Söyleşi 2
İsteriz ki hayatımız film gibi olsun. Seyrettiğimiz yerli dizilerin başkahramanı biz olalım. Her reklam arasında kendini bulan ruhumuz, oraya ait olmadığını anlayınca, derin bir nefes alma ihtiyacı duydurur bedenimize. Şimdilerde soluksuzca izlediğimiz, adrenalin dolu sinemalarda bile öyle; bir resmin içine girmiş gibi. Zaten bizden parçalar sunmadıkça daha fazla da tutamaz bizi ekran.
Her öykü bir vücut ve hücreleri olan bizlerse; kendini yenilemesi için izin veririz. Daha taze acılar yaşamak için, kahkaha atmak veya deli olmak için, neşeyi bulmak veya ağlayabilmek için, spor yapmak, dik durmak veya boyun eğmek, hor görmek veya aşağılanmak için, öğrenmek için… Ne çok sebebimiz vardır oysa atıp tutmak, esip geçmek, denizde boğulmak için… Birilerini korumak için… Şimdi inanılamayacak kadar tutkulu bir sevdanın tam ortasında, yerini bir sonraki haftaya bırakan, ismi bilmem ne adlı oyunun içinde kalakaldım. “ Sadece bir oyun”, dedim kendime :“gerçek olamaz”.
Şinasi’nin “Araba Sevdası”na kadar mana arar olduk hayatta ve sonra tattığımız sadece kısa bir an, o da başkalarının öyküsü, bizim değil. Bir enerji, kaynağı belirsiz bir hareket, uzanan kollar veya olağan olan her şey bizi kendine çekmiyor mu? Ne kadar zıtlık varsa o kadar zorluk, ne kadar engel varsa o kadar da ihtişamlılık var. Olağanüstüler için olağandışı bir yaşam tarzı mı gerek? Hayır, buna inanmıyorum. Yine de monotonluktan uzak, -her şeye rağmen öyle- yeniliklere açık, bambaşka düşler içinde, “sadece benim hikâyemi istiyorum” demek, ne kadar yeterli? Levh-i Mahfuzda sergilenecek olan bu akışı bizzat yaşıyor olsak da eksik kalan bir şeyler muhakkak var. Ya koca bir burukluk –çoğu öyle- ya da sahip olduklarına yamanıp kelimeleri mi yoksa karşımızdakini mi, çatlatacak derecede karmaşaya maruz bıraktığımız şükransızlıklarımız.
Eksik tebessümlerimiz var; hayata borçlu olduğumuz. Yanlış yerde, yanlış kişilere yelken açmalarımız, boşa zaman kaybetmeler… Farkındalık ilkesine rağmen, eski çağ devrinde kalmaya ısrarcı –kestaneyi lavda pişirmeyi ilk kez denemeye yeltenen- ilginç varlıklarız.
Özlemlerimiz var, hasretlerinden habersiz olduğumuz veya öyle gördüğümüz özleyenlerimiz de ama diyorum ya: Biz ısrarla ya macera peşinde koşuyoruz ya da hiçbir şey yapmıyoruz. Bu kadar tembel miyiz? Başkalarına karşı hep çalışkan statüsündeyken, kendimizi nereye kadar böyle olmadığımız gerçeğinin altında saklayabiliriz?
Esen fırtınalar vardır gölgemizde, bizimle birlikte gelen. İstemesek de, bu karartının hükmü bizdedir. Dünya’nın en aylak adamı bile en azından yürüyor, sürekli bir şeylerin peşinde, bir arayış çabasında; neyi aradığını bilmese de, aradığı varlığın gerçekte olup olmadığından haberdar olmasa bile, bir umut işte. -Umut ya umut! O değil midir ki insanın hiçbir şeyi olmasa da kendine ait kalabilen tek varlığı?-
Ümit ettiğimiz düşlerin peşinde; yürümeyi bırakın emeklemeye bile bahaneler buluruz. “Ah şu zamansızlığımız yok mu?”, “daha fazla çalışmak gerek”, “yorgunuzdur ve uyumak isteriz”, v.s… Fıtratı gereği sebebi çoktur insanın. O bu geleneklere hep uyar ama ona, kalbine, ruhuna uyar mı yaratılış?
Biz kendimizle çekişeduralım, bir dizin reklam arası son buladursun. Film mi reklam oldu, reklamlar mı film? Reklamlar mı film, film mi reklam? Parmaklarınızın saç diplerinize değdiğini hatta bir de derinizi tırmaladığınızı görür gibiyim. Bitti film, bitti. Gerisi haftaya. “Son” yazısı için izlemişsiniz reklamları da. Bazılarımız akıllılık edip kumandayı başka kanala çevirmiş; o reklama girince diğerine. Bunu deşifre eden yayınlar da bir reklam, koca bir senaryo ve daha fazla reklam sunmuş seçeneklerimize. Öyle ya kumanda sizde! Veya eşiniz veya çocuğunuzda… İyisi mi sizdeyse, alın sizliğiyle münakaşalı her şeyi; parka gidin, spor salonlarına, kültür aktivitelerine, münazaralara katılın, yüzmeye… Kitap okuyun, vapura binin, hiç olmazsa gökyüzünü seyredin. Bakın ton ton mavinin mucizesine! Aynı rengi göremezsiniz doğada, sürekli yenilenir o. Hem dinlendirir de. İnsan yoruyor, insanlar. Diri bir gezinti ufkunuzu açar. Yakınınızda hayvanat bahçesi varsa, deniz varsa, hiç olmadı yeşillik bir alan… (Sahip olduklarımızla...)
Burukça ayrıldım ekrandan evet, uyandığımda ben yoktum bedenimde çünkü o rolde hapis kalmıştım ve “ne olacak şimdi” diyordum. Siz de yaparsınız bunu çoğu, biliyorum. Bunun için pencereden bakıyorum “ne var ne yok”, dünyayı selamlıyorum. Yağmur yağmış. Hava karamış. Saat, saat… Epey geç olmuş. Bir roman duruyor yatağımda, sonunu merak ettiğim bir roman. Ebe gömeci topluyorum bağlardan, soframızda zeytinyağlı yaprak sarması var. Tutulmuşum bu ara. Gözleme, yeşil soğan, yeşilbiber hem de bol bol yeşiller. Yıkanmış. Su dirisi. Yine kırdayım, aynı zamanda güneş var. Ihlamur kokuyor. Çocuklar oynuyor; ip atlıyorlar, saklambaçlarda çömleği patlatıyorlar, sırayla ortada sıçan oluyorlar… Kavga ediyorlar. Eğleniyorlar. Ben de onları seyrediyorum.
Yine penceremdeyim ve yine yağmur yağıyor, değişen hiçbir şeyde neler var? Gözümü bile kırpmadan iki dünyalıyım. Karanlık. Gece. Yağmurun o güzel sesi fısıldıyor, anlamıyorum. Sırayla gözlerimde bir umut fırtınası… Ama gece, ama soğuk, ama sadece ben varım. Biliyorum ki bu yazımdan sonra yalnız değilim. Nice benler var ve ben de nice onlar gibiyim. Kimsenin kimseye bir üstünlüğü yok, öyleyse her filmin gerçeklik payında bir de ben, her bende de kaç filmlik, basamaklı öyküler var.
Halime Erva Kılıç
04.Nisan.2010
01.50
Söyleşi 2 Yazısına Yorum Yap
" Söyleşi 2" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.