- 1064 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DİRİLİŞ VE REDDEDİLİŞ NESLİ
Fatih Kayabaşı / MAÎ dergisi... Sayı: 5
I. Kısım:
Ülkemizin en güzel Aşk şairlerinin başında gelen bir Üstad’ın düşüncelerinden meydana gelmiş bir nesildir diriliş nesli. Hani Monna Rosa’nın ünlü Şairi diyor ya:
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak;
Anlarsın o zaman ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
İşte Şairin bu dediğini uygulayıp O’nun gözlerinin içine baktığında Muazzez Akkaya Hanım, - Gerçi bu şiirin genelini irdeleyip akrostiş dizilişine baktığınızda Üstad, Muazzez Akkayam diyerek duygularını iyice perçinleştiriyor - anlayacaktı ölülerin nasıl yaşayacağını. Ama biliyorum Muazzez Hanım hiç anlamadı Onu. Hiç de dinlemedi. Dinleseydi bu şiir o Şairin yüreğinden dökülür müydü hiç? Evet doğru yoldasınız. Sezai Karakoç’tan bahsediyorum.
Geçenlerde İstanbul Üniversiteli birkaç arkadaşla Üstad’ı ziyaret ettik. Malum bendenizin hep düşünceleri Monna Rosa şiiri üzerine kuruluydu. Bu şiiri hangi ruhla ve nasıl yazdığını soracaktım. Ancak Üstad’ın, Monna Rosa ile ilgili sorulara karşı hiç de güzel bakmadığını öğrendiğimde çok üzülmüştüm.
Üstad, çok farklı bir kimliğe sahipti. Mesela O’nun yakın geçmişini irdelediğimde 2007 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca her yıl verilen ‘’Kültür ve Sanat Büyük Ödülünü kazandığını ancak bu ödülle ilgili bir tören düzenlenmesini istemediğini, sadece plaketin adresine gönderilmesini talep ettiğini ve para ödülünü de bakanlığın tasarrufuna bıraktığını öğreniyordum. Maddi durumunun hiç de iyi olmadığı halde… Çok farklı bir mizaca sahip olduğunu söylemiştim. Birlikte fotoğraf çekinmek, kitabını imzalatmak, sorduğumuz sorulara cevap verdiğinde not almak istediysek de bunların hiçbirini kabul etmedi.
Üstad’ı bir hayli yaşlanmış görüyordum. Cağaloğlu’nda bulunan o küçük mü küçük ofisinde ziyaretçileri hiç de eksik olmuyordu. Sorular soruluyor O, o bitkin haliyle yılmadan cevap veriyordu. O yüzden Üstad’a sadece bir konu hakkında soru sorduk: Diriliş nesli…
O anlattı bizler dinledik. O anlatırken arkadaşlar Üstad’ın ağzından düşen kelimeleri kapışırken ben de o andan ve Üstad’ın yanı başında olmamdan istifade Monna Rosa’nın şairinin kalem tutan ellerini izliyordum. Titriyordu. O anlarda o ellerin titreşimiyle içimin nasıl titrediğini anlatamam. Sonra gözlerine baktım. -Monna Rosa şiirinde Muazzez Hanım’a olan sözlerine atfen.- Ve anlıyordum o zaman bir ölünün nasıl yaşadığını. Ne kadar da gerçek bir duyguyla yazdığını anlıyordum o şiirini. Muazzezini nasıl da sevdiğini anlıyordum. Çünkü hiç evlenmemişti Sezai Karakoç. İşte gerçek Aşk bu olmalıydı. Sevgisini onun karşısına geçip anlatamadığından mı, daha doğrusu haykıramadığından mı dökmüştü bütün yüreğiyle yazdığı Monna Rosa şiirini sayfalara. Ah be Üstad. Ne kadar da yüreklisin!
‘ ‘Açma pencereni, perdeleri çek
Monna Rosa, seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben öteliyim…
Açma pencereni, perdeleri çek’’
Çaylar içilmiş, diriliş nesli ile ilgili söylenecek sözler tükenmiş olduğu vakit, ufak bir göz göze gelmeyle ve tokalaşmayla Üstad’ın yanından ayrıldık. Odasından çıkarken kapının yanı başına istiflenen kitaplar gözlerime ilişmişti. Zaten dar olan salonda bizler de kalabalık yapmayalım desturuyla arkadaşlarla birlikte Monna Rosa adlı şiir kitabını, orada görevli olan bir ağabeyin izniyle alarak binadan ayrıldık. Yokuşlu yollarda, arkadaşlar Üstad’ın sarf ettiği sözleri tartışırlarken ben Beyazıt caddesinde ağır adımlarla Üstad’ın şiirlerini karıştırmaya koyuldum. Bir şiir gözüme çarpmıştı. Çok manidar bir dille yazılan bu şiir; bir ayrılış gününü, sevgilinin bir daha yüzünü görememe korkusunun bir betimlemesiydi sanki. Bu bir yardan, candan, canandan kayboluştu.
KAYBOLUŞ (1957)
Üstündeki giysi gözünün renginde
Yürüyor yürüyordu arkasına bakmadan
Onu kaybettim bir kış gününde
Yağmur yağmur yağmur yağıyordu durmadan
Ölü taşıyan bir araba
Araya girdi galiba
Koştum koştum yetişemedim
Sanki önümü kapatan bir sütundu zaman
İnsanlar otomobiller dalgın habersiz zalim
Alıkoyamadım onu meçhullere dalmaktan
Boşunaydı artık çaba
Boşuna mıydı acaba
Dondum kalakaldım olduğum yerde
Gözlerimi kaplıyordu duman duman duman
Gönlüm ne geçmişte ne geleceklerde
Bir mahkûmdum görülmemiş bir cezaya çarpılan
Uğrayan bir azâba
Sığmaz hesaba kitaba
Evet belki bu sevdayla Üstad, azaba uğruyordu ve belki de bu sevda; hesaplara, kitaplara sığmıyordu. Ama Üstad, bu içtenliğiyle ve samimi duygularıyla bizlerin yüreklerine bu şiirleri sığdırıyordu.
II. Kısım:
Birinci kısımda elime aldığım cümleleri tamamıyla bir şairin gözlemlerinden, hislerinden harmanlayarak sundum sizlere. Bu kısmın makyajını tazelerken bir platformda tanıştığım, entelektüel bir yapısı olan, oldukça birikimli ve yaşça bir hayli büyük bir Ağabeyimle tevafuk yolda karşılaştım. Sezai Karakoç ile muhabbetinin iyi olduğunu da bildiğimden ona ayaküstü selam verip geçmek istemedim. –Biliyorum bu durum biraz çıkarcılığa kaçıyor- Vaktinin müsait olup olmadığını sordum. Cevabı olumluydu. Havanın da karamsar olduğunu varsayarak kenarların ve üstünün çadırla çevrilmiş olduğu bir çay bahçesine oturduk. Ve derken başladık sohbete.
AŞAĞIDAKİ PARAGRAFLAR BU SOHBETTEN HARMANLANMIŞ CÜMLELER TOPLULUĞUDUR
Monna Rosa şiiri yazıldığı dönemde bilenler bilir – ben bilmiyorum- Mona lisa kelimesi o zamanlar çok sık kullanılıyormuş şairler tarafından. Üstad da batıcılığı kullanmak, onlar gibi yazabiliriz kaygısı güttüğünden bu ismi kullanıyor. Monna Rosa’nın ne anlama geldiğini merak edenler varsa buyurun: Tek Gül…
Sezai Karakoç, Tanrı gibi kelimeleri şiirlerinde kullanarak bir İslamcı şair olarak görünmekten kaçmıştır. Üstad, Tanrı kelimesinin zaten Türkçe olduğunu, Tengri kökünden geldiğini vurgulamaktadır. -Bir dipnot olarak Ağabeyimiz diyor ki: Tanrı kelimesini Yunus Emre ve Mevdudi de kullanıyor- Önemli olan kelime değil manadır diyen Karakoç, kelime veya dil savaşında değiliz diyerek bu konu hakkındaki kendi düşüncesini dile getirmektedir.
Gel gelelim tekrar Monna Rosa’ya. Bu şiir hakkında belki de onlarca efsane dile getirildi. Ancak işin aslını birinci ağızdan duyduğunu söyleyen Ağabeyimiz bu olayı bana şöyle aktardı: -Ben de sizlere biraz kırparak aktarıyorum- Bu şiir ilk defa, üniversite gençliği tarafından düzenlenen bir piknikte okunmuş. Piknikte etkinlik yapılmış ve öğrenciler yaptıkları etkinlikleri birilerine atfediyormuş. O zamanlar böyle bir moda varmış. Monna Rosa şiirini de Üstad, Muazzez Hanım’a atfetmiş. Tabi tamamıyla arkadaşça bir havayla hediye etmiş şiirini. Kimse farkına bile varamamış. Taki Üstad bunu yakın arkadaşlarından birine akrostiş şeklini gösterinceye kadar. Bu sır da; söyleme sırrını dostuna dostunun da dostu vardır o da söyler dostuna atasözünden yola çıkarak, bu vesilesiyle her tarafa yayılmış. Üstad’a göre bu bir vesile mi yoksa bahtsızlık mı bilemiyorum ama kendime göre açıklayacak olursam bu bir vesiledir. Çünkü Sezai Karakoç’un isminin duyulmasında Monna Rosa şiirinin etkisi büyüktür.
BİRAZ DA MUAZZEZ HANIMIN KAPISINI ÇALALIM DEDİK
Muazzez Akkaya, bu şiiri okuduktan sonra intihar etti efsanelerini çıkaranları yalanlayacak şekilde halen avukatlık görevini sürdürmektedir. Kocası da diplomatlık yapmakta… Ahmet Hakan’ın Muazzez Hanım’ın kızıyla yaptığı röportajı da internetten google kütüphanesine girerek okuyabilirsiniz.
SEZAİ KARAKOÇ ŞİMDİ NELER YAPIYOR?
Sezai Karakoç artık Monna Rosa şiiriyle değil, fikirleriyle ön plana çıkma telaşındadır. - Öyle ki Güne Doğmadan adlı şiir kitabının son basımında Monna Rosa şiirinin akrostij düzeni değiştirdi- Bu niyetle yola çıkarak 1990 yılında kurduğu diriliş partisi il ve ilçelerde örgütlenemediği ve bunun akabinde iki defa üst üste genel seçimlere giremediği için bu parti, anayasa mahkemesi tarafından beşe karşı altı oyla kapanmıştır. Kapanmanın ardından anayasa mahkemesine mektup yazan Üstad, anayasa mahkemesine yüklenerek kendisinin önderlik yaptığı diriliş partisinin bir fikir partisi olduğunu dile getirmiştir. Üstad O zamanki anayasa mahkemesi başkanvekilliği görevini yapan Yekta Güngör ile okul arkadaşı. Ne acıki Yekta Güngör partinin kapatılması yönünde oy kullanmış. Ağabeyimiz diyor ki: İşin garibi o zamanlar Yekta Güngör, Sezai Karakoç’un yanına gelip yazdığı şiirleri okuyormuş. Eh ne diyelim? Güzel ve vefalı bir arkadaşmış.
Kendisini şiirlerine, fikirlerine veren Üstad, emekli olmamış. Şu anda da İstanbul, Koca Mustafa Paşa’da bir evde yalnız yaşamaktadır. Ağabeyimize birinci kısımda da belirttiğim gibi evlenmemesinin nedeni o bayan mı? diye sorduğumda gülümsedi. Orasını bilmiyorum. Özeline fazla girmemek gerek deyip geçiştirdi.
Üstad’ın yerini merak edenlere duyurulur: Üstad, halen çalışmalarını Cağaloğlu’ndaki mütevazi mi mütevazi bürosunda ve Aksaray Yusuf paşa’daki parti binasında sürdürmektedir.
BU YAZININ BAŞLIĞININ DİRİLİŞ VE REDDEDİLİŞ NESLİ OLMASININ NEDENİ
Biliyorsunuz ki bizler Rabbimizin varlığını kabul ederken ilk öce reddederek başlarız bu göreve. Yani La ilahe illallah deriz. Mealiyle de: Yoktur ondan başka ilah. Bu hayatımızda da böyledir. Bizler bir şeyin uğrunda yol kat etmek istiyorsak şayet, bir şeyleri reddederek başlıyoruz bu göreve. Farkında bile olmadan… Kendi çapımda bir şair olarak dedim ki Belki de Muazzez Akkaya Hanım’dan Üstad, sevgisinin karşılığını alamadığı için, belki de ondan red cevabı aldığından ötürü reddedilişten dirilişe doğru kendisine bir yol seçmiştir. Bir reddedilişten, bir dirilişe… Belki de bu düşüncelerim bir belkiden ibarettir.
Üstad’ın içindeki fırtınayı hiçbirimiz göremiyoruz. Bu fırtına sadece onun paralelinde ve meridyeninde etkisini gösteriyor. Edebiyat dünyasına kazandırdığı her şey için ona minnettarız. Umarım onun dile getirmek isteyip de getiremediği şeyleri getirmişimdir sizlerin önüne. Belki aradığımız gerçek size getirdiğim bu cümlelerin arka planındadır. Kim bilir?
Aramakla bulunmaz. Ancak; Bulanlar, Arayanlardır.
Beyazıd-ı Bistami