısmı da son buldu.
Karşımızda zemzemden ve bütün çeşit sulardan korkan, Kur’ana, duaya tahammülü olmayan bir yaratık yatıyordu. Allah biliyor ya bu kız,evvelden de dedeme hoş görünmek için beş vakite beş daha ekleyip kılar, onun gördüğü yerlerde başörtüsü bağlayıp koynunda sakladığı musafı çıkartır, o an nerden geldiği belli olmayan gözyaşları içinde okurdu. Zavallı dini bütün dedem de, kabre girdiğinde arkasından hayırlı bir torunun Kur’an okuyacağı sevinciyle sakalını sıvazlardı. Bizlere de “siz daha öğrenemediniz değil mi Kur’anı, cehennemde odun olacaksınız,bakın Hadiyeye de kıskanın biraz” der cebinde ne kadar bozukluk varsa çıkartıp hadiyeye verirdi. Ama gel gör ki, dedemin öldüğü gün Nerimanla ben dedemin cenazesi başında Kur’an okurken Hadiye üst katta, kulağında kulaklıklarla radyodaki yarışma programını dinliyordu. İçeri giren olursa da, yorganı başına çekip ağlıyor numarası yapıyordu. O cenaze günü bile bir hastalık numarası peyda edip, herkesi başına toplamış, ölünün başında bir ben bir de Nerimandan başka kimsecikler kalmamıştı.
Annemin gücü iyice gitmiş, gah durgunlaşıp, gah deliren kızı tutamaz olmuştu. Ne kadar ısrar ettiysem yatıp uyumamış, kıza acıdığından ziyade, yengemin sitem edeceğinden çekinmişti. Eh, ne de olsa, onun evinde bir sığıntıydı.
Annem ve Nerimanın annesi olan teyzem, kocadan yana yüzü gülmeyen iki kadındır. Başlarına türlü işler geldikten sonra, aynı yıl ikisi de dul kalmış, kucaklarında aynı yaşta birer çocukla baba ocağına dönmüşlerdi. Tevafuk bu ya, yengemin de o yaşlarda bir kızı vardı.Böylelikle Hacı Ahmet’in bütün çocukları, gölgeleriyle beraber aynı çatı altında yeniden toplanmıştı…Tabiî ki, erek evladın çocuğu kız bile, olsa hep birinci sınıf muamelesi gördü, kız evlatlar ve onların kız evlatları yanaşma konumunda yıllar geçip gitti. Bu karışık aile içinde bizi hep koruyan bir kişi vardı ki, o da çok yaşayamadı. Bu adam, benim biricik Hasan dayımdı. Dedim ya, çok yaşamadı rahmetli. Şimdi düşünüyorum da, kırk yedi yaşında rahmetli olan dayım, göynümüş armut suratlı karısına ve şu histerik kızına çok bile dayanmış.
Ay ışığı kuvvetini kaybetmiş, tan yeri ağarmaya başlamıştı. Dışarıdan serin serin eserek perdeyi havalandıran rüzgar, yerini keskin bir uğultuya bırakmıştı. Gamlı baykuşun bile sesi kesildiği halde, bizim hasta hala çığlık çığlığa bağırıyordu. Bu kadar kasvetin içinde ve bu dehşetli çığlıklar varken “bana gerek yok” diyen baykuş, kim bilir nerelere göç etmişti.
Kalabalıktan biri ayağa kalktı. Bu haremlik selamlık ayrılan salonun sol kısmında oturan erekekler grubundan Mehmet Amcaydı. Göz kapağı vurmadan komedyayı seyreden karısına, kendini göstermesi biraz güç olduysa da, sonun da kaş göz işaretiyle onu çağırmayı başarmıştı.
Kadın ayağa kalkıp, annemin ve yengemin sırtını sıvazladıktan sonra “bir şey olursa bizi çağırın “deyip, kocasıyla kapıya yöneldi. Mehmet Amca ceketini giyerken, annem hastanın sükunetinden istifade elini bırakarak, Mehmet amcanın kulağına eğilip “gözüne olayım ağabey, şu Hafız Emmiye de de ezanı az biraz erken okusun. Yorgunluktan bittik vallahi.”dedi. Mehmet Amca kafasıyla, tamam, işareti yaptıktan sonra, karısıyla birlikte çıkıp gitti.
On beş dakika ya geçti ya geçmedi, ezan sesi duyuldu. Yalnız, bu ezan minareden değil, bizim evin bahçesinden okunuyordu. Hayretle neler oluyor, diye cama yöneldim. Bir de ne göreyim, Hafız Efendi, elinde bir megafonla, pencereye doğru ezan okuyordu. Şahsa özel çok şey duyup görmüştüm de, şahsa özel ezanı ilk kez gördüğüm için afallamıştım. Ancak bizim hasta bu ezandan hiç etkilenmemiş, cinnet, hızından hiçbir şey kaybetmemişti. Sahici ezana daha bir saat vardı…Nasılsa bir saat de geçer diye, komedyanın sonuna kadar orada kalmaya karar verdim.
Hadiye yeniden ölü sessizliğine bürünmüştü. Beş altı saattir şekilden şekle girmek, en baba tiyatrocuların bile harcı değilken, bu zayıf ve hasta görüntülü kız, bu gücü nerden alıyordu? Bizler onu izlerken bile yorulmuşken, o , cinnet anlarında, en yırtıcı tabiat yaratıklarından daha da kuvvetliydi. Öyle ki, dört beş kadını etrafında fır döndürüyordu.
Bir ara başında bekleyen komşu kadınlardan birinin gözleri kapandı. Oturduğu yerde sendelemeye, uyku ile uyanıklık arasında gidip gelmeye başlamıştı.Sonunda yorgun düşmüş uykuya teslim olmuştu..Etrafındakilerin de durumu pek farksız değildi ama, annem ve yengem, hasta sahibi oldukları için daha dirayetli görünmeye çalışıyorlardı. Hepsinin aklında aynı teselli olduğundan şüphe yoktu: Şunun şurasında ezana ne kaldı..
Aynı sahneler ezana kadar devam etti.Sonunda açık pencerelerden ,imamın mikrofona deneme amaçlı vuruşunu duyduk. Pür dikkat ezanı bekliyorduk.Allah affetsin ama, ramazanlarda bile ezanın böyle şevkle beklendiği görülmemişti bu evde. Hasta başındaki kadınlar, yeniden krize giren kızın kollarını tutarken, bir yandan da “hadi ya Hafız Efendi, bırak boğazını temizlemeyi de oku şu ezanı”diye iç geçiriyor, bir yandan da, bildikleri tüm duaları mırıldanıyorlardı. Hiç bir şey bilmeyen,” sen kurtar Ya Rabbi” diye duada bulunuyordu. Kızın sesi, en yüksek perdeden, bilinmez bir operayı andırırken, Hafız Efendinin sesi duyuldu.”Allahu ekber”. Kadınlar, bozuk bir düzenle “allahu ekber “ diye tekrarladılar. Beklenen olmuş, kız, bir kuş gibi süzülerek yatağa düşmüştü.
Hala merakla komedyayı takip eden ahaliye baktım. Gözler alabildiğine açık, şaşkınlık ve dehşet içinde titreyen dudaklar, büyük bir ihtimalle duadaydı. Aklıma ecnebi filmlerdeki şeytan çıkartma ayinleri gelmedi desem yalan olur. Adam haçı gösterir, şeytan kızın içinden bağıra çağıra çıkar…Belli belirsiz gülümsedim. Hem şimdi bir gören olsa da, Hadiyenin kurtulduğuna sevindiğime yoracak, bunca kederli içinde vicdansız durumuna düşmeyecektim.
Şimdi sıra kızın kendine gelmesini beklemeye gelmişti. Bu işin en kolay ve kısa kısmıydı. Bir kaç dakika içinde kız kendine gelecek, olanların hiç birini hatırlamaz bir sersemlikle “ ne oldu bana” diye soracaktı.
Ezanın üzerinden yarım saat geçmesine rağmen beklenen olmadı, hasta kendine gelmedi. Gözleri koca bir çakıl taşı gibi açık ama manasızdı .Ne kıpırdıyordu ne bir ses veriyordu. Ben dahil herkesi bir korkudur sarmıştı. Odadaki herkesin yüzünden, bir saat evvelki korku kaybolmuş, yerini derin bir endişeye bırakmıştı. Zaman geçtikçe kızın nefesi de zayıflamaya, boğazından boğuluyormuşçasına bir ses gelmeye başlamıştı.Yengem korkudan sapsarı kesilmiş, dili damağı tutulmuş, olduğu yere yığılıvermişti. Kolonya, su ile kendine geldiği vakit “vay benim talihsizim” diye ardı gelmez figana başlamıştı. Öyle ki sayıp döktükleri seyircileri bile kedere boğmuştu. İzleyenlerden bir tanesi ayağa kakıp “durduğumuz ahmaklık, ben yukar köydeki cinci hocaya gidiyorum. Bu iş derin hocalık “ diyerek dışarı fırladı.
Çok şükür hastaya bir teşhis konulmuş, tabip çağrılmaya gidilmişti. Kimsenin bir umudu olmamakla beraber, cincinin yolu da, ezan gibi beklenmeye başlanmıştı. Artık güneş iyice yüzünü göstermiş, horozlar, kuşlar ilahi görevlerine başlamıştı. Kadınlar birer ikişer istemeden de olsa evi terk ettiler. Malum; bu saatler, bu köylük yerde ahır vaktiydi. Hiç şüphe yoktu ki, işleri biter bitmez, çoluk çocuğun önüne bir tas süt atar atmaz soluğu , işaretlemiş gibi, aynı yerlerinde alacaklardı.
Derken, kapıdan cinci hoca girdi. Başında yeşil bir takke, sırtında etekleri yere kadar uzanan bir cübbe vardı. Yer yer dökülmüş uzun sakalları, yuvalarına yiyice kaçmış gözleri, konuşunca ağzında, bahçe çiti gibi görünen dişleriyle, cin kaçırmaya birebir bir görünüşü vardı. Cincinin bu suratını gören cin değil, şeytan olsa, bir saniye dahi bakmaya tahammül edemeyip, geldiği çukura geri dönerdi.
_ Selamun aleyküm ağa, bacılar..Bakalım hanım kızımıza” direkten yatağın yanına yaklaştı. Göz kapaklarını açtı, nefesini dinledi, elini kızın kalbine koydu. Bir müddet böylece kaldı. Sanki karşı tarafta biri biri bir şey anlatıyor, o da tastik ediyormuş gibi, başını aşağı yukarı sallıyordu.Elini hastanın kalbinden çekti. Herkes dışarı çıksın, kapıyı da örtün dedi. Hastanın etrafındakiler, çaresiz söyleneni yapmak zorundaydı. İçlerinden sadece Neriman buna itiraz etti. Eh, o, ne de olsa, tahsil görmüş nadidelerdendi. İtiraz etmese, bu onun avukatlığına yakışmayacaktı. Ama Hadiye için yapılabilecek başka bir şey olmadığı için, Nerimanın itirazına kimse itibar etmedi.
Kapı kapandı. Şimdi hasta odasındakiler ve oldukça azalmış seyirciler aynı odadaydı. Olacaklar sabırsızlıkla bekleniyor, yengemin ağıtları, ahalinin fısıldaşmalarına karışıp, garip bir uğultu göğe yükseliyordu.
Ne kadar olduğunu kestiremediğimiz bir müddet sonra, cinci kapıyı açtı. Elindeki tespihi gayet ağır ve havalı bir şekilde çekerken, bir kaşı havada meraklı ahaliye bakarak “merak etmeyiniz. Cin min kalmadı. Kurtardık elhamdülillah. Yalnız, bu kızın bir derdi var ki, bunu çözmek bana değil anasına düşecek.
Herkes derin bir “çok şükür” çektikten sonra, kızın derdini sorarcasına cinci hocaya dikkatle bakmaya başladı. Adam, aynı ağırlıkla yengeme döndü.” Anası sen misin hatun kişi” dedi. Kıpırdamaya takati kalmayan yengem, evet, anlamında başını salladı. Bir yandan da Hoca Efendiye saygısızlık olmasın diye, açılan başörtüsünü toparladı. Komedya daha bir hararetlenmiş, meraklı gözlerdeki bekleyiş tavan yapmıştı. Adam, tespihini cebine sokarak yengeme derin derin baktıktan sonra, “bu kızın derdi koca” dedi. Herkes afallamıştı. Birkaç, sözde edep haya erkanı kadın, tülbentlerini ağızlarına örtüp “ya rabbi sen ıslah et. Ne yere bakanmış yosma..” diye fısıldaştı. Yorgunluk ve uykusuzluktan yanlış anladığını sananlar ise, sağında solunda bulunana, hocanın sözlerini teyit ettiriyordu. Evet, hastalık bulunmuştu. Kocasızlık…İlahi, sen kimselere verme. Ne büyük gam..Aklıma bir şehir efsanesi geldi. Kıyamet yaklaştığında kadınlar kütüğe saplanmış bir balta gördüklerinde “ey Allahım acep bir zamanlar bu baltaya erkek eli değmiş miydi” diye feryat edeceklermiş. Erkek, o türlü bir nimetti işte. Varlığı bir dert, yokluğu yara misali..Kocasızlık.. Böylece, tıp literatürüne yeni bir hastalık adı geçerken, bu tarihi anın biricik şahidi bizler, şaşkınlığımızı hala muhafaza ediyorduk. Meğer, kızın bir sahibi olmadığı için cinler ruhuna el koymuş, gittikçe onu kendilerine benzetmeye başlamışlarmış. Hoca Efendi gelmeseymiş, maazallah kızı kaybedebilirmişiz bile.
Komedyanın perdeleri bu ilginç selamla kapanırken, içimden “Ulan kız Hadiye, ne yaptın yaptın, kendini aceleden birine yamamak için cinleri içine soktun “diye geçirmeden de edemedim.
A.ENGİNDENİZ
YORUMLAR
süper bir öykü. dili kurgusu, özgünlüğü herşeyi tam. zevkle okudum. öykünün gerçekten beslenmesi ya da beslenmemesi önemli değil. öykü dili fazlasıyla yakalanmış.
sadece blinçli yapılan birkaç "abartı" yerinde hafif overdose var.
"Kadının nefesi az daha kuvvetli olsa, kızcağızın zatürre olması an meselesi idi."
"vestiyerin önü inceli kalınlı değneklerden kışlık odun deposuna dönmüştü. Öylece unutup gitseler, alimallah bir ay yetecek kışlık yakacağımız olabilirdi."
ayrıca yazlık sinema benzetmesindeki ayrıntılar biraz azaltılıp cinci hocanın betimlenmesi biraz yumuşatılabilirdi....
eksik bulmak için okumadım:) bir şekilde karşılaştığım üyelerin yazılarından ilerleyerek siteyi tanıyorum. sizi tanıdığıma memnun oldum. şiir ve yazı çalışmalarınızı geriye dönük okumayı düşünüyorum.
sevgilerimle...
Hoş, akıcı bir anı.
Cinci Hoca doğru söylemiş. Ben tanıdım öyle birkaç kızı. Canları sıkıldığında ağızları köpürmese de bağırmalar, saç yolmalar.
Sonra haydi ilçedeki doktora.
Almanya'da bir öğrencim vardı. Aynı zamanda bitişik blokta oturuyorlardı.
Anne ya da babası gelip, sarası tuttuğunu söyleyip, yardım istiyorlardı.
"Haydi kaleye dolaşmaya çıkalım," dediğimde ayaklanıveriyordu. Onunla biz kolkola önde, ana-babası arkamızda, orman içinden kaleye çıkıyorduk.
Ve O, şimdi Hacettepe'yi bitirip, diş doktoru oldu.
Paylaşım için teşekkürler, saygı öncelikli sevgiler..
Bu yaşanmış bir olaydır. Tanık olduğum...Ben İslami konularla ne dalga geçerim ne de geçilmesine göz yumarım. Bunu hemen herkes de bilir. Toplumumuzda bu insanların var olduğunu inkar edemeyiz. Varsa yazarım ben de, ama taktir ederek değil elbette. Zaten herkes farkında bunların mübarek dinimizi kullandığının.
Neyse hassasiyetinizi anlıyorum. Saygılar...
Aynur hanım; size inanıyorum ve yazının da mizah olduğunu anladım ben lakin, şu var ki, sarık ve cübbe bizim Sevgili Peygamberimizin mescid-i nebevide ibadet halindeyken üzerlerine aldıkları sembolik bir kıyafet tarzıdır..ve bu gün hala bütün Cami İmamlarımız yine aynı Sünneti seniyye ile namazlarını Mihraplarda eda etmektedirler... .bizim bu duruma hassasiyetimizin asıl nedeni işte bu yüzden yani Sünneti seniye olmasından dolayıdır.....
hassas olmak zorundayız bu konularda. ve eminim ki siz Hz.Muhammed Mustafayı belki bizlerden ve herkesten daha çok seversiniz ama,İslamı bu hale getirip mizaha alet ettiren bu şarlatanlar adına, yazık ki kaleminiz oynasın....
yazık ki o cevher olan vaktiniz harcansın ve zihniniz meşgul olmuş olsun....
yazıda bir çok yerde İslama vurgu var....olamamalı ve bizler bunlara ve böylelerine asla ve asla müsamaha gösteremeyiz ve göstermemeliyizde...şayet eyvallah diyerek sessiz kalırsak eğer, yarın Hakkın divanı ve hesap var....doğru bildiğimizi vakti gelince söylemek zorundayız.....
saygılar sunuyorum....
Mehtap S.Hümeyragül DALLI tarafından 4/25/2010 10:45:43 PM zamanında düzenlenmiştir.
arkadaşlar lütfen "cinci"leri "hoca"sıfatıyla adlandırmayın ve onları islam ile yan yana getirmeyin yok böyle bir şey ve olamazda...
ne öyle sakallıymış veya cübbe giymiş... onlar hurafeci "şar la tan lar" dır...bu kadar...
farkındamısınız? böyle insanlara insanlık vasfı kazandıran yine bizler ve bizim gibi insanlardır...adam gelmişte kızın kalbini okumuş ve bunun derdi koca demiş...çarptım mı bir tane o cinciye, birde yer çarpar benimle beraber ve anlar dert ve derman neymiş o zaman....
Allahım ya Rabbim artık böylelerine hala ehemmiyet veripte medet umanlara yazıklar olsun diyorum yani..
Allah hastalık vermiş ve onun devası olarakta hekimlik diye bir derman yaratmış....hangi cinci hangi falcı gaib den haber verebilir ki....böylerlerine inanaların ben aklından şüphe dahi etmem tümüyle yok sayarım....
kari koca birbririni sevmez şirinlik için yaz hocam,geçim sıkıntısı olur bereket için oku hocam,çocuğu sınavlara girecek dua et hocam,çocuğu olmuyor bir ayet hocam....bırakın Allah aşkına....
yazacak daha ne çok şey var ve yazılmaması gereken belkide tek şey var....
Mü na fık lık....onalrın en doğru adı işte bu....
saygılar ve duamla....sevgim kalbinize....
Mehtap S.Hümeyragül DALLI tarafından 4/25/2010 4:51:48 PM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Evet haklısınız da, hala bu insanlar aynen öyle sarıklı cübbeli geziyorlar.Üstelik benim yazımda cinciye bir inanış yok. Zaten ti'ye aldım. Komedi diye adlandırdım. Bu yaşanmış bir vakadır. Kelimesi kelimesine...Ne yazık ki, hala bu tip insanlardan medet umanların sayısı ummayanlardan çok....Savunuyormuşum gibi bir yanılgıya düşmesin kimse. Bu bir mizah yazısı...Selamlar..
Sonu tam tahmin ettiğim gibi çıktı. Heyecanla ve zevkle okunan bir öykü...
Cinci Hoca da bayağı bir derin hocaymış ki şıp diye çözdü meseleyi.
Fikret Bey uzun zamandır bir polemik içinde değildi, bu ortamı yaratmaya çalışıyor sanırım. Ne diyelim eskiler diyorsa bir gerçeklik payı vardır :))
Tebrikler...
Sevgilerimle...
Çok ilginçti öykü. bakalım hanımlar ne yorumlar yazacaklar şimdi. Tabii çoğunluk erkeklerin aleyhinde ağır sözlerden oluşacak ve Hadiye de gürültüye gidebilecek bu arada..
''...Kıyamet yaklaştığında kadınlar kütüğe saplanmış bir balta gördüklerinde “ey Allahım acep bir zamanlar bu baltaya erkek eli değmiş miydi” diye feryat edeceklermiş. '' Vay bee...diyesi geliyor insanın.