- 559 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PERVANELER GİBİ
PERVANELER GİBİ
Bir elinde sazı diğer elinde karısının eli ikisini de sımsıkı kavramıştı. Eli acıyınca fark etti ki sazın sapını öyle sıkı tutmuş ki perdeler elinin içinde iz yapmıştı.
“Ne garip, dedi içinden. Sazımı da karımı da aynı derecede korumaya çalışıyorum. İkisinin de değerleri aynı gözümde.”
Genç şairin çaldığı mızıkanın sesiyle uyandı. Hüzünlü bir şeydi çaldığı. Belki de o an her şey hüzünlüydü. Belki de artık her şey hüzünlere ayarlanmıştı. İlk defa isteyerek ve bilerek dinledi mızıkanın sesini. Hoşuna gitti. Keşke ben de çalabilseydim dedi içinden. Genç şair yukarıya giden halıyla kaplı merdivenlerin üzerinde oturmuş dalgın gözleri bir noktaya takılmış habire çalıyordu. Daha başkaları da oturmuştu genç şairin yanına. Usta şairlerden birisi elinde uzun saplı süpürgesiyle oturmuş dalgın dalgın cigarasını içiyordu. Herkesin saygı duyduğu ülkenin önde gelen yaşlı yazarı da elinde tuttuğu bir kaç kitaba sıkı sıkıya sarılmıştı. Sonra genç kızlar ve genç delikanlılar vardı dağınık halde oturan. Sonra diğerlerini tek tek izledi. “Yazar değilim ama ben de bir ozanım, günü gelir de anlatmak gerekirse bu anları, öyküsünü yazamasam da türküsünü yazarım” diye düşündü.
Bir kültürel etkinlik için davet edilmişlerdi buraya. Yıllardır bu ülkede kimlikleri, kültürleri yok sayılarak baskı altında bırakılmış, aleviler, yüzlerce yıl önce bu şehirde yaşamış, başkaldırının ve kardeşliğin, eşitliğin sembolü olmuş Pir Sultan Abdal’ı anma törenlerine gelmişlerdi. Karanlık güçler, epeyce bir zamandır kendi kültürünü, kendi gelenek ve göreneğini yaşatma yolunda yol almış, demokrasiden ve kardeşlik barıştan yana olan alevi toplumunu korkutmak ve bir gözdağı vermek için, bir ders vermek istiyordu. Planları tamamdı ve uygulamaya konuldu.
Ülkenin çok değerli sanatçısı, yazarı, kültür insanı, bilim insanı ve sivil toplum örgütleri gelmişti bu etkinliğe. Ülkenin aydınlık yüzü buradaydı adeta. Ama her yerde her ülkede olduğu gibi burada da karanlık güçler, örümcek kafalılar aydınlığa karşı ayaklanma girişiminde bulunmuştu. İki gündür devam eden etkinlikler, Cuma günü kalabalık kitlelerin camide olmasını fırsat bilip onları galeyana getirerek ayaklanmalarına neden oldular. İstedikleri de buydu zaten. İşin içinde din sokulunca kandırılamayacak mahlukat yoktu zaten. Bir anda; “şehrimize dinsizler, Allahsızlar, şeytancılar gelmiş, buralarda fikirlerini yaymak için konferanslar, konserler, imza günleri tertipliyorlar, din elden gidiyor, uyanın ey müslümanlar, şeytan ayetleri kitabını bastıran dinsizlerin bu şehirde kalıp halkın kafalarını karıştırmalarına daha ne kadar seyirci kalacağız?” diyerek onbinlerce insanı toplayıp ülkenin aydın kişilerinin dinlendikleri otelin önüne geldiler. Kapıları pencereleri bir anda taşlarla yerle bir ettiler. Kimsenin dışarı çıkma şansı kalmamıştı artık. Çıkmaya kalsalar bile binlerce kişinin arasından linç edilip hunharca öldürülmeden çıkması mümkün değildi. Önce otelin çıkma katının camlarını kırıp perdelerini ve eşyalarını ateşe verdiler. Bir anda koridorları dumanlar kapladı. Yukarıya giden merdivenlerden aşağıya doğru gelmeye başladı dumanlar. Basamaklarda daha başkaları da vardı. Kendisi gibi ozan olan genç ve yetenekli delikanlı da elinde bir fırça sapı, dalgın ve boş gözlerle kendisine bakıyordu. Otuz kırk kişi kadarlardı. Önce hiç kimse ciddiye almamıştı olayları, zaman geçtikçe, oldukları yeri bırakıp kaçmanın zayıflık ve korkaklık olacağını düşünerek kalıp kendilerini savunmak istediler. Ama iş çığırından çıkınca artık yaşamlarının tehlikeye düştüğünü görünce, otelin kapısının önüne yığılan binlerce vahşi insanı durdurabilmek için, en azından içeriye girişlerini geciktirmek için genç ozanın da içinde bulunduğu yedi sekiz kişilik bir gurup orada, dolap, masa, sandalye, kalorifer radyatörü, koltuk, ne buldularsa giriş kapısının arkasına yığdılar. Önce, “olabilir” diye düşündüler. Bu ülkede bazı şeyler yavaş olur. Mutlaka gelip kendilerini kurtaracaklardı ama bu iş biraz zaman alacaktı. O zamana kadar da bir şekilde kendilerini korumaya almaları gerekti. Ama zaman geçtikçe anladılar ki, dışarıdaki gözü dönmüş saldırganları durdurmak, ve onlara bedel ödemeden buradan kurtuluş olmayacaktı. Üst düzey kişileri, bakanları hatta başbakanı aramak bile çözüm olmamıştı. Artık herkes derin bir ölüm sessizliğinde kurtuluş umuduyla bir mucize beklerken, Hasan Ali Asker, yeniden karısını aradı gözleriyle. Biraz önce yanıbaşında oturan karısı az ileride başını ablasının dizine koyarak uzanmış On İki yaşındaki semahcı çocuğun yanına gitmiş, kendi çocuğunu sever gibi onun saçını okşuyordu. Sanki buradan kurtulmayacağını, ölüme giderken artık kendi çocuğunu göremeyeceğini bildiği için, yine kendisi gibi artık öleceğini bildiği için, annesinin kucağı yerine, ablasının kucağına sığınmış On İki yaşındaki çocuğu severek, ölüme gitmek istiyordu. O anda karısına kırmızının ne kadar da çok yakıştığını gördü, Hasan Ali Asker. Kırmızılar içinde orada oturan karısını Mayıs ayında tüm tarlaları ve yol kenarlarını süsleyen en çok sevdiği gelincik çiçeğine benzetti. “Geri zekalı, aptal” dedi kendi kendine. “Benzetecek başka çiçek bulamadın mı? Gelinciklerin ömrü kısa olur!”
Kalkıp karısının yanına gitti. Karısına söyleyemezdi ama, ölüme bile karısıyla el ele gitmek istiyordu.Yine bir elinde sazı diğer elinde karısının eli vardı. Ablasının dizine uzanan çocuk Hasan Ali Asker’i yanıbaşında görünce toparlanmak istedi. Hasan Ali Asker, eliyle çocuğun omuzuna bastırarak:
“Rahat ol, rahat ol” dedi.
“Semah ekibindeymiş bu delikanlı” dedi karısı.
“Öyle mi?” dedi Hasan Ali Asker. Sonra çocuğa dönüp: “Adın ne senin delikanlı?” dedi.
“Koray”
“Koray. Güzel isim. Kaç yaşındasın sen?”
“On İki.”
“Ah, canım benim...”
Hasan Ali Asker, Koray’ın dikkatlice elinde tuttuğu saza baktığını görünce:
“Saz çalabiliyor musun Koray?”
“Babam çalıyor. Ben de biraz çalabiliyorum. Ama babamın sazı dün kırıldı.”
“Öyle mi? Sen mi kırdın yoksa?”
“Yok, kazayla kırıldı.”
“Koray, sana şimdi şu sazımı versem, bize bildiğin bir şey çalıp söyler misin?
Küçük Koray, Hasan Ali Asker gibi ünlü bir sanatçıdan gelen böyle bir teklif karşısında bir anda içinde bulunduğu tehlikeli durumu unutarak sevindi. Ama yine de öylesi ünlü sanatçıya ayıp olur diye, saygısızlık olur diye:
“Yok, olmaz” dedi.
“Neden?”
“Ama olmaz ki. O sizin sazınız?”
“Ne olmuş yani benim sazımsa?”
“Akordu bozulursa?”
“Akordu bozulursa yine yaparız. Haydi al bakalım sen şu sazı” diyerek sazını Koray’ın eline tutuştudu. Koray biraz utanarak da olsa sazı alıp kucağına yerleştirdi. Ablasından güç almak istercesine iyice sokuldu ablasının yanına. Sonra yine ünlü bir ozanın dizelerini söyledi.
“Akarsu’yum yansam da
Kül olup savrulsam da
Bazı bazı gülsem de
Yine gönlüm hoş değil”
Sadece Hasan Ali Asker ve karısı değil, orada, adeta kapana sıkışıp kalmış tüm sanatçılar, aydınlar, hayranlıkla küçük Koray’ın çalıp söylediği türküyü dinlediler.
Semah gurubundaki kızlardan bir çoğu türküye katılıp birlikte söylediler. Kızladan biri bir başka kızın arkasına oturmuş çantasından çıkardığı rengarenk ipliklerle önündekinin saçlarını örmeye başladı. Beklemeler gittikçe umutsuzluğa dönüşüyordu. O kadar zaman geçmesine karşın herhangi bir yardım ya da iyi bir haber gelmemişti.
Akşamın bir vaktiydi. Saatlerdir gösterilen gayretler, imdat çığlıkları bir sonuç vermemişti. Birden elektrikler kesildi. Dışarıda henüz hava kararmamıştı ama içerisi loş bir havaya büründü. Bir iki dakika içinde üst kattan aşağıya doğru gelen duman kokusundan sonra, orada bulunan ünlü sanatçılardan birisi:
“Arkadaşlar, önce yaşlılar ve çocuklar, yukarı katlara çıkmaya başlasın, ardından diğerleri. Birazdan buraya dolarlarsa hepimizi öldürürler” dedi.
Semah gurubundaki gençler, kızlı erkekli yukarıya çıkmayı denedi ama gördüler ki ne duman ne de artık her tarafı saran alevlerden geçmek mümkün değldi. Çaresiz orada o giriş katında, kendilerince en sağlam, tehlikeden, dumandan, alevlerden en uzak köşeleri bulmaya çlıştılar. Artık her yanı simsiyah dumanlar kaplamıştı. Üst katlardan feryatlar bağırma sesleri gelmeye başlayınca, dışarıdaki azgın, vahşi kalabalığın sesi daha da yükseliyordu.
“Dinsizlere ölüm!” diye bağırıyorlardı. Ve bunu inandıkları dinleri adına, inandıkları Allah adına yapıyorlardı.
“Yakın, yakın, yakın!” diye bağırıyordu kalabalık hep birlikte.
Semahcılar arasındaki kızlardan biri etrafında kümelenmiş arkadaşlarına:
“Duyuyor musunuz?” dedi. “Yakın, diye bağırıyorlar. Bu nasıl bir duygudur ya? Bunlar insan olamaz. Bir insan bir başka insanı din adına, inançları adına nasıl yakabilir? İnsan bu ya! İçinizde eski resimleri artık işe yaramıyorlar diye yakanınız oldu mu bilmiyorum ama, yakanlar varsa o duyguyu bilir.... Ben evi toparlayıp temizlik yaparken, babamlara ait eski resimlerden tanımadığım bir kaçını yakmak için ateşe atmıştım. Ve o resimler ateşte yanarken yüreğim öyle bir cız etti ki, korkunç pişmanlık duydum, o resimdeki insanların vücudu yandıkça, elleri kafası yandıkça adeta ben de onlarla birlikte yanıyormuşum gibi oldum, elimi ateşe sokup yanmakta olan resimleri kurtarmak istedim ama çok geçti. Ve çok pişman olmuştum. Bir daha da asla eski de olsa, tanımasam da resimleri yakmadım. Ben resimlerden, kağıt üzerindeki silüetlerden söz ediyorum arkadaşlar. Oysa dışarıdaki bu yobazlar insanları yakmaktan söz ediyorlar. Bunlar kendilerine insan mı diyor acaba? Bunlar da mı Allahın yarattığı en kutsal varlıklardan? Böyle bir şeyi Allah kabul eder mi acaba?”
Onlar dışarıda kudurmuşçasına Allah adına insanların ölmelerini isteyip bağırırlarken, Pos bıyıklı halk ozanı, hep birlikte türküler söylemeyi önerdi. Ve bir anda herkes hep bir ağızdan türküler söylemeye başladı. Sonra genç şairin sesi duyuldu:
“Arkadaşlar, dostlar, canlar! Belli ki biz burada öleceğiz. Şairin dediği gibi hoş gelir safa gelir ölüm. Pir Sultan’ın dar ağacına gönderildiği yerde biz aynı duygu, aynı felsefe, aynı güzellik için yakılıyoruz. Unutmayın ki, biz bu ateşimizle karanlığa bir ışık tutacağız. Unutmayın ki tarihin bu karanlık sayfasına her birimizin adı sonsuz dek sönmeyecek olan ışıklarla yazılacaktır. Unutmayın ki her birimiz aşk ateşinde yanmak için hızla ateşe doğru giden pervaneler gibiyiz. O güzel dünya için, o güzel rüya için, o güzel gelecek için, her birimiz bugün burada pervaneler gibi olacağız ve pervaneler gibi yanacağız. Korkmuyoruz arkadaşlar. Ne onlardan ne de ateşlerinden. Biz yere düşmeyeceğiz. Ölürsek de ayakta öleceğiz. Onun için de herkesin mümkünse bir yerlere tutunup ayakta kalmasını öneriyorum arkadaşlar. Hoşçakalın, hoşçakalın, ey güzel insanlar!” dedi ve bir süre sonra sesi duyulmaz oldu.
Az sonra karanlıktan her taraftan bağırmalar, feryatlar ağlamalar gelmeye başladı. Çok kısa sürüyordu bağırışlar, feryatlar. Önce derin derin öksürük duyuluyor sonra her taraf sessizliğe bürünüyordu.
Onlarca uygarlığa ev sahipliği yapmış Anadolu’nun tam da ortasındaki bu çığlık hiç bir yerden, hiç kimse tarafından duyulmadı. Sadece o şehir değil, bütün ülke sessizliğe gömülmüştü, sağırdı bütün kulaklar
Hasan Ali Asker, bir anda dumanlar içinde karısını kaybetti. Ona ulaşmak çin çok uğraştı ama bulamadı. Adıyla çağırdı onu ama yanıt alamadı. Usta şairlerden birisi öksürüklerine inat şiir okuyordu karanlığa. Bir ara “abla!” diyen küçük Koray’ın sesini duydu Hasan Ali Asker. Ablası yanıt veremiyordu. Kızlardan birinin son sözü: “yetiş ya Ali!” oldu. Hasan Ali Asker salonun neresinde olduğunu bilmiyordu. Bir yere tutunmuş, sıkıca kavramıştı eliyle. Sanki orayı bırakmazsa kurtulacakmış gibi. Diğer elinde sazı vardı. Hala öyle sıkıca tutuyordu sazını. Sağında solunda bağırmalar önce öksürüğe sonra hırıltıya dönüşüyor sonra da bir sessizlik oluyordu. Hasan Ali Asker buradan artık sağ çıkamayacağını biliyordu. Yanındakiler birer birer dumandan boğulup yere düşüyordu. Kendisinin bu kadar süre ayakta kalmasına kızıyordu. Keşke ben hemen ölseydim de şu sağımda solumda birer birer ölenlerin, yananların çığlıklarını duymasaydım. Sonra yine karısını düşündü. En son karısına seslendiğinde yanıt almayışını iyiye yormak istiyordu. “Belki de bir yol bulup çıkmıştır dışarı, kurtulmuştur, onun için beni duyup yanıt vermedi. İkimizden biri yaşamalı. Çocuklarımız için yaşamalı” diye geçirdi içinden.
Yangın dört yanlarını sarmıştı. Artık sadece dumandan değil, yakan ateşten de etkilenmeye başlamıştı. Burnuna yoğun bir yanan saç kokusu geliyordu. Zaman zaman karısına yardım etmek için mutfağa gidip çay yaptığında, çakmakla ocağı yakarken gazı çok açtığında parmaklarının üstündeki kılları yaktığında da bu kokuyu duyardı. Ama şimdiki çok daha yoğundu. Sadece yanan saç kokusu değildi bu. Her şey yanıyordu. Gözleri kararıp başı dönmeye başladı Hasan Ali Asker’in. Sıkıca kavradığı şey elinden kayıp gitti. Bir boşluğa düşmüş gibi hissetti kendini. Kimi zaman rüyalarında gördüğü bir uçurumdan aşağıya adeta süzülerek iniyordu. Bilincini zorladı, Göz kapaklarını açmaya çalıştı. “Galiba ölüyorum” dedi içinden. “ölüm adın kalleş olsun!” dedi içinden. Alevlerin iyice canına yaklaştığını hissediyordu. Sanki bir ara hayal meyal, elinde sımsıkı tuttuğu sazının yandığını görür gibi oldu. Korumak istedi sazını, yansın istemedi. Onunla nice türküler çalıp söylemişti. Sazının gövdesinden başlayıp sapına yayılan alevler Hasan Ali Asker’in kaşlarına ve saçlarına ulaştığında, artık ne kokuyu ne de kavurucu sıcağı duyumsuyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.