8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1115
Okunma
Teknoloji harikası bilgisayarlarla henüz tanışmadığımız dönemlerdi... Yazının sonuna kadar gelip, bir harf hatası için sil baştan aynı yazının yeniden yazıldığı veya son satıra yazılması gereken bir cümlenin sığmadığı için boşa gittiği, başa dönülen ve zaman alan işler...
Şimdilerde ekranda baskı önizleme tuşuna basıp yazının son halini görebiliyoruz. Ama o zamanlar kurşun kalemle yazılmış yazıların büyüklüğüne göre göz kararı yazılırdı yazılar ve zamana karşı yarıştığımız için bu işin ustası olmak zorundaydık.
Hele üst kademelere gönderilecek yazılarda en ufak bir silinti yapmamız gerekiyordu. Hatasız yazmak mecburiyetindeydik delete tuşu yoktu. Mekanik daktiloydu elimizin altındaki alet. Hani bir söz vardır "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker" bizde de "Hatanın faturasını, yeniden aynı yazıyı yazan on parmağımız öderdi".
Yoğun iş ortamımıza beş ay öncesinde katılmış bir beyefendi vardı. O kadar çalışkan, dürüst ve efendiydi ki, hem içten hem mesafeli bir o kadar da saygılı. Kendisini; bayan, erkek hepimiz çok seviyorduk.
Bir odada dört personel vardı. Aynı odaya açılan başka bir odada ben ve bir bayan arkadaşım çalışıyorduk. Yani iç içe geçen bir oda. İster istemez birbirimizin telefon konuşmalarına vakıf oluyorduk. Her ne kadar dinlemek istemesek de kulak ister istemez duyuyor kapatamıyorsunuz ki...
Sık sık duyduğumuz sözler şöyleydi:
- Canım ben de seni tam aramak üzereydim, sen aradın. Özür dilerim birtanem..
- Hayatım arıyorum ya, nasıl olur? bugün üç kez aradım.
- Kraliçem bugün toplantım uzun sürdü, sonra amirim odasına çağırdı, proje üzerinde çalıştık. Üzgünüm onun için aramakta geciktim...
Buna benzer konuşmaları o kadar sıklıkla duyuyorduk ki... Odadaki bayan arkadaşım da çok iyi bir bayandı. Göz göze gelirdik ve ikimizin de bakışlarında üzüntü olurdu.
Derken son konuşma daha farklıydı.
"Hayatım vallahi bakmadım, yalvarırım beni bunaltma, benim gözüm senden başkasını görmüyor ki, sen benim herşeyimsin, çocuğumun üstüne yemin ederim ki bakmadım" ve hızlı bir telefon kapatma sesi...
Sonra bu arkadaşımız birden bizim odaya girdi ve gözleri yaşlı... "Özür dilerim ama size bir şey sorabilir miyim?" diye sordu. "Buyurun" dedik. Akabinde o şaşırtıcı soruyu sordu "Ben Sapık mıyım, benim bir yanlışı mı gördünüz mü, yani bakışlarım falan, lütfen siz benden yaşça büyüksünüz bir abla olarak size soruyorum lütfen söyler misiniz?"
Biz o şoku çabucak üzerimizden attık ve arkadaşımla ortak bir sesle "Kesinlikle Hayır" dedik. Gerçekten de öyle konuşurken gözümüzün içine bile bakmazdı, o kadar efendi. Sırf bize değil, bütün herkes bizim gibi düşünüyordu. Kusursuz bir iş arkadaşıydı bizim için...
Ama çok yazık... eşi aşırı kıskançmış. Yolda giderken bile "sadece kaldırıma ya da karşıya bir de bana bakacaksın" diyormuş. Diyelim karşıdan karşıya geçilecek "Ben bakıyorum sağa, sola, senin ayrıca bakmana gerek yok". Bir de dört yaşında erkek çocukları vardı. Ama bu kıskançlık o kadar büyümüş ki, arkadaşımız; nefes alamadığını, boğulduğunu ve kendinden bile şüphe eder hale geldiğini bize söyledi.
Biz onu rahatlatmaya çalıştık. Evlilikte olur böyle şeyler demek sizi çok seviyor gibi sözler söyledik. Yine de yuvaları yıkılmasın istiyorduk... Sonra yine devam etti buna benzer olaylar sonrasında tayin oldular. Şimdi nasıllar, yuvaları devam ediyor mu? Düzeldiler mi? hiç bilmiyorum. Ama o dönem bizim için çok ızdıraplı geçmişti. Çünkü aynı ortamdayız, birimizin üzüntüsü başkasını da etkiliyordu.
Kıskançlık belli bir noktaya kadar sevgi göstergesi olabilir. Ama ileri boyutlardaki kıskançlığın bir insanı ne duruma getirebileceğini gözlerimle gördüm ve inanın halen düşündükçe üzülürüm.
Her şeyin çok fazlası zarar. Nefretin insana zararı da bilirdim de, sevginin fazlasının bu kadar boğabileceğini hiç görmemiştim. Çünkü; eşi güya onu çok seviyormuş!
Şu anda şöyle söylemek geçti içimden "Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap"...
Sevgilerimle...