ASLANLI KONAĞIN MAZLUMU
Aslanlı konağın ablak yüzlü, şen şakrak çocukları ferah salonda gönüllerince eğleniyordu. Çevresinde halka oldukları mavi kuşun hoş nağmelerine eşlik ediyor, onunla birlikte neşe içerisinde şarkılar söylüyorlardı.
Çocuklar için bu konak neşe, oyun ve hayat demekti. Dedelerinin masallarını dinleyerek geçerdi günleri bu konakta. En çok da dedelerinin kendilerine tahsis etmiş olduğu masal saatlerini severlerdi. Bu yüzden masal saatinin gelmesini sabırsızlıkla beklerlerdi.
Şeref Dede, çocukların mavi kuşun etrafında halkalanıp şarkılar söyleyişini izliyordu oturduğu sedirin üzerinden. Yıllanmış yaraları kabuk bağlamıştı. Mavi kuşun her şakıyışı derinlere kök salmış yaralarını sızlatıyor, acılarını tazeliyordu. Güngörmüş ihtiyar, konağın minik yürekli çocuklarından bu halini gizlerdi.
Yılların yorgunluğuna ilaveten zemheri soğuğu yakalamıştı cism-i natuvanını bu yaz sıcağında. Bu ne yaman haldir ki, yazın ortalığı kavuran hararetinde üşümekteydi bu ihtiyar? Bir kuru başı vardı şu yalan dünyada onu da konaktaki sebeb-i hayatı yavrucaklarına adamıştı. Bir dediklerini iki etmiyor, masal bahçelerinde seyahate çıkarıyordu onları. Çocuklar deyince akan sular duruyordu Şeref Dede için.
Yılların yükünü omzunda taşırdı bu ihtiyar. Sanki bütün âlemin yükü onun sırtındaydı. Düşünceliydi devamlı. Kahkaha ile güldüğü pek vâki değildi. Güldüğünde yüzünde sadece tatlı tebessüm görebilirdiniz. Yolda bir karınca incinse acısı yüreğine kor olur düşer; onun derdine derman olmak için pervane misali canhıraş koşardı. Bunca yıllık ömründe birçok insanın derdine derman olmuş, fakat bunu hep bir sır gibi gizlemişti.
Şeref Dede yorgun omuzlarını şöyle bir doğrultarak kanaviçeli yastığına yaslandı. Gözleri karşı duvara mıh gibi çakılıp kalmıştı. Bir memleket geçiyordu karşısındaki ferah salonun bembeyaz duvarından tablolar halinde. Her tablo ayrı bir memleket ahvalini tasvir ediyordu. Tablodaki yüzlere dikkatle baktı ihtiyar. Her yüzün kendisine ait bambaşka hikâyesi vardı. Aslında hepimizin bir hikâyesi var diye düşündü. Hikâyesiz insan surette insandı. Biz hikâyelerimizle varız. Ervah-ı ezelde, levh-ü kalemde yazılmış hikâyemiz.
Bir isimle başlar bu konakta çocukların hikâyesi. Daha doğar doğmaz sağ kulaklarına ezan okunur, isimleri verilir çocukların. Böylece dünyamızdan duydukları ilk ses iman ve tevhidin alâmeti olan ezan olurdu. Hayırlı insan olması için dualar edilirdi. Bembeyaz kundağa sarılırdı çocuklar; kundağın beyazlığı gibi bir ömür boyunca kirlenmeden, tertemiz kalsınlar diye. İlk yiyecek olarak da tatlı yiyecekler sürülürdü damaklarına; ömür boyu tatlı sözler söylesin, tatlı bir hayatla berdevam olsunlar diye. Bütün bunlar konakta Şeref Dede’nin üzerine vazife olan işlerdendi. İhtiyar adam bu vazifeleri son derece önemser ve konak ahalisine de Emr-i Hak vâki olduğunda kendisinden sonra bu vazifelerin ifâ edilmesi için tembihte bulunurdu.
İşte böyle, bir isimle başlar bu konakta çocukların hikâyesi. Her insanın isminde onun hikâyesine ait sırlar saklıdır. Bu anlamda isimlerin ayrı bir büyüsü vardır. İnsanın etiketi ve özüdür isim. Bundan dolayı insanlar isimleri ile çağrılırlar hem bu dünyada, hem de öbür dünyada.
El emeği, göz nuruyla işlenmiş yaygılarla süslü sedirinde bir derviş huzuruyla bağdaş kurmuş oturuyordu Şeref Dede. Ruhunun derinliklerinden gelen sessiz çığlıklar gözyaşı seli halinde, duvara mıhlanmış gözlerinden akarak bembeyaz sakallarını ıslatıyordu. Gözlerinin önünden geçen her tablo ve o tablodaki yüzlerin hikâyesiydi bu gözyaşlarına sebep.
O, duvardan film şeridi gibi akan tabloları seyrederken, mavi kuşun etrafında şarkılar mırıldanan çocuklardan bir tanesi yerinden fırlayarak sağ dizine oturdu. Hikâyesi adında saklı bu çocuk mahalleli tarafından bundan altı sene evvel Şeref Dede’nin kucağına bırakılmıştı. Kendisine getirildiğinde Şeref Dede, sağ kulağına ezan okumuş ve “Senin adın Mazlum olsun!” demişti. Adını koyduktan sonra ellerini semaya açarak onun için hayır dualar etmişti. Şimdi ihtiyarın sağ dizine oturmuş, duvardan geçmekte olan tabloları seyrediyordu Mazlum. “Dur Dede!” diyerek haykırdı. Birden ayağa kalktı, kollarını iki yana açarak duvardaki dev tabloya yaklaştı. Dikkatle baktı tabloya. Sanki kendisini mıknatıs gibi çeken bir şey vardı karşısındaki tabloda.
Tek katlı, kerpiçten yapılmış eski köy eviydi karşısındaki. Evin kapı ve pencerelerini duman sarmış, alevler arasından kucağında bezlere sarılı bir bebekle kadın çıkıyordu. Tablodan acı bir çığlık yayıldı ferah salona. Bir yıldırım gibi düştü orta yere. Mavi kuş lâl kesildi, çocuklar şarkılarını yarıda bıraktı. Yavrusu için feryat eden, imdat diye bağıran annenin çığlığıydı bu. Azgın alevleri, yoğun duman bulutunu yırtıyordu bu acı çığlık. Zavallı kadın yavrusunu kurtarmak için alevlere siper etmişti çelimsiz bedenini. Kapının önüne, olduğu yere yıkıldı kaldı kucağında yavrusuyla. Köylüler alevlerin kavurduğu çelimsiz bedenine su döktüler. Ama ne çare ki vücudundaki yanıklar hayati tehlike taşıyordu. Son bir kez baktı alevler arasından çekip kurtardığı yavrusuna. O bakış, son bakıştı annesinden Mazlum’a yadigâr kalan. Anne kelimesini ne zaman duysa hep bu son bakış geliyordu gözlerinin önüne. Baba dersen onu hiç görememişti zaten. Annesinin karnında, henüz yedi aylıkken kaybetmişti babasını.
Mazlum, ihtiyara dönerek öylece bakakaldı. Gözlerinde derin bir hüzün saklıydı. Tablodaki fedakâr anneyi soruyordu bakışları. Kimdi bu kadın? Kendisini ona bağlayan neydi ki, bu kadar etkilenmişti?
Şeref Dede artık vaktin geldiğini düşünerek “Annen...” diyebildi kısık ve yorgun sesle. Mazlum tekrar tabloya baktı, hayalinde annesinden yadigâr kalan son bakışla tablodaki kadının yüzünü karşılaştırdı. Yılların biriken hasreti döküldü dudaklarından tek kelimeyle: ” Annem...”
Şimdi hasretle onu arıyordu. Hatta içinden kızdığı zamanlar bile oluyordu annesine. Neden kendisini yalnız bırakıp gitmişti? Bazen de kendisini suçluyordu böyle bencilce duygulara sahip olduğu için. Elinde olsa kendisini bırakıp gider miydi hiç? İşte öğrenmişti hakikati. Yavrusunu yaşatmak zorunda kaldığı için dönülmez bir sefere çıkmıştı annesi. Şimdi cennetteydi; bütün ruhuyla hissediyordu bunu. Her gece onunla yastığa başını koyuyor, hayaliyle uykuya dalıyordu. Bazı geceler rüyasında onunla güllük gülistanlık, yemyeşil bahçelerde sohbet ediyor, oyunlar oynuyordu. Annesi biricik yavrusunu unutmadığını, ona bol bol dua ettiğini söylüyordu. Arada bir farkında olmasa da başucuna gelip saçlarını okşadığını, uykusundan uyandırmaya kıyamadığı için usulca öpüp ayrıldığını anlatıyordu.
O halde yalnız değildi; annesi onu terk etmemişti. Dualarının yüzü suyu hürmetine dünyanın en iyi kalpli insanlarının eline düşmüştü. İhtiyar adamın gözlerinin içine bakıyordu minnet dolu bakışlarla. Bu bakışlar bir teşekkür ifadesiydi aslında. Mesajı alan şeref Dede, bağrına bastı Mazlum’u. Yumuşacık ellerini avuçlarının içine aldı, yanağından öptü. Öyle sıkı kucaklamıştı ki, onu bir daha bırakmaya niyeti yoktu. Bu kucaklayışla ömrünün sonuna kadar yanında olacağını hissettiriyordu aslında.
Oğlum, diyerek söz başladı Şeref Dede: “Senin annen melek gibi bir kadındı. Bilmelisin ki, o bir şehittir. Şehitler cennettedirler. Onlar diridirler, aramızda yaşarlar. Lakin biz onları göremeyiz. Senin gibi kalbi tertemiz olanlar, onların aramızda olduklarını hissederler. Annen seninle yavrum! O, seni terk etmedi. Seni yaşatmak için zorbalara direndi. Tıpkı yıllar önce babanın direndiği gibi. Çok muhterem bir kadındı senin annen. Kapısına çöreklenen zorbalara boyun eğmedi. Onların isteklerini reddetti. Her defasında bir dişi kurt misali savundu kendisini ve seni. Ama kötüler durmuyordu işte. Gözlerini öfke ve hırs bürümüştü bir kere. İstediklerini elde edemeyince akılları sıra anneni cezalandırmak istediler. Seni koparmaya uğraştılarsa da bunda başarılı olamadılar. Karşılarında yine o dişi kurdu buldular. En sonunda kahpece tuzaklarını hazırlayıp, bir gece yarısı siz uykudayken evi ateşe verdiler. Ahali duyana kadar olan olmuştu. Yetişip kurtaramadık, geç kalmıştık. Geldiğimizde her tarafı yanıklar içerisindeydi ve koynunda seni bulduk. Çok şükür sen sağlıklıydın.”
İhtiyar adam gözyaşları içerisinde bunları anlatırken mavi kuş, Mazlum’un dizine kondu. Gagasından bir inci tanesi düştü Mazlum’un avucuna. Sonra Aslanlı Konak’ın açık penceresinden uzak diyarlara doğru kanat çırptı (RECEP ŞEN) .
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.