YOKLUĞUNUN FİLMİNİ ÇEKERKEN…
Gözlerim, saatlerde hapis zamana takılı kaldı, bakışlarım asıldı gece yarılarını geçen bir anda kimsesiz gibi duran saatlerdeki zamanda… Sen gideli yıllar olmuş gibi geldi bana. Düşlerimin loş ışıklarının aydınlattığı sokakların sisini yararak gelirdin bana kızıl saçlı prenses ve ben bana doğru attığın her adımında yüreğimin yerinden çıkıp gideceğini sanırdım. Bakışlarımla anlatırdım sensiz çaresizleştiğimi çevremdeki maskelerinin müptelası olan insanlara ve sen yokken susardım. Sesimi, ruhumu sana sakladığım gibi saklamak isterdim. Susardım, uzun uzadıya, sensizliğimin acizliğini sessizliğim anlatırdı.
Sende yalancı çıktın sevgili. Hayalinin tozu bile kalmadı hayat sahnemde, gidişinin habercisi vedalarını bile çok gördün bana ve çekip gittin. Sevdiğini biliyordum, seni hücrelerime dek hissediyordum ama “Sus” deyişlerim yersiz değildi. O kutsal iki kelimeyi, bu devrin insanlarının olduğu gibi bozuk paraymışçasına harcama demiştim sana. Bana her sevdiğini söylediğinde verilmemiş umutların seni nasıl getirdiğinin, nasıl bir rüzgarın önünde sonbahar yaprakları gibi savrulduğumun çelişkisini yaşıyordum ben. Sen her defasında sevdiğini söylediğinde, unutulmak kurşunuyla vurulmanın bedenime hediye ettiği üşümelerde yanıyordum ve kokunu çalıyordu benden, gözlerindeki bakışın namlusundan yayılan barut kokusu… O an bin kez ölüyordum.
Ulaşılmazdım ben, sen beni üstüme denk gelmeyen ne kadar iğrenç anlamlı, çamura bulanmış kelimelerden kaftanlar dikip giydirmeye çalışsan da, usta bir terzi edasıyla diktiğin elbiselerin üzerime oturacağına en başta kendin inanmayarak prova ediyordun çaresizce ve ben kızıl saçlarını okşarken bir rüzgar gibi, sen çığlık çığlığa haykırıyordun sevdiğini, çığlıklarını hapsettiğin zamandan geriye kalan tek renk dudaklarının kızılıydı sevgili. O an kendimi, elinde yıldırımları taşıyan Yunan Tanrısı Zeus gibi hissediyordum. Atsam ellerimden yıldırımları, yeryüzünü yarsam ortasından ikiye diye düşündüğüm anlarda, kızıl saçların düşüyordu yüzüme ve sen savurduğunda başını, saçlarının kızılı tokatlıyordu beni, hepsinin hayal olduğunu söylercesine…. Daha sıkı tutuyordum, kızıl saçların yüzüme düştüğünde elimdeki yıldırımları. Aynalarla yüzleşiyordum o an, sen bir kraliçe tablosu gibi uzanmış yatıyordun düşlerimde ve ben aynaların gerçekliğinde asılıydım duvara paslı bir çiviyle…
Yazamıyordum seni, yemin etmiştim sen varken kalemi kırmaya, seni yaşamak varken yazmakla kaybetmeyecektim vaktimi ama sen daha en başında ilhamımı koyup cebine bir hırsız gibi, rolünü almadan , sessizliği güzelliğinle kandırıp, yalnızlığı suç ortağın kılıp çekip gittin.
Sustum sen gittikten sonra, yazılarıma dahil etmedim hiçbir ruhun yaşadığı sevdayı, öykülerim dilsiz, şiirlerim yetim, ruhum öksüz, kalemim gidişinden önce verdiğin hükümle dar ağacında kaldı. Aynaların gerçekliğinin alnına, rujunla yazılmış “Döneceğim” yazısının anlamına değil sadece, kadın ruhuna bürünmüş herhangi bir varlığın söylediği söze karşıda inancımı yitirdim sayende… Dönsen ka. Yazar bu saatten sonra, sarılsan boynuma ne değişir, beni içinde saklasan değiştirebilir misin yaşananları, geri götürebilir misin kızıl saçlarınla, geçmişteki mutlu günlere beni… Ulaşılmazdım, imkansızlığındım ama kör eden şehvetinle boyadın gözlerimi, içimdeki şeytanı vurdun zincire, teslim oldum sana tüm ruhumla, yanındayken delice özleyecek kadar bağladın beni ve sonra bozuldu büyü; rüya bitti, ulaşıldım, imkanındım ve tükendim. Su damlası gibi buhar oldum yüreğindeki ateşin üstüne düşünce, gökyüzündeyim şimdi…
Kan ter içinde kaldım, nöbetler geçirdim yokluğunla ve yaralarım durmadan kanadığı anda yaralarıma merhem olur diye tuz basarcasına her kızıl saçlı asi ruhta senden bir parça aradım. Duvarlardan yankılanan azad edilmiş her çığlıkta sesini aradım ama yoktun. Aslında sen hiç olmadın hayatımda sevgili.
Film senin filmindi. Bir oyuncuydum ben, kendimi şehvetinin senaryosunda uygun başrolde sanırken ve sırf bana duyduğun güveni boşa çıkarmamak adına en usta oyunculara bile taş çıkartırcasına oynarken, buruşmuş bir kağıt parçası gibi, bir paçavra gibi kullanıp atılınca anladım figüran olduğumu… Figürandım ben, ruhu kullanılıp atılan, şehvetinin ateşten askerleri bir nabız gibi dövünce mabedinin kapılarını, kasıklarında hissedince nefsinin taarruzunu ve sen ne zaman istersen o an teslim bayrağı çekip kalelerini işgale açınca, kapısından içeri elinde aşk bayrağıyla giren ve istediğin an yok edebileceğin hayalden yaratılmış bir komutandım ben senin için…
Şimdi yokluğunun senaryosunu yazıyorum göz yaşlarımla, oyuncular belli; başrolde ayrılık var. Kimsesizlik sokağında çekilecek filmim, kamera yokluğunun filmini çekerken, sen ruhunu ve bedenini istediğin ihanetpervere sunabilirsin. Yalnızlık rol arkadaşın olacak demek isterdim ama olamayacak. Çünkü bu filmde sana rol yok. Yalan söyleyen, dürüst olmayan, duygularımla oynayan, değer verdiğim, gözümden sakınmadığım halde kendisine duyduğum inancı da alıp giden bir insana hayatımın filminde rol vermem. Sana “Sevgili” demiştim ya, o kelimeyi söylerken harcadığım her nefes senin için helal sanma. Bak başladı işte çekimler, ışıklar aydınlattı sahneyi, kamera önünde yokluğun var. Bu filmin yönetmeni benim. Sorgulama beni, istediğime rol veririm, istediğime yol veririm.
BAKİ EVKARALI
YORUMLAR
Sevdiğini biliyordum, seni hücrelerime dek hissediyordum ama “Sus” deyişlerim yersiz değildi. O kutsal iki kelimeyi, bu devrin insanlarının olduğu gibi bozuk paraymışçasına harcama demiştim sana. Bana her sevdiğini söylediğinde verilmemiş umutların seni nasıl getirdiğinin, nasıl bir rüzgarın önünde sonbahar yaprakları gibi savrulduğumun çelişkisini yaşıyordum ben. Sen her defasında sevdiğini söylediğinde, unutulmak kurşunuyla vurulmanın bedenime hediye ettiği üşümelerde yanıyordum ve kokunu çalıyordu benden, gözlerindeki bakışın namlusundan yayılan barut kokusu… O an bin kez ölüyordum.
kutladım saygımla.