- 3693 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Nergis Çiçeği
Yürüyordu… Yaklaşık kırk dakika sonra bahçenin olduğu yere varacaktı. Ama yolun uzamasını her günkünden daha fazla istiyordu bugün… Çünkü yol boyunca hayalini kurduğu şeyler tükenmeden, yolun bitmesini, kurduğu düşlerin yarım kalmasını istemiyordu. Bir dizi filmi gibi her gün kurduğu düşlerine kaldığı yerden devam ediyordu. Onlar onun hayatının bir parçası haline gelmişti. Bu gün yine o hayallerine kaldığı yerden devam ederek yürüyordu. Bir gün evi olunca küçük bir bahçe yapacaktı. Orada sebze, yetiştirecekti. Evin bahçenin bir bölümünü ayırarak, orada da hayvanlar beslemeyi düşünüyordu. Bahçesinin bir bölümüne de en sevdiği çiçekleri ekecekti. En sevdiği çiçeklerin başında kokusunu çok sevdiği nergis çiçeği geliyordu. Baharın en erken müjdecileriydi nergisler… Şubatla beraber kırlarda, kaya diplerinde, kimi yol boylarında öbek öbek nergis çiçekleri açardı… O sihirli kokularıyla her tarafı cennete çeviriyorlardı. Bu çiçekleri günün birinde kendi bahçesine de ekmek istiyordu. Bugünler tam da nergislerin açma zamanıydı.…Birazdan, Alice’nin Kuyusunu geçtikten sonra sağ yamaçtaki kayanın dibinde her yıl olduğu gibi yine açmış nergislerle karşılaşacağını düşünerek adımlarını istem dışı hızlandırdı. Alice Kuyusuna göz ucuyla bir bakış attıktan sonra hiç duraklamadan yoluna devam etti. Bu, bir neden olmadığı sürece yapmadığı bir şeydi. Alice’nin Kuyusu onun için bu yolun en vazgeçilmez parçalarından biriydi çünkü. Buradan geçtiği her gün, geç kalmış olsa bile bir süre yoluna ara verir, eğer kurduğu düşler varsa onları da bir yerde dondurarak kuyunun başına çömelir ve dakikalarca kuyunun dibindeki suyu seyrederdi. Suyun yansımalarına dalıp yaşamın farklı boyutlarına giderdi. Bu esnada zamanı durdurur, en sevdiği yönleriyle arkadaşlarını, annesini, babasını ve kardeşlerini de yanına alarak, kurallarını kendi belirlediği fani bir hayatın ayrıntılarında yaşamaya çalışırdı.
Bugün Alice’nin Kuyusunu adımlarının hızını pek düşürmeden geçmişti. Alice’nin Kuyusu nasıl olsa her zaman oradaydı. Ama nergisler her zaman oldukları yerde kalmayacaklardı. Ömürleri pek kısaydı, dünyada pek uzun süre kalmıyorlardı. Belki dünya onlar için çok vahşiydi ve buna katlanacak kadar güçlü değillerdi. Sebep her ne olursa olsun, nergis çiçekleri kısa zaman sonra etrafta görülmeyeceklerdi. Mart ayının son günleriydi. Hatta bu günlerde açan nergisler için, baharın farkına geç varmış tembel nergisler denilebilirdi. Bunlar ilk açanlar kadar canlı olmazlardı. Fakat yine de görülmeye, koklanmaya değerdi bu çiçekler… Bir süre yürüdükten sonra yamaçtaki kayalıkların uç tarafları görünmeye başlamıştı.
Bir bahar sabahı olmasına rağmen bugün havada bir geç kalmışlık duygusu vardı sanki… Kuşlar, böcekler uykunun sersemliğinden daha sıyrılamamışlar, ilkbahar sabahlarının o cıvıltılı atmosferini yaratacak zamanı bulamamışlardı sanki. Belki de bu onun ruh haliyle ilgili bir durumdu. Yol boyunca içine daldığı düşüncelerden dolayı dış dünyadaki hareketliliğin farkına varamamıştı. Bu düşüncelerle bir yüz metre yürüdükten sonra yamaçtaki kayalara yaklaşmıştı. Kayalıklar yaklaşık iki yüz metre uzaklıkta olmalarına rağmen şimdiden gölgeliklerinde beyazımsı bir hareketlilik göze çarpıyordu. Kayaların dibinden aşağıya doğru bir kuzu sürüsü otlanmaktaydı sanki… Bunlar, kayaların diplerinden aşağıya doğru yayılmış nergis öbekleriydi. Adımlarını onlara doğru hızlandırarak yürümeye devam etti. Birkaç dakika sonra kendini nergis kokuları içinde buldu. Yüzlerce nergis çiçeği etrafı kokular içinde bırakmıştı. Bir süre etrafta kararsızca gezindikten sonra bulduğu büyük bir taşın kenarına biraz dinlenmek için oturdu. Yolun bitmesine daha yirmi dakikaya yakın bir zaman vardı. Birazdan kalkıp tekrar yoluna devam edecekti. İstemsiz bir şekilde adımlarını hızlandırmış olmanın verdiği yorgunluğu hissediyordu dizlerinde… Bu günkü yolculuğu her zamankinden biraz daha yorucu olmuştu. Bu yoldan o kadar çok geçmişti ki en küçük ayrıntıyı bile biliyordu artık. Etraftaki her nesnenin yeri, biçimi beynine kazınmıştı.
Zaman ne çok hızlı geçiyordu. Arkadaşı Fatma ile beraber evlerinin yan tarafında bulunan dut ağacında salıncak yaptıkları günleri düşündü… Fatma ile çok güzel arkadaştılar. Her şeylerini paylaşırlardı. Sıkıntılarını ve güzel anlarını beraber yaşarlardı. Ne kadar güzeldi her şey… Yaptıkları salıncakta sırayla sallanırlar, türlü türlü muziplikler yaparak birbirlerini güldürürlerdi. Her gün aynı şeyleri yapmaktan hiç sıkılmazlardı. Her gelen gün onlar için başka bir sürpriz demekti. Hiç bir zaman geçen günlere özlem duymazlardı o zamanlar… Her şeyin hep böyle gideceğini düşündükleri bir gün Fatma buruk bir yüz ifadesiyle gelmişti Gülnaz’ın yanına… Her günkünden çok farklıydı Fatma… Canı o gün hiçbir şey yapmak istemiyordu. Her gün sallandıkları ağacın gövdesine yaslanmış ve çok üzgün bir şekilde bakıyordu arkadaşına…
-Ne oldu Fatma! Neyin var? Bir şey mi oldu?
-Beni istemeye geldiler.
-Kim...? Daha küçüksün sen Fatma… Annen baban bir şey demediler mi?
-Uzak bir akrabamızmış, babam çok önceden söz vermiş, nişan yapıp yazın sonunda evlendirmeyi düşünüyorlar.
-Peki sen ne olacaksın? Beğendin mi çocuğu?
-İlk defa gördüm Gülnaz! Hiç düşünmemiştim böyle bir şeyi… Hiçbir şey düşünemiyorum. Tek bildiğim şey evlenmek istemediğim... Annemden babamdan ayrılmak istemiyorum. Kardeşlerimden ayrılmak istemiyorum. Senden ayrılmak istemiyorum…
Ağlamıştı Fatma… Hem de akşama kadar durmadan ağlamıştı. Gülnaz ona yardım etmek istiyordu ama elinden bir şey gelmediği için çaresizlik içinde kıvranıyordu. Onunla beraber ağlamaktan başka yapacak hiçbir şey yoktu. Fatma babasına her ne kadar istemiyorum demişse de sözünü dinletememişti. Babası:
-Zamanla alışırsın, bunlar bizim akrabamız kızım. Ben de ölmeden evvel seni gelin görmek, sağlam bir yerde olduğunu bilmek isterim demişti. Fatma’nın gözyaşlarının geçici olduğunu düşünmüş, bütün bunları zamanla unutacağını, yeni bir hayata çabuk ayak uyduracağını düşünmüştü.
O günden sonra her şey birdenbire değişiverdi sanki… Salıncakta oyun oynamaz olmuşlardı. Artık ikisi de eğlenemiyordu. Üstelik Fatma eskisi kadar evden çıkmıyordu. Gülnaz’la eskisi kadar buluşmuyorlardı. Fatma teslimiyetçi bir kişiliğe bürünerek kendisi için çizilen kaderin gerçekleşmesini bekliyordu artık. Bunun ötesinde yapabileceği pek bir şey de yoktu zaten…
Gülnaz da bir yıl önce okulu bitirmişti. Babası başka okula devam etmesini istememişti. Köydeki okul bittikten sonra babası onu başka bir yerde okula asla göndermezdi. Evde kardeşlerine bakmasını ve bahçe işlerinde onlara yardım etmesini istiyordu. İşin aslı, Gülnaz da ailesinden ayrı bir yerde bulunmak istemiyordu. Bu ona çok zor gelecekti. Ailesinin kendisi için benimsediği yaşantıyı bir anlamda o da benimsemişti. Ama içinde bir yerlerde adını koyamadığı bir eksiklik duygusu vardı. Her şey çok sade gidiyordu. Hayatın bundan sonrası için kuracak pek bir hayali yoktu. Tasarlamak istediği şeyleri olsun istiyordu ama hiçbir şey onun elinde değildi. Yaşamak eskisi kadar zevk vermiyordu artık…
Yaz mevsimi çabucak gelmiş ve hiç duraklamadan geçmişti. Fatma güzel bir düğünle akrabasının köyüne gelin gitmişti. En son düğünde görüşmüşlerdi Fatma ile… Yüzüne daha önce hiç rastlamadığı bir ifade yerleşmişti Fatma’nın... İçinde bir yerlerde bir şeyleri öldürmüş ve gömmüş gibiydi. Çok az konuşuyordu. Söylenenlere kısa cevaplar vererek kestirip atıyordu. Etraftakilere güler yüzlü görünmeye çalışıyordu. Ama bu sahte gülümseme yüzünde kısa bir süre asılı kaldıktan sonra kayboluyor ve sönmüş yüz ifadesini tekrar takınıyordu.
Aradan beş ay geçmişti. İlk üç ay boyunca Fatma’dan hiçbir haber alamamıştı. Gülnaz için de bu çok zor olmuştu. Hayatının bir parçasını birileri bir gün gelip elinden almıştı sanki… O yoktu artık, ve bundan sonra onsuz yaşamaya çalışacaktı… Bunu kabul etmek her ne kadar zor olsa da alışmaya çalışacaktı. Onun belirlediği bir akış değildi bu... Bir şeyler onun iradesi dışında gelişiyordu. İstese de istemese de hiçbir şey olduğu gibi kalmıyordu. Çoğu zaman değişimler en beklenmedik zamanlarda geliyordu. Hiçbir duruma ve zamanın uygunluğuna bakmaksızın… Vurdumduymaz ve acımasızdı yaşamın doğrusu… Önüne gelen her şeyi delerek kendi doğrusunda ilerliyordu. İnsanlar yolu kapatmış parçacıklardı sadece. Bir gün bu doğru onların da ortasından dalarak, her birini bir yerlere savurup geçebilirdi. Ve ardından hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Üç ay aradan sonra, kendi annesinden Fatma’nın hamile olduğunu duymuştu. Annesi, Fatma’nın annesiyle arada bir görüşüyordu. Köyde bütün kadınların karşılaştıkları çeşme başları, tandır yerlerinde bu tür haberler konuşulur ve çabuk yayılırdı. Gülnaz’ın annesinin de olduğu böyle bir ortamda, Fatma’nın annesi artık torun sahibi olacağının müjdesini vermişti oradaki kadınlara… Gülnaz bunu duyunca önce neler yapması gerektiğine karar verememişti. Sevinmeli miydi..? Ama içinden sevince benzeyen bir şeyler hissetmiyordu. Hayat ona hissetmediği gibi davranması gerektiğini emrediyordu. Ama o hiç bir şey yapmadı. Bir süre öylece kalmıştı. İçinde ne olduğuna anlam veremediği duygular uyanmıştı. Bu nefret değildi, ama sevinç de sayılmazdı. Bir tür acıya benziyordu. Tuhaf bir duyguydu hissettiği… Ağlamak istediğini hissetmiş ve evin arka odasına geçip, nedenini hiç kimseye açıklamayacağını, üstelik kendisinin de isim veremediği bir duygu için uzun uzun ağlamıştı. O gün; Fatma’yı gözünün önüne getirdi. Ağladı… Salıncakta sallandıkları zamanları düşündü. Ağladı… Fatma’yı bir daha asla öyle göremeyeceğini bildiği arkadaşlık günlerindeki yüzünü hatırladı ve ağladı… Yalnızlığına da ağladı.. Önündeki hayatın ona neler sunabileceğini düşündü ve ağladı… Bunu hiç kimse bilmedi…
Bir şeyler onun iradesi dışında değişiyordu. O istemese de onun için çizilen bir yaşantının teslimiyetçisiydi. Bunu düşünmeye başladığı günden bu yana yüz ifadesi değişmişti. Mutlu değildi artık…
Gülnaz birden irkildi ve nergis çiçeklerinin arasında epeyce zaman kaybettiğinin farkına vardı. Güzel şeyler hissetmek için oturmuştu burada… Ama ister istemez kötü hatıraları düşünmeye başlamıştı. Burada bile bazı şeyler kendi iradesi dışında gerçekleşmişti. Anladığı kadarıyla hayat bir kabullenişten başka bir şey değildi. Hiçbir şeye hakim olamadığını biliyordu. Herkesin tüm çabası aynı yöne giden yollarını daha katlanılabilir bir hale getirmekten ibaretti. Yaşamak bundan ötesi değildi herhalde…
Her şeyi unutmaya çalışarak ayağa kalktı. Olup biten birçok şey geride kalmıştı. Dönüp bunları düşünmek insanı kederlendirmekten başka bir işe yaramıyordu. Düşündükçe hayatın insanları kandıran yalancı bir düşten başka bir şey olmadığına karar vermek zorunda kalıyordu en sonunda… Çiçeklerin olduğu yamaçtan daha aşağıda bulunan yola doğru indikçe güneşin daha az etkili olduğu bir ortama girmenin verdiği soğuk ürpertiyi hissediyordu. Serin esintiyi alnında hissede hissede yamaçtan aşağı inmeye başladı. Serin hava onun gerçek dünyaya daha çabuk dönmesini sağlamıştı. Yola indikten sonra adımlarını biraz daha hızlandırmaya çalışarak yürümeye başladı. Nergiz çiçekleri geride kalmıştı artık… Hayatında daha önce yaşamış olduğu bir çok şey gibi… Onlar da geride kalmıştı. Alice’nin kuyusu geride kalmıştı. Fatma geride kalmıştı. Dut ağacındaki salıncak geride kalmıştı… Beraber attıkları o kahkahalar, oynadıkları türlü türlü oyunlar, okul yılları… Her şey geride kalmıştı. Her şey bir gidişten ibaretti. Her şey bir yeni yaşantıya, eskisi kadar asla güzel olmayacağına inandığı bir yaşantıya doğru gidişti sanki… Sabah evden ayrılışı bile bir bitişti. Eve farklı bir yaşantı için geri dönecekti. Ve hiç bir zaman böyle olmayacaktı hiçbir şey... Birden yolu yarıda bırakıp eve koşa koşa geri gitmek istedi. Bundan sonraki yaşantının her saniyesini annesinin, babasının ve kardeşlerinin yanında geçirmek istedi. Ne olacaksa onlar ile beraber olmalıydı. Onlarsız yaşanabilecek her türlü güzel şeyden mahrum bırakmaya gönüllü hissediyordu kendini… Yürüdükçe daha çok uzaklaştığını hissediyordu. Her şey onun ötesinde, gerilerde kalıyordu. Ama her şey yaşamaya devam ediyordu. Bir anda kimsenin umurunda olmadığını düşündü. Bu akşam eve geri gitmeseydi annesi, babası ve kardeşleri çok üzülürler miydi? Kuşkusuz üzüleceklerdi. Ama nereye kadar sürecekti bu..? Bir süre sonra hayat onlara her şeyi unuttururdu. Yakın arkadaşları da bir süre onu özlerler ama onlar da kendi yaşantılarına geri dönecekti ve her şey yaşamaya devam edecekti. Ne kadar acımasızcaydı. Aynı şeyi kendisi de yapmamış mıydı? Fatma gittikten sonra üzülmüştü ama ondan sonra da güldüğü, kendini iyi hissettiği zamanları olmuştu. Bu bir çeşit ihanet miydi? Yoksa umursamazlık mı? Hayat bize neler yaptırıyordu. Birer bebek gibi birkaç dakika önceki yaşantılarını bile unutuyordu insanlar. Hayatın onlara dayattığı şeyleri kabullenmek zorunda kalıyorlardı. Bunu kendileri tercih ediyorlarmış gibi algılıyorlardı sonradan… Bunu kendileri belirlemiş gibi inandırıyorlardı kendilerini…
Yol neredeyse bitmek üzereydi. Gülnaz, bahçeye varmadan önceki dönemeci geçiyordu. Sağ taraftaki bahçede badem ağaçları her zamanki gibi duruyorlardı. Ama biraz daha büyümüş oldukları gözden kaçmıyordu. Bu yolu o kadar çok tekrar etmişti ki küçük değişimleri hemen fark edebiliyordu. Hayat sürekli değişim halindeydi. Oysa değişimlerden hiçbir zaman haz almamıştı. Hayatı boyunca değişimlere mahkum olacağını düşünmek ona azap veriyordu. Ağaçlar bile değişiyordu. Yerlerinden hiç ayrılmasalar bile değişime uğruyorlardı. Kimisi büyürken, kimi ağaçlar da hayatın sürekliliğine dayanamayıp küçülmeye başlıyordu. Yenilginin ilk işaretiydi küçülmeler. Ve sonu mutlaka yıkılışla bitiyordu. İnsanlar ise en çok çırpınan varlıklardı. Sürekli hareket halindeydiler. Belki çaresizliklerinin farkında olmadıklarındandı. Belki de bunu kabullenmeyişlerindendi bu hareketlilik… Bu bitmez çaba… Bir ağaç gibi dingin ve teslimiyetçi bir yaşantıyı seçmiyorlardı. Sürekli çırpınıyorlardı. Ama sonuç olarak bir ağacın sonundan daha farklı olmuyordu sonları. Hatta ağaçlar onlardan daha şanslı sayılırdı. Onlar doğdukları yerlerde ölüyorlardı. Alıştıkları, sevdikleri şeylerin içinde… Kendi topraklarında... İnsanlar ise onca çırpınmalarının bedeli olarak çoğu zaman, çok farklı yerlerde ve çok farklı biçimlerde bitiyorlardı. Oldukları yerde kalmıyorlar, dağılıyorlardı. Hareketlilikleri, çırpınmaları onlara ayrı acılar da yaşatıyor ve en sonunda istemedikleri bir yerde bitebiliyordu hayatları... Çok acıklı oluyordu insanların sonu… Bir ağaçtan, bir ottan veya bir böcekten daha acıklı… Bütün bunlara rağmen insanlar birbirlerine sürekli acılar veriyorlardı. Hepsi aynı sonucu beklerken, birbirlerine zarar vermekten geri kalmıyorlardı. Bu çırpınışlarının bir parçası mıydı? Yoksa bilinçaltlarındaki çaresizliklerinin yansımaları mıydı?
Gülnaz her zaman ailesinin olduğu bir yerde, onlardan hiç ayrılmamış bir zamanda ölmeyi tercih edeceğini düşünüyordu. Ne olacaksa sevdikleriyle beraberken olmalıydı. Farklı yerlerde, içinde özlem duygusuyla ölmek istemiyordu. Hiçbir zaman başka mekanlarda yaşamaya alışamayacağını düşünüyordu. Belki büyüyünce bazı şeyler değişiyordu ama bunu denemeye bile katlanamazdı. Alıştığı onca şeyi bir anda bırakıp gitmek, hiçbir şey yaşanmamış gibi sırtını dönmek çok zor olurdu. Fatma çok güçlü bir kız olmalıydı. Yaşadığı onca şeyi nasıl silebilmişti. Annesini, babasını, köyde sahip oldukları o güzelim evlerini nasıl özlememeyi başarmıştı Fatma...? Bunu başarabilmek, insani yönümüzü öldürmek demek değil miydi? Bunu yok ettikten sonra geri kalan bir bedenle, sadece bir bedenle nasıl yaşanabilirdi? Bütün bunlara değer miydi yeni bir hayat? Bunu asla tercih edemezdi Gülnaz… Düşündükçe acı duyuyordu. Bunu tercih etmeyecekti. İstemediği bir yaşama evet demeyecekti. Neyi göze alması gerekiyorsa alacaktı.
Uzaktan bahçelerinin taş sınırı görünüyordu. Yolun bitmek üzere olduğunu gösteriyordu bu manzara… Birazdan yolun sağ yanındaki girişten sağa saparak başka bir köylünün bahçesinin içinden geçtikten sonra kendi bahçelerinin içine varacaktı. Biraz yürüdükten sonra asma ağaçları ve bahçenin öbür yanında bulunan badem ağaçlarının uç tarafları görünmeye başlamıştı. Küçük bir yokuşu tırmandıktan sonra bahçe duvarının yüksek olmayan bir bölümünün üstünden atlayarak yolunu kısaltmış ve bahçenin içine girmişti. Dönüp arkasına baktı. Burası onun en sevdiği manzaraydı. Bahçeleri bulunduğu yerden daha yüksekçe bir yerdeydi. Buradan etrafa bakıldığı zaman, karşı bahçeler ve arada kalan vadideki yol çok güzel bir görüntü oluşturuyordu. Uzun süre yürüdüğü yolun ve biraz önce tırmanmak zorunda kaldığı tepenin neden olduğu yorgunluğu üstünden atmak için, duvarla örülerek duvarın bir parçası haline gelmiş kayanın kenarına oturdu. Çok güzel bir esinti vardı. Esintinin içinden çok hoş bir bahar kokusu geliyordu burnuna… Burada bir süre dinlendikten sonra bahçenin içine doğru yürümeye başladı. Çok sevdiği badem ağacının altına gidecekti. Orada oturmayı çok seviyordu. Bir yığın anısı vardı orada… Senenin her mevsiminde orada bulunmuştu mutlaka. Her mevsimde başka bir tadı vardı bu ağacın altında oturmanın… İlkbaharda beyaz çiçeklerini döktükten sonra, küçük küçük çağlalar oluşurdu bu ağacın dallarında... Mart ayının son günleri olduğu için çağlalar daha büyümemişti. Gülnaz onları tuza batırıp yemeyi çok seviyordu. Ağacın dibine gelmişti. Önce biraz dinlendi. Sonra da yerleşmeye çalıştı. Su matarasını serin bir oyuğa koyduktan sonra, yemeğini de böceklerin ulaşamayacağı kuru bir dala astı. Bugün yapacağı pek bir şey yoktu. Yeni yeşermekte olan asma filizlerini ve badem çağlalarını haşarı köy çocuklarından koruyacaktı. Bu yüzden ağır hareket ediyordu. Güneş etrafı yavaş yavaş ısıtıyordu. Kuşların cıvıl cıvıl sesleriyle doğa yeniden canlanıyordu sanki… Kuşlar, böcekler, ağaçlar… Her şey bir telaş içindeydi. Her şey doğanın bu döngüsüne ayak uydurma çabasındaydı. Hiç biri halinden şikayetçi görünmüyordu. Her sene, eski gücünden hiçbir şey yitirmeden bu hareketliliği tekrarlıyordu bütün varlıklar… Doğanın süreklilik kuralıydı bu… Herkes bunun farkındaydı. Ama yine de kendilerine verilen rolleri oynamaktan sıkılmıyorlardı. Ve herkes mutluydu. Sadece insanlar bunun dışındaydı. İnsanlar sonu gelmez bir mücadelenin içindeydiler ve hayatın kendileri için biçtiği rolü kabullenemiyorlardı. Gülnaz da bu kabullenemeyişin bir parçası mıydı? Neden gitmekte olan bir yaşam doğrusunu içten içe değiştirme özlemini duyuyordu? Neden kendisi için biçilmemiş bir yaşantının hayalini kuruyordu? Yoksa insanlar ait olmadıkları bir bedende mi yaşıyorlardı? Farklı bir ruh ve farklı koşullar içinde yaşayan bir beden..!
Öğleden sonra güneşin yere doğru hareketinin hızlandığı bir zamanda, Gülnaz artık eve dönmesi gerektiğini düşündü. Etrafa yaydığı kap kaçak ve eşyalarını toplayıp boynuna astığı el yapımı torbasına koyduktan sonra ayağa kalktı. Uzun süre oturmuş olmanın etkisiyle yerinde hafifçe sendeledikten sonra bahçeye son bir defa göz atmak amacıyla asma ağaçlarının içine doğru yöneldi ve yüksekçe bir yere geldikten sonra etrafına bakınmaya başladı. Her taraf aşırı derecede durgundu… Kuşlar, böcekler öğleden sonranın şefkatli sıcağına sinmiş, o anın tadını çıkarıyorlardı sanki… Ama Gülnaz’ın üstünde başka bir nedene bağlı olan bir durgunluk vardı. Hiçbir şey yapmak istemiyordu. Eve gitmek de istemiyordu. Ama ailesinin meraklanıp ortalığı velveleye vermeden önce eve varması gerektiğini düşündüğü için kendini adımlarına teslim ederek yola doğru koyuldu. Yavaş yürüyordu. Nedense eve geç gitmek kaygısı yoktu. Hayatının hiçbir önemli noktasında kendisiyle ilgili tercihleri ve gideceği yönle ilgili kararları kendi vermemişti… Hiçbir başlangıç onun tercihi değildi ve hiçbir son onun istediği gibi olmayacaktı. Her şey kendiliğinden olmuş gibi, kendiliğinden bitecekti. Şans diye bir şeye inanmıyordu artık. Sadece bir çaresizlikti şans inancı… İnsanların yalancı bir yaşama bağlanmasına neden olarak düşünebileceği bir yalandı şans… Kendini kandırmaktı bir gün şansın kendisine de gülebileceğini düşünmek… Hayat bir rüzgar gibi istediği yöne savuruyordu hayatları… Kime ne rastlarsa, onun hayatı oydu.
Alice’nin Kuyusuna doğru geliyordu. Yolda bulduğu bir nergis öbeğinden birkaç tane almış, koklaya koklaya yoluna devam ediyordu. Güneşin batmasına daha epeyce zaman vardı. Dolayısıyla kuyunun başında biraz vakit geçirebilirdi. Yine kuyunun suyundan gökyüzünü seyredip, suyun derinliklerinde hayallerini, yaşanmamışlıklarını düşleyebilir, suyun gizemli karanlıklarına dalıp gerçek dünyanın yalancı ışığından ve insanı sürekli gülerek izleyen bir kötü büyücünün göz hapsindeymiş gibi rahatsız eden duygusundan kurtulabilirdi. Suyun derinliklerine dalıp gittiği anlar, onun en çok kendisiyle beraber olduğu zamanlardı. Bu düşüncelerle kuyunun başına gelip çömeldi. Daha sonra iki ayağını arkaya doğru uzatarak yüz üstü uzandı ve başını kuyunun içine doğru uzatıp öylece yattı. Artık kendiyle başbaşaydı… Hayatında hiç kimse yoktu artık. Annesi babası onu asla anlamayacaktı. Kardeşleri Hayatın renkli zamanlarını yaşıyorlardı daha… Fatma da gitmişti…
…
Güneş nerdeyse batmıştı ve Gülnaz hala eve gelmemişti. Oysa bu saatte eve gelmiş olması gerekiyordu. Annesi endişelenmeye başlamıştı. Babası ise endişesini dışarı vurmamaya çalışarak soğukkanlı olmaya gayret ediyor ama ikisi de yerinde rahat duramıyordu. İkisi de sabırsızlanmıştı. Önce durumu olağandışı saymamaya çalıştılar. Zaman geçtikçe tedirginlikleri de artmaya başlıyordu. İçlerindeki korku gittikçe büyüyordu. Kızın başına kötü bir şeyin gelebilmiş olmasının verdiği korkuyu yenemiyorlardı. Sonunda babası dayanamayıp onun geleceği yola doğru gitmeye karar verdi. Babanın gitmesiyle annesi daha çok endişelenmiş komşulara koşmuştu. Kocasının gitmesinden yarım saate yakın zaman geçmiş olmasına rağmen, ne kızdan ne de babasından bir haber alınamamıştı. Üstelik güneş de batmış etraf karanlık olmaya başlamıştı. Gülnaz’ın eve gelmediği haberi bir anda bütün köyde yayılmış, bunun üzerine köyden birkaç kişi daha aynı yoldan Gülnaz’ı aramaya gitmişti. Köylülerden bir kaç tanesi de etraftaki sapa yollardan aramaya çıkmışlardı… Herkesin aklına, düşünmek istemeseler bile, kaçırılmış olabileceği düşüncesi yerleşmişti.
O akşam Gülnüz’ın babası aynı yoldan tarlaya kadar gitmiş, bahçenin içinde dolanmış, yüksek sesle saatlerce adını bağırmıştı Gülnaz’ın… Ama hiçbir ses gelmemişti. Köylüler civar bahçelerde, kestirme yollarda, bütün kuytuluklarda aramışlar ama hiçbir sonuç almadan köye geri dönmüşlerdi. Gece, Gülnaz’ın babası eve yalnız döndüğünde annesi olduğu yerde yığılıp kalmıştı. Biricik kızı, sessiz, iyi huylu kızı kaybolmuştu. Köylüler de sabah tekrar aramak üzere umutlarını kesmiş bir vaziyette köye geri dönmüşlerdi.
O gece anne ve babası hiç uyumadan sabaha kadar beklediler. Annesi hiç durmadan ağlamış, ağıtlar yakmıştı. Babası; Allah’tan umut kesilmez, yarın bir haber çıkar bir yerlerden, diye avutuyordu karısını… Güneşin doğuşuyla babası kimseyi beklemeden tekrar yola düşmüştü. Belki geceleyin gözden kaçırdığı izler bulma umuduyla bahçeye bir daha gitmeye karar vermişti. Bu arada köylüler de jandarmaya haber verecek ve daha kapsamlı aramaya başlayacaklardı.
Gülnaz’ın babası kızının bahçede uyuyakalmış olabileceğini düşünerek son bir umutla bahçeye doğru yol alıyordu. O kadar hızlı yürüyordu ki nefes nefese kalmıştı. Yolun yarısını bitirmek üzereydi. Yol boyunca yürüme temposunu hiç düşürmemiş ve hiç dinlenmemişti. İlerideki Alice’nin Kuyusundan su içip yoluna devam etmeyi düşündü. Kuyunun kenarına doğru yöneldi. Bir nefes aldıktan sonra kuyunun başında durmakta olan küçük kovayı kuyunun içine doğru sarkıttı. Kova biraz sonra su yerine bir cisme çarpmış gibi oldu. Biraz sağa doğru sallandırdı fakat kova yine suyun içinde aynı cisme çarpıyordu. Eğilip kuyunun içine doğru baktı... Çığlığı bütün yamaçlarda yankılanmıştı Gülnaz’ın babasının… Gülnaz suyun üstünde yatıyordu. Gözleri açıktı. Yanı başında birkaç nergis çiçeği yüzüyordu suyun içinde... Yüzünde bir huzur vardı. Gökyüzüne bakıyordu… Azıklarını koyduğu torbası hala boynundaydı. Hep suyun yansımasından izlediği gökyüzünü bu defa suyun içinden seyrediyordu…
Şemsettin KAYA
24.11.2005 Ankara
(Külöykü-Kasım, Aralık 2005 Sayı: 6)
semsettin.kaya@
YORUMLAR
Bir biten hayat okudum 20 dakikaya sigan...
Hüzüne banan gece bin kat daha hüzünlendi bu nedenle...
OKUmak deger bu kalemi..
semsettinkaya
".. Eğilip kuyunun içine doğru baktı... Çığlığı bütün yamaçlarda yankılanmıştı Gülnaz’ın babasının… Gülnaz suyun üstünde yatıyordu. Gözleri açıktı. Yanı başında birkaç nergis çiçeği yüzüyordu suyun içinde... Yüzünde bir huzur vardı. Gökyüzüne bakıyordu… Azıklarını koyduğu torbası hala boynundaydı. Hep suyun yansımasından izlediği gökyüzünü bu defa suyun içinden seyrediyordu…"
***
Sevgili Semsettin Kaya,
İyi ki ana sayfaya bakmışım...
İyi ki yazınızı açıp okumuşum...
Muhteşem bir yazıya tesadüf edebileceğimi düşünmemiştim önce...
Lirik bir şiir gibi, bahar kokusu olan şu ılık esintili havada okuyacağım bir sıradan hikaye sandım, önce...
Ama ilerleyen satırlarda merak duygularımı kışkırtan sözcükler ile hikayenize verdim tüm dikkatimi...
Ve finale kadar pür dikkat okudum hikayeyi...Adeta gözlerim , susayan gönlüme doğru yudumluyordu hikaynizi...
Ve finalde yoğun, buruk hüzünle bir süre yutkundum...
Tek kelime, NEFİSTİ!..
Zümrüt yeşili baharlarımdan Edremit sahillerinden tam puan yazarım...
Kutlarım bu değerli edebi emeğinizi.
Ve ilk yorum yazan ben olmanın mutluluğu duygularıyla sayfanızdan ayrılıyorum.
Kaleminiz daim olsun.
Sevgi ve ışıkla