- 1159 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ÇİÇEK AÇMIŞ NAR AĞACI
Birden sustu. Daha dikkatli baktı. Boğazı sızlamıştı. Hayret hiç fark etmemiş. Sustu ama keyfi de kaçtı. Birden yorgun ve yalnız hissetti kendini. Yalnız. Ne zamandan beri kendisini yalnız hissetmekteydi ki? Evini, oğlunu, her şeyi anımsadı. Pantolonunu, pantolonunu…..
Ağır ve güçsüzdü şimdi. Yorgundu da. Birdenbire nasıl da böyle değişebiliyordu insanın hali. Oysa az önce ne kadar mutlu ne kadar keyifliydi. Hem ne keyif ne keyif. Boğazı sızlıyordu. Bugün, her gün bu saatlerde sızlayan boğazını ne kadar geç fark ediyordu.
Tansaş’tan çıkan kalabalığın kıyısında bir yerde duruyordu. Mağazadan çıkanlara, otobüsten inenler, pazardan dönenler, eski yeni giysiler, taranmış dağınık saçlar karışıyor, küçük bir insan ırmağı gibi onun önünden geçiyordu. Bakan oluyor görmeden geçip giden oluyordu.
Ve bugün hiç olmadığı kadar güzel bir gündü. Dün böyle miydi ? Mümkün değil. Boşuna dikilip durmuştu şimdi durduğu yerden biraz ötede. Oysa bugün gayet de keyifliydi. Şansı açıktı. Bunları yani şansını, arkasında, sadece çiçekten ibaretmiş gibi duran nar ağacına yormuştu. Koskoca bir çiçek demetine benziyordu nar ağacı. Kalın, çirkin, ağaç bir gövdeden fışkırmış çiçekler. Bu zamana kadar bu sıradan sayılabilecek karşıtlığı hiç fark etmemiş olması ne garipti. Fark edemediği başka neler vardı acaba? Ama yine de yarın burada durmayacaktı. Burası çok kötü günlerde şansını azıcık yerine getiren bir yer olmalıydı. Uğurluydu çünkü burası. Uğuru kaçmasın.
Boğazı sızlamıştı. Öyle keyifliydi ki fark etmemişti. Her gün böyle güzel böyle bereketli olsa. Ne olurdu ki en fazla? Az önce türkü söylüyordu sözlerine dikkat etmeden. Oysa kendini daha ciddi bilirdi. Bu kadar sevinmeyeli ne kadar uzun zaman olmuş. Böyle mutlu olmayalı… Küçücük bir şeyle bu kadar çok sevinmek bu yaşta… Eski günlerdeki gibi. Az önce baktığı yana daha dikkatli baktı.
-Vallaha o. Olduğu yere dikeldi iyice. Boynunu dikleştirdi.
O o vallaha o! Cenabet dürzü uğursuz köpek. Tam da günüydü ha!
Buralarda oturduğunu duymuştu ama.
Aynı gün karşılaşılır mı? İstesen denk gelmez. Eli kulağına gitti bilmeden. Bu küçük yumuşak et parçası, ne zaman sıkılsa, zor durumda kalsa parmaklarının arasında ovulurdu. Böyle olunca sanki sıkıntısı azalır gibi olurdu.
Tekrar baktı ümitsizce. ”O” dedi “tamam işte”. Utandı. Kötü bir şey yapmış gibi hissediyordu kendini. Yüzü kızarıyordu utanıyordu ya niye? Şu haline mi? Çoktan biten gençliğine mi? Bunu yapmayı yediremiyordu kendine ama şu kalabalığa karışıp gidesi vardı sonradan kendine kızacağını bilerek. Biraz önce her şey ne kadar iyiydi. Ferhat’ı gördüğüne ne kadar sevinmişti, sebebini bilmeden, hiç fark etmeden. Ne kızmıştı Ferhat’a ne acımıstı.
Karşılaştığı bir tanıdık kendinden zor durumda olunca sevinmeye benzer bir şeyler hisseder ya insan o da böyle bir şey hissetmişti. "Halime şükür “demişti farkında olmadan mırıldanarak ve hemen unutarak bunu dediğini ve demesinin nedenini.
Şimdi böyle, sebebini henüz anlamamışken keyfi kaçınca “Bu dünya döne döne” dedi ve der demez de hemen unuttu. Zaten beri ki de yaklaşıyordu.
Elini kulağında fark etti. İndirdi hemen. Sağ elindekileri paltosunun cebine yerleştirdi özenle. Bu arada, rengini kaybetmiş, kalıbı bozulmuş ayakkabılarına dikkat etti. Biraz ayrık duran bacaklarını birleştirdi. Sonra ayıpladı yine kendini bu kadar utandığı için. Pantolonu! Tabii ya pantolonu. Oğlunun pantolonuydu. Kendi boyuna göre kısaltılınca, paçaları geniş kalmıştı ve kısa boyunu iyice kısaltmıştı. Bu pantolona yeniden baktı. Ütü izi kaybolmuştu. Ne utandırıcı bir şey. Keşke gri olanı giyseydi ama nerden bilsin hem sonra onu giyse hafta sonu kahvede ne giyecekti. Hafta sonu tatildi ve üç beş ahbabıyla oturup konuşurdu. Hem utandı bundan dolayı hem ayıpladı kendini böyle utandığı için. Bu utanışına da utandı, kızdı şaşırdı. Bu durumun içinden çıkamayacağını anladı olacakları inceden sezdi. Tabansız biri olduğuna kanaat getirdi. Ayakkabılarını nasıl saklasaydı? Paltosunun düğmelerini çözdü. Biraz kabarık durunca ayakkabılar görünmeyebilirdi ya paltosunun düğmelerinin ikisi yoktu. Ayrıca kalan iki düğme de başka başka renk iplerle dikilmişti. Kol yenleri yıpranıp incelmiş, yakası ve cepleri parlamıştı.
Telaşla kapattı paltosunu. Düğmeleri de ilikledi. Ama bu defa da ayakkabıları bütün çirkinlikleriyle ortaya çıkmıştı. Aceleyle çözdü düğmelerini. Vazgeçti yeniden ilikledi telaşla. Bir anda aklının içini, çirkin ayakkabılar, farklı renk iplerle dikilmiş düğmeler, eski elbiseler, fakirlik, kadere isyan gibi uzun zamandır unuttuğu bir şeyler doldurdu. Güçsüzleşti. Zayıflığın insanın doğasında olduğunu düşündü. Pantolon paçalarına baktı bir süre, eli düğmelerde kaldı, yeniden açmayı düşündü ama gömleği onun üzerindeki eski el örgüsü süveteri ve pantolonun üzerindeki siyah kemer…. Bittiğini anladı. Bu telaş, bu gerginlik ona çoktu. Elini çekti düğmelerden.
Göz attı. Geliyordu. Paltosunun içinde ufacık hissetti kendini. Evet boylu poslu da değildi. Keşke olsaydı. Ne kadar isterdi dalyan gibi olmayı. Kardeşi öyleydi. Huysuzlandı. Bir eski palto ve onun örttüğü gömlek eski süveter ve kemer, bir çift rengi kaybolmuş ayakkabı , geniş paçalarıyla utandırıcı ve yakışmayan bir pantolon. Bir de canı gitmiş iki parmağın arasında kıllanmış bir kulak memesi. Bütün varlığını bunlarla hissetti.
Yine baktı. Geliyordu. Sağ taraftaki çerezciye girer diye umutlandı. Yüzü ateşleniyordu. O yaklaştıkça sanki küçülüyor küçülüyor elbiselerinin altında kalıyordu. Bir ara paltonun kollarını uzadı sandı ama zaten uzundu bunun kolları. Ama yine de küçülüyordu ya da öyle sanıyordu. Hatta kendini insanların diz hizasında sanıyordu şimdi. Yok, bu adam çerezciye girmemişti. Bir an çiçek açmış nar ağacına baktı ve yana doğru beş adım yürüdü. Böylece karşılaşma anını yaklaştırmıştı ama bu cenabet suratsızın uğursuz bakışından koruyacaktı bu mübarek ağacı. İyi akıl etmişti. Az kaldı zayi edecekti bu bereketli şans getiren yeri, bu güzelim ağacı. İyi akıl etti bunu canım. Sevindi. Zekasıyla gurur duydu. Boyu biraz uzadı, palto daha az eski göründü gözüne. Sevindi. Bir göz attı yeniden. Bu ayakkabıları çıkarıp atmalıydı. Ya da şu arkadaki top sahasının yanındaki ara yola kaçmalıydı hiç de arkasına bakmadan ama yapamazdı utanırdı kendinden nefret ederdi sonra. Arkadaki yola baktı, olmazdı koskoca adamdı. Utandı kendinden. Yoruldu. Kendini daha gururlu ve güçlü bilmişti ömrü boyunca . “Tuh” dedi “yuh” sana.
Beriki, işportacı bağırtılarının, boyacıların, sepette bulaşık süngeri satanların ve Tansaş’tan çıkanların arasından, ifadesiz bir suratla aynen malak gibi bakınarak geliyordu ve az sonra onu görecek, kendisine baktığını fark edecekti.
Hemen bakışlarını çekti. Ne zaman o tarafa doğru bakmalıydı? Gelenin ilk önce görmesini istemedi. Yine o tarafa baktı. Sanki bir adam gelmiyordu da; bir fötür, temiz ve pırıl pırıl bir takım elbise, bir kravat ve parlatılmış bir çift ayakkabı geliyordu hem de rugan ama içinde insan yoktu bunların. Bir de dolu dolu ağır naylon poşetler geliyordu gerilmiş saplarıyla ağır olduklarını belli ederek.
Bu adamı hiç tanımamış olsaydı tüm bunları düşünmeyecek hatta bu herifi görmeden işine bakacaktı. Kalabalık akıyordu ama ayakkabıları, parlamış yakalı paltoyu, geniş paçalı pantolonu saklayamıyordu. Bir de terleyen sağ el katıldı şehir kalabalığının saklayamadıkları arasına son anda. Zaten neyi saklıyor neyi içine alıyordu ki bu kalabalık.
Beriki geldi, geldi, geldi yaklaştı bir an göz göze geldiler. Önce tanımakta zorluk çekti, bakışlar sabitleşti, adımlarının aralığı kısaldı. Ve tanıdı. Gözler biraz daha gezindi tanımakta güçlük çektiği yüzün ayrıntılarında. Sonra emin oldu. Aynı anda değişti, parladı gelenin yüzü. (Ancak bu değişimden hemen önce yani berikinin yüzünün parlamasından küçük bir an önce o, gülümsemeye çalışmış, sanki bu karşılaşmaya sevinmiş gibi bir tavır takınmaya çalışmıştı. Bu yüzden daha sonra, her insan gibi olanları aklından geçirirken, veremediği cevapları şak diye karşısındakine verirken, bakamadığı bir ifadeyle karşısındakinin gözünün göbeğine bakarken, yani işte o gizli kişisel zamanda, kendisine kızacak ve utanacaktı bir kez daha. Ama daha sonra kendisine kızmanın da bir sonu olduğunu anlayacaktı. Ve olayı en baştan alacaktı, olmasını istemediği her şeyi kaldıracak böyle bir durumla bir defa daha karşılaşırsa nasıl davranacağını, nasıl dik ve güçlü bakacağını, nasıl sert ve güçlü sözcükler söyleyeceğini planlayacaktı. Ama ne yazık ki içten içe bunların bir hayal olduğunu da bilecekti. Çünkü her insanın bir yapısı vardı bu zamana kadar anlamıştı bunu. Bu yapıyı o, bu zamana kadar hiç değiştirememişti. Bundan sonra da herhalde değiştiremezdi)
Ne dertleri vardı berikinin de kim bilir aslında. Sevindirici bir karşılaşma olacağını sezmiş olan ağzı güler gibi sırıttı. Yürüyüşü değişti. Son birkaç adımını boynunu dikleştirerek, sanki yirmisinde genç bir delikanlıymış gibi geniş geniş atarak seğirtti. “Halime şükür” diyecek birini görmüş gibi dikildi karşısına yeni elbiseler, palto, parlak rugan ayakkabılar, güzel bir kravat ve… Ve gerilmiş saplarıyla poşetler..
-Oooo Alekber sen misin? diye seslendi yarı homurtu yarı böğürtü sesiyle balgamlı boğazından. Ona herkes Alekber derdi Aliekber demek zor olduğundan. Alekber güler gibi oldu mahcuplaşarak ve mahcuplaştığını belli etmemek çabasıyla ellerini cebine daldırıp içindekileri fark ederek.
-Nasılsın Süleyman?. Süleyman, dış görünüşünün, naylon poşetlerinin ve ihtivalarının da söylediği ve az sonra kendisinin de söyleyeceği gibi iyiydi. Daha doğrusu iyi değildi, Gelininin suratını beş dakika daha az görmek için her zaman yaptığı gibi yolu uzatarak parkın arkasından yürümeyi planlamaktaydı ama ondan sonra bu kadar yürüdüğü için bütün gece bacaklarının ağrısından kıvranıp uyuyamayacağını bildiğinden bunu da gözü yemiyordu. Tansiyonundan ve nefes darlığından ter içinde kalmış, kendi deyimiyle götünden soluklanıyordu. Son zamanlarda oturduğu yerde uyuyup kalıyor ve gelininin, oğluna sıkça ve özellikle ona duyurarak söylediği gibi bir öküzmüşçesine böğürerek horluyordu. (Oğlu kendisine hiç benzemiyordu. Karısının karşısında müthiş pısırık ve güçsüzdü. Gelini ise bu zayıflıktan faydalanıyordu ve her fırsatta bu horultu konusunu söylüyor, daha sonra diğer sorunları artarda sıralıyordu.) Ama Alekber bunu görecek durumda değildi. Yine de iyi oluvermişti ansızın boynunu uzatarak acır gibi bir suratla ve baştan ayağa süzerek, naylon poşetlerin ağırlığından incelip, ip gibi kalmış saplarının ellerini sızlatmasını aklından çıkararak:
-N’apıyorsun sen burda ? N’apıyorsun’u vurguladı. Mutlu.
Öyle ya Alekber ne yapıyordu burada? Hafif bir şaşkınlık gülümsemesinden sonra sesi biraz olsun kalın çıksın diye derin nefes alarak:
-Biraz ufak tefek alacaktım, baktım çok kalabalık giresim gelmedi. Yalan. Yalandı. Çok büyük yalandı. Şimdi uydurmuştu ya inanılası bir şey değildi. Sesi yine de ince çıkmıştı. Koskoca adam utanmadan yalan söylüyordu.
-Eeeee be birader, dedi parlak yüzlü, yaygın ağızlı, kırmızı yanaklı, yüksek omuzların üzerindeki kafa, “başka market mi yok taaaa ordan buraya”. Birader demezdi eskiden. İnanmadığı yalandan, ince sesten, eski palto ve ayakkabıdan mutlu… Oturdukları semtlerin farklarını da hatırlatmış oldu bu arada.
Alekber, nar ağacı diyecek oldu şu nar ağacı var ya bir uğurlu bir uğurlu ki bana yeni bir çift ayakkabı bile aldırır. Ne alemi vardı böyle bir teslimiyetin yenilmiş miydi ki? Ayrıca da kime teslim oluyordu, bir zamanlar atölyenin getir götür işlerine bakan taşşak oğlanı Süleyman’a mı? “Sana mı soracaktım nereye geleceğimi ayak yolu cenabeti” geçti içinden. Söyleyemedi. Söyleyemezdi. Hayatı boyunca bu kadar doğru olanları söyleyememişti hiç. Hep yalanlara kalmış onları söylemişti kendisinden başka herkese. Doğruları her zaman olduğu gibi yine kendisine saklayarak ve Süleyman’ın inanmayan suratına bakamadan iç geçirerek:
-Camiinin yanında bir ahbaba uğradım epeydir görmemiştim ona b…..
Diye devam edecek oldu bu yaşında yalan söylemekten utanıp yerin dibine geçerek..
Parlak kafa gırtlağından balgamlı bir hırıltıyla , sözde sesli gülmekten çekinir gibi sesini azaltarak arsız arsız zafer kazanmış gibi güldü bu yaşında bir adamı iyice utandırmaktan utanmadan.
-KİM ki o? dedi hâlâ kırmızı suratıyla iyice kızararak ve Alekber’in söylediği yalanı anlamış olduğunu belli etmek ve bildirmek için karşısındakinin mahcup tavırlarını, eski elbiselerini, baştan aşağı tekrar süzerek. Ama sağlığı bozulmuştu. Nefes nefeseydi. Şakağından kafasının üstüne doğru uzanan damarı hızlı hızlı atıyordu. Kalbi yorgundu anlaşılan. Zorlanıyordu. Kalbi sanki sakağında atıyordu.
-Tanımazsın bi memleketli. Ne yapsın sesi böyleydi ve de iyice azalmıştı şimdi de. “Belki anlamamıştır”ı bile geçirmedi aklından. O ne hin, ne şeytandı. Ne iblis ne ermeni dölüydü bu yüksekten bakan kafa.
Bir ara konuşulmadı. Ağır naylon poşetler gerilmiş incelmiş sapları kopacak gibi asılı duruyordu sağlı sollu. Sessizlik oldu. İblis yeterince can acıttığını sezerek ve keyiflenişini yeter bularak, yağlı yanaklarının arkasında kalmış fare bakışlı küçük gözleriyle baktı yeniden.
-Eh’hh sağlıcakla kal, dedi. Gençleşmiş gibi hissediyordu kendini. Ama boyu ansızın kısaldı. Alekber’in boyuna eşit neredeyse. Hızlı hızlı adımladı. Sağlı sollu naylon poşetler de gittiler sallanarak , onunla beraber. Alekber tekrar boyuna baktı. O kadar uzun değildi. Elini kulağından çekti. Nasıl da kıllanmıştı kulakları. Diken gibi sert kıllar. Bir tıraş olmaya gitmeliydi. Kalabalığa karışan ve yüksekten bakan kafa:
-Hıh dedi. Ezan okunuyordu. Meteliğe kurşun sıkıyorsun dürzü. Kılığını kıyafetini görmedim sanki. Yok alışverişe gelmiş de yok tanıdığa uğramış da senin bu semtte hangi sümüklü tanıdığın olacak biz bu teraneleri yutmayız şefim.
İkisi de tekelden emekli tanışlardı. Hatta Süleyman’ı Tekel’e aldıran Alekber’di. Uzun sıska bir çocuktu Süleyman. Yıllarca makine bakım ve montajda beraber çalışmışlardı. Cenabet sözü onun o yıllardan kalma lakabıydı. Laf söz bilmediğinden, bir ortamda nasıl davranması gerektiğini bir türlü öğrenemediğinden ve başka nedenlerden dolayı, ona “cenabet” derdi şefler. Ayak yolu cenabeti.
-Dürzü dedi hınçla. (“Dürzü” sözünü Alekber, sevdiği adamlara söylerdi. Süleyman’a da ne zaman yanlış bir iş yapsa “Ulan Dürzü diye başlar aslında tatlı bir fırça atardı.) Yalancı soytarı. Bi de alışverişe gelmiş. Haline bakmıyor da… ”Ezzallah” dedi ezana mukabele edip. “Halime şükür” geçti içinden, bacakları ağrımıştı, terlemişti, çarpıntısı vardı biraz yavaşladı. Şekerinden, tansiyonundan korkmuyordu da bu çarpıntıdan ödü kopuyordu. Bu gençlik numarası başına iş açar diye korkup hemen yavaşladı.
-Alekber kalabalığa baktı. Paltosunun düğmelerini ilikledi. Hiç emekli olmamalıydı Tekel’den ama artık ağır motorları indirip kaldıracak durumda da değildi. Karısının hastalığı ile oğlu bükmüştü belini yoksa… Hayırsız oğlu… Boğazı sızlıyordu yorgundu. Akşam olmuştu. Hava serinlemişti. Ağır bir hüzün çaresizlik hissetti. Gürültüyle bir otobüs geçti. Karşı yoldan bir adam sanki birini tanımaya uğraşır gibi bakınıyordu dalgın dalgın… Alekber kendini hiç böyle bilmemişti bunca yıldır. Yaşlı olduğunu hatırladı. Daha da bir üzüldü kederlendi. Bir daha mümkünü yok geri gelmez gençliğini düşündü. Derin bir sızı yüreğini yaktı. “Nerde gençlik şöyle bir söveyim anasına avradına ağız dolusu.” Ağlamaklı oldu. Nedenini bilemedi.
Birden çok akıllı buldu kendini gözlerinin içi güldü. Pek sevindi. Döndü kurnazca bir şey yaptığını anımsadı. Beş adım yana yürüdü. Nasıl da unutmuştu. Şimdi yine eski, uğurlu yerine geldi; Çiçek Açmış Nar Ağacı’nın önüne. Ağacın çiçekleri hafif çöken karanlıkta koyu mavi görünüyordu. İyi akıl etmişti bunu. Gelip giden otobüsler artmıştı. Tam işçi saatiydi. Cebindekileri çabucak çıkardı. Elini hafif karanlıkta kalabalığın insan nehrinin arasına uzattı.
Sesi gür ama yetmiş iki yaşındaydı.
--Çifti yüz bin , çakmakların çifti yüz bin….
Çakmak çifti yüz bin…..
YORUMLAR
Tam bir profesyonel yazı. Sitemizde az rastladığımız kalitede, ustalıkla yazılmış, çok şey öğrenebileceğimiz niteliklere sahip .
Dilerim devam etsin değerli yazar, eserlerini bizimle paylaşmaya..