- 882 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Cennetten Mektup Gelmiş
Yıl:1967
Gök gürlüyordu uzaklarda. Önce onu duymuştuk. Sonra bulutların kabardığını, Koyva üstlerinin karardığını görmüştük. Peşinden kovan kaya yanları, daha beride sıra kayalar yamaçları ve dua pınar sırtları kararmıştı. Kara bulutlar akın akındı ve gökyüzü karardıkça kararmaktaydı…
“Yağmur Koyva tarafından gelirse bize de gelir ve iyi gelir” derdi çok yaşamış nenem. Dediği gibi de olmuştu. Rahmet yüklü bulutlar bizim köye de gelmişlerdi ve yağmur bakırdan dökercesine yağmış ve iyi de yapmıştı…
Ben küçükken “Mart içeri, Çingene dışarı” derdi büyükler. Başımız üstündeki gök kubbe renk değiştirip mavileştiği zaman buralarda ilk onları görürdük, naylon tenteli eşek arabalarıyla. Karılar, kızanlar talikaların tahta kasalarında, peşlerinde mastı bacak köpekler, tüyleri uzamış bakımsız sıpalar, ihtiyarlamış atlar ve zayıf eşeklerin taşıyamadığı neşeli genç adamlarla…
Gelirlerdi ve köyün batı kenarındaki harmanlık düzüne inerler; topraktan yeni çıkmış çimlerin üstüne derme çatma çadırlarını kurup konaklarlardı. İş bölümü her gittikleri yerde aynı olduğu için yeni bir programa gerek yok; hiç telaş etmeden ama fazla da geç kalmadan hemen işe koyulurlardı. Adamlar, topladıkları çalı çırpılarla ateşler yakıp mavi dumanları mavi göklere tüttürürken şalvarlı karılar ve kirli saçlı kızlar, sırtlarında kıl heybeleri, “bu köy köpeksiz değildir” deyip ellerinde değnekleriyle dağılır, sokak sokak dilenmeye koyulurlardı. İşte o zaman biz; kışın bitmekte, yazın gelmekte olduğunu anlardık…
Üç cemre peşi peşine düşmüşlerdi. Güneş, artık uzaklarda değil dünyamıza oldukça yaklaşmıştı. Geceler kısalmış, gündüzler uzamıştı ve onun gül yüzünü çokça görebiliyorduk. Bu yüzden havalar, usul usul ısınmaktaydı.
Kardı, buzdu, fırtınaydı, borandı derken aylardır hüküm süren karakıştan ve yıldırıcı soğuklardan bıkmış, usanmış, el aman demiştik. Kış boyu sığırlar ahırda, tavuklar kümeste, insanlar kapalıydı ev içlerinde. Yiyecekler bittim bitecek; hepsi yarı tok, yarı aç bir şekilde. Yeter diyorduk, bu kış bitse de yaz gelse! Çünkü kış kıtlık, yaz da bereket mevsimiydi büyüklerimizin dediğine göre…
Sonunda kıtlık bitiyordu çok şükür. Gökyüzü artık maviydi. Güneş yakınlaşmıştı ve ısıtmaktaydı. Bükmenin aşağı düzlüğüne de Çingeneler gelip konmuş, çadırlar vardı. Yani ucu görünmüş, bereket mevsimi usul usul geliyordu…
Hava kararmış, yağmur yağmış, sonra açmış; ertesi günün sabahında günlük güneşlik pırıl pırıl bir hava vardı. Vakit geldi. Mart içeri, Çingene dışarı misali köylü insanı da artık dışarı çıkacaktı…
Toprak kabarmıştı. Öküzler boyunduruğa ve doğru tarlaya. Yeni bir yılın hazırlığına. Çünkü dünya durmadan dönecek, devran bildiği gibi sürecek; gelmekte olan yaz bitip gidecek, kış gene gelecekti. Bu bir dönence, hayat denen şey böyleydi.
Önce babam hazırlanacaktı. Sabanı, pulluğu kuruluktan çıkaracak, tekerlekleri katranla yağlayacak. Köşeli şapka kel başında, lastik ayakkabılar ayaklarında; oraya koşacak, buraya koşacak; alet, edevat ne varsa, lazım olan gereçleri işler duruma sokacaktı.
Öküzler kış boyu yan gelip yatmışlardı ahırda. İşlemeyen insanlar gibi onlar da hamlamışlardı. Nasırları yumuşamış boyunlarını boyunduruğa sokup ilk koşulduklarında, demirleri ışılamayan paslı pulluk yağmurlardan sonra kabarmış toprağı devirip alt üst ederken ter duman içinde kalacaklardı…
Evimiz bir dağ köyündeydi bizim ve büyük bir arsanın içindeydi. Önü bahçe, arkası bahçe, dört yanı bahçe…
Anam, çiçekli şalvarının paçalarını çoraplarına sokacak, başında papatyalı yazması, sırtında belikli hırkası, naylon terlikler ayaklarında öküzleri yederken gözlerinde mutlu bir gülümseme, yüzünde de güller açacaktı.
Babam, kendi diktiği çarıkları giyecekti çift zamanı. Güneş çarığı, çarık ayağı sıkarmış ama haydi bismillah diyerek pulluğun sapından o tutacaktı ve ilk önce ev yanlarındaki bahçeler sürülüp sürgülenecekti…
O zaman çocuktum. Yani küçüğüm. Kış bitmiş, yaz gelmiş ya… Yaz gelmemiş, henüz bahar bile değil belki ama güneş gül yüzünü göstermiş ya… Çingeneler gelmişse çocuklar için yaz gelmiş demekti. Bıkmışız karda, buzda, soğukta kış oyunları oynamaya. Isınsın artık iliklerimiz deyip biz de çıkmışız çimenlik yerlere. Anam, babam bahçede koşulu öküzlerin peşinde, koşup gidecektim ben de onların peşine…
Güneşin gülümseyen güzelliği, ev arkasındaki çayırlık yerin iç açan yeşilliği… Avlu boylarındaki güvemler yaprak çıkarmamıştır henüz ama kar beyazı çiçeklerini açmışlardır belki… Daha çok mu erkendi? Bilmiyordum ama yaza olan özlem öylesi büyük, önüne geçilmez bir istekti ki umut ediyordum, belki diyordum. Neden olmasın, belki… Belki çimenler içinde koca kulaklı labadalar çıkmışlardır. Yolar toplarsam ihtiyar neneme götürürüm bize yemek yapar. Gübrelik yerlerde mantarlar türemiştir belki. Bulup toplarsam nenem tuzlayıp köz üstüne koyar. Kıra gittiğimizde görecektim ki, sevinç içindeki kuşlar şarkılar söylemekte. Sarıçiğdemler kesin çıktılar da acaba mor menekşeler ne âlemde? Zambaklar, sümbüller açmıştır belki deyip merak etmekteydim…
Terlemiş öküzleri anam yedecek, pulluğun peşindeki babam toprağı sürecek; yumuşak toprak devrilip serilecek. Güneşten ısınıp küllenirken mis gibi kokular verecek. Evde durabilir mi; biliyorum, kambur belli nenem, elinde bastonuyla çıkıp gelecekti. Gurk tavuk sarı civcivler gezdiriyor mu bilmiyorum ama kızıl tüylü horoz en başta, peşinde diğerleri, koşa koşa çizi içlerinde solucan toplayacak, adını bilemediğim uzun gagalı, ince bacaklı kuşlar da orada olacaktı…
Harman yamacında beyaz çiçekler açmışlar mıydı acaba? Daha çok mu erken; bilemiyordum ki! Açmışlarsa eğer, uçan mandalar konacaktı onlara. Gidip bakacaktım. Uçan mandalar varsa eğer, sevinçten ben de uçacaktım. Sonra uça uça eve varacaktım ve abamın dantel yumaklarından birini çaktırmadan çalacaktım. Mandalardan birini tutacaktım, ayağından bağlayacaktım ve harman düzüne çıkacaktım. Salacaktım, kara manda uçacaktı. Ama ayağından bağlı ya, kaçamayacaktı. Vızıldayıp bağırarak, odun yüklü viran kamyonun bükme yamacını çıkmaya uğraşırken egzozunu yırtıp kara dumanlar çıkardığı gibi o da kıçını yırtarak etrafımda dön ha dön yapacaktı. O dönecekti, ben dönecektim. Dön ha dön… Döne döne başım dönecekti ve yeşil çimenler üstüne düşecektim. Düşünce ip kopacaktı. İp kopunca uçan manda kurtulup kaçacaktı. Ne güzel…
Yıl: Belli değil.
Köye gitmiştim.
Ya da gitmişim.
Yani köydeyim.
Zaman buldukça giderim. Yani giderdim. Ama bu gidişim tuhaf bir gidişti. Düşte gibi…
//Deli bir yel esmişti bir gün. Sonbahardı. Kurumuş yaprak gibi koparmış, savurmuştu beni uzak diyarlara. Yıllarca uzaklarda yaşamıştım yalan hayat adına ama bir yarım hep oralardaydı. Gideceğim diyordum hep. Bir gün döneceğim. Mutlaka. Döneceğim, hayatın son demlerini köyümde geçireceğim ve orada öleceğim. Mutlu bir şekilde…//
Bin dokuz yüz altmış dokuzdan iki bin dokuza. Yani kırk yıldan sonra…
Gitmiştim.
Vakit gündüz değildi. Güneş yoktu ve gün aydınlık değildi. Gece değildi. Güneş yoktu ama karanlık değildi. Alacakaranlık… O da değildi.
Mevsim kış değildi, çünkü yerlerde kar yoktu. Dereler buz değildi ve akıyordu. Poyraz esmiyor, çıplak dallar ıslık çalıp ötmüyordu. Soğuk yoktu.
Yaz değildi, çünkü çimenler uç vermemişti ve yerler yeşil değildi. Ağaçlar yaprak çıkarmamış, meyveler çiçek açmamış. Sıcak yoktu.
Gökyüzü mavi değil gri. Gri bile değil, kurşun gibi…
Çalı içlerine, saçak diplerine, kuytu yerlere saklanmışlar; uçmayan görünmez kuşlar ötmezlerdeydi. Tavuklar gıdaklamıyordu; “yumurtam sıcak” diye. Horozlar ötmüyordu; “dişim döl verecek” diye. Karabaş havlamıyordu komşu köpeğe; “arkadaş ne var, ne yok” diye. Kediler miyavlamıyor, eşekler anırmıyordu. Akşam vaktiyse eğer, memelerini sütle doldurmuş inekler kırdan gelirken, açlıktan kulakları uzamış buzağılar bağırmıyorlardı. Alaca oğlaklar bebek gibi ağlamıyor, kıvırcık kuzular meleşmiyordu. Karşı yakadaki uzun Musa’nın deli torunu radyonun sesini sonuna kadar açmamış; Nuri Sesigüzel’in yanık sesi yamaçlarda yankılanmıyordu. Öyle bir sessizlik…
Köy, terk edilmiş gibi viranelikti ve sanki kukumavlar bile çekip başka diyarlara gitmişti…
Ne bekliyordum ki?
//Sarı bir Eylül gününde gitmiştim. Küçücük yüreğim güp güp ederek, gittiğim yerlerde ne edeceğimi bilemeyerek. Kösele tabanlı, boyalı, cilalı iskarpinlerim vardı. Takım elbisemin içinde sarı mintanım, mavi kravatım vardı. Subay şapkasına benzer ağır bir şapka başımda, kitaplarım, defterlerim çatmamda, valizim zayıfçık omzumda. Bir yarımı köyde bırakarak gitmiştim. Hep, döneceğim diyordum. Bir gün mutlaka döneceğim. Son günlerimi köyümde geçireceğim ve orada öleceğim…//
Çok yaşlı nenem ben askerdeyken ölmüştü. Unuttum kaç yıl oldu. O yoktu. Anam çilekeş omuzlarında kambur bakraçla çeşme yokuşunda, kalaylı bakırlarla evimize su getirmiyordu. Babam şehirdeydi zaten. Ne bekliyordum ki! Çil yavrusu gibi dağılmıştık zor yıllar içinde. Her birimiz başka bir yanda. Bir dilim ekmekle bir tas çorba adına…
Gitmiştim. Yani gitmişim…
Köydeki evimizdeyim ama tuhaflıklar içindeyim. Tuhaf bir dünyanın orta yerinde, bir düşün sisleri içinde ve tarifsiz biçimde...
Avlular, çalıdan çırpıdandı zaten; yıllar sonra çökmüşler. Çöktükleri yerde çürümüşler, gübreye dönüşmüşler. Sürülmemiş, ekilip biçilmemiş bahçeler çer çöp içinde. Keleme bile denmez, iç karatan ıssızlıktaki bozkırlara dönüşmüşler. Uçan mandayla dön ha dön ettiğimiz harman yeri domuzların bile geçemediği dikenlik düzüne benzemiş. Sahipsiz, kimsesiz evimiz çökmüş. Ahırın kaburgaları kırık, kümesin gözleri çıkık, samanlığın çıplak kalmış ağaçları utanç içindeydi.
Ne arıyordum ki! Zamansız bir mevsimde ve böylesi viranelik içinde… Ne arıyordum? Uçurtma mı uçuracaktım yüksek tepelerden uzak göklere? Kızak mı kayacaktım koca daldan kısıklı göle? İki öküz iki gözümdü; çok özlemiştim de sarmaş dolaş mı olacaktım onlarla fındıklığın koyu gölgeliğinde? Ne bekliyordum ki! Anam şeker mi ekeleyecekti yağlı ekmeğimin üzerine?
Kimleri görecektim? Kara yüzlü komşu yengem, pala bıyıklı masalcı dedem, arkadaşım Kerimce, yeşil gözlü Çingene, benli Emine… Bin yıl önce ölmüş can nenem kahve mi pişiriyordu kor üstündeki isli cezvede? Yoktu ki! Oya yapan kızlar, ayna çakan delikanlılar, tozlu yolda oynayan çocuklar… Yoktular. Kimseler yoktu. Bir sinek bile yoktu iğrenç şekilde vızıldayan. Ne yaman terk edilmişlikti bu! Bu zaman ne zaman? Akıl almaz, anlaşılmaz…
Bir gün dönecektim de bu zamanda mı dönecektim? Hayatın son deminde geçmiş özlemiyle gelecektim de bu yeri böyle mi görecektim? Burada öleceksem mutlu nasıl ölecektim…
Yıl: Belli değil…
Gitmiştim.
Ya da gitmişim.
Köyümdeyim…
Gene yalnız, kendimleyim. Karım yoktu yanımda. Çocuklar da gelmemiş. Vakit gündüz değildi. Gece de değildi. Mevsim kış değildi. Yaz da değildi. Gök griydi gene. Gri bile değil, kurşun gibi…
//Güzün güzleme çıkardı her yerde. Çimenler ilkbahardaki gibi yeşil yeşil, çiçekler gene renk renk. Sarı ayvalar olgunluktan çatlayıp yarılır, göynümüş ahlatlar kopup düşerlerdi toprak döşeklere. Muşmulalar kızılyapraklar içinde, yaban elmaları serili sarı samanlar üstünde. Yeşil kabuklarından çıkmış cevizler, yapraklar altına saklanmış fındıklar… Kır elmalarının yanakları al al olurdu. Çuval çuval toplayıp kış için saklardık…//
Yıkılmış ambar evini temizleyip derlemişim; ne zaman gittiysem. Bilmiyorum. Yağlı kırmızı topraklara ince samanlar katıp ıslamışım ve çamurdan harç yapmışım; ne zaman yaptıysam. Bilmiyorum. Yıkılmamış sağlam duvarlarına yeni taşlar koyup işlemişim ve yüksek etmişim; her ne zaman ettiysem. Hatırlıyordum hayal meyal. Düş gibi ama bütün bunları ne zaman yapmışım, bilmiyordum.
Hayal etmiştim hep. Yıllarca. Hani dönecektim, hani ömrümün son günlerini burada geçirecektim ve öyle ölecektim ya. Mutlu şekilde. Ondan olsa gerek. Bir ev yapacaktım kendime; duvarları taştan ve çamurdan. Yapmışım. Çerçeveleri ve kapıları kayın ağacından. Yapmışım. Kirişleri meşeden olacaktı. Bıçkıdan çıkma değil baltayla yontulmuş olacaktı. Burada kışlar çetin olur, bu sebepten çatısını dik yapacaktım ve çavdar sapıyla örtecektim. Yapmışım. Ama bütün bunları ne zaman yapmışım, bilmiyordum. Gittim bakayım. Bakayım bir, neler yapmışım? Baktım ki, yaptığım her şey eğreti olmuş, beğenmedim. Kırmızı toprak sıvalar yer yer dökülmüş, taş duvarlar yamalı gibi. Üstündeki sap örtülü çatı deli yağmurları tutamayıp akmış. Bir yanı yarımdı evimin. Güneyi gören terasıysa bataklık gibiydi. İnanamıyordum. Köyümde ev yapmışım kendime ama unutmuşum sonra. Gelip bakmamışım bile. Bu gidişle yakında çökecekti ve o da babamın göçmüş harabe evine dönecekti. Nasıl bir işti bu, anlayamıyordum…
Yıl: Belli değil…
Gitmiştim.
Yani, gitmişim ve köyümdeyim…
Bu sefer geceydi. Ay gümüş bir tepsi gibiydi ve bükme kayalarının üstündeydi. Daha oradan görmüştüm; evimizde küçük bir ışık parlamaktaydı. Şaşırmıştım ve koşup varmıştım. Aslında baba evimiz çoktan çökmüş, virane gibiydi. Bunu biliyordum. Güneye bakan odanın ayakta kalmış iki duvarı vardı sadece. Önü yıkılmıştı ve ne çatı ne de kiremit, hiçbir şey yoktu. Ev ev değildi ki. Burada yaşamak ne kelime; hayvan bile barınamaz, o durumdaydı. Ama yaşam emareleri vardı, görüyordum. Üstü bezden bir şeyle perdelenmiş. Baktım, duvarda yanıp ışılayan küçük bir gaz lambası var. Tahta tabaklıkta birkaç kap kacak, yerde saptan bir yatak, sert bir yastık ve yamalı bir yorgan… Cam yoktu, kapı yoktu ama belli ki burada yaşayan biri ya da birileri vardı. Baktım ki, anam vardı orada. Utkum tutuldu, şaşırdım. Mısır kabuğundan ördüğü hasıra bağdaş kurup oturmuş. Giysileri eski, püskü, azıcık kalmış tülü saçları ak ve darmadağın, bedeni de zayıf mı zayıftı. İki kemik bir deri… Küçücük kalmış gözleri çukurlarına kaçmış, fersiz mi fersiz; görmüyor gibiydi. Hem görmüyor, hem de duymuyor; bir hayalet gibiydi. Geldiğimden dahi habersiz… Hüzünlenmiştim. Canım boğazıma tıkanmış, kendimi zorlayıp tutmasam püf edip ağzımdan çıkacak; öyle gibiydim. Hayret bir şey! Orada bırakmışız onu kendi başına, sonra unutmuşuz! Olacak iş mi? Anlaşılır gibi değildi…
Bir bez sermişti kucağına. Üstünde bir dilim kuru ekmek vardı. Derileri buruşmuş incecik kemikli elleriyle kuru ekmekten koparıp dişsiz ağzıyla yemeye çalışıyordu. Katık yoktu. Bir tas çorba, üç zeytin, biraz peynir… İki domates yoktu. Azıcık tuz yoktu. Susamıyor muydu acaba; dizi dibinde bir bardak su bile yoktu…
Hastaydı son yıllarda. On yıl kadar olmuştu ve öyle yaşıyordu. Lanet şekeri bilememişler köydeyken. Hep başı ağarırmış. Oturduğu yerde uyuklarmış. Lanet olası illet, karanlık dehlizlerde gizlenmiş köstebek gibi, birçok şeyi kemirmiş kemirmiş yemiş. Öğrendiğimizde çok geçti. Sonraki günlerde ilaçtı, perhizdi, bir zamanlar idare etmişti ama yorgun kalbi bir gün tekleyivermişti. Teklemişti ya, gene de idare etmişti.
Ama nereye kadar?
Ölüm kaçınılmaz!
Zor ya, yapılacak fazlaca bir şey yok; yaşayabildiği kadar yaşayacaktı. İçim tir tirdi hep. Ne zaman, ne zaman, ne zaman… Ölüm pattadan gelecekti biliyordum ama hangi zaman? Gider camından bakardım geceleri. Oturuyorsa, “oh” der rahatlardım. Yatıyorsa eğer, nefes alıp veriyorsa hala, yaşıyorsa; yorganı azıcık kıpırdasın diye soluksuz beklerdim. Ölüm zor ya, kaçınılmaz…
Bir gün telefon çalmıştı. Dediler, “annen…” Anlamıştım.
Sabah kalkmış eşim. Hastaneye gidecek. Oğlan hastaydı geceden, ona randevu alsın. Giderken bakmış. Bağdaş kurup oturmuş çekyatlı kanepeye, omuzlarında belikli hırkası varmış. Kucağında bez serili, üstünde bir dilim ekmek. Dizi dibinde bir tas yoğurt, içinde de kaşık varmış. Konuşmuşlar. “İçim yanıyor da” demiş, “ondan… Peynir, zeytin çıkarmadım. Yoğurt iyi gelecek…”
Geldi mi bilemeyiz. Eşim, dönüp geldiğinde o aynı yerde, aynı şekilde... Ekmeğin yarısını yemiş, yarısı dizleri üzerinde. Cismi, bıraktığı gibi aynı ama ruhu uçup gidivermiş…
Kaç yıllar olmuştu…
Öleli yıllar olmuştu ama görüyordum ki ölmemiş, yaşıyor. Bazı bazı düşümde giderdim köye ve onu görürdüm. Şehirde yaşamıştı son günlerini. Ölünce köyüne gitmiş, kendi öz yurduna. Görürdüm gittiğimde. Bazen elinde küçük bir kova, yıkılmış ahırdaki olmayan inekten süt sağmış eve geliyordu. Bazen toprak bir testiyle çeşmeye suya gidiyordu. Görürdüm; inek sağıyordu, su alıyordu, bir şeyler yapıyordu. Yalnızdı. Sanki ölmemiş, yaşıyordu ama beni hiç görmüyordu. Konuşmuyordu da. Ben de konuşamıyordum…
Topraktan geldik demişlerdi, gene gideceğiz ona.
Canlıydık biz, sudan gelmiştik oysa.
Geldik ve gideceğiz.
Bedenimiz girecek toprak altına.
Ama ruhumuz semaya.
Gerçekte gideceğimiz yer neresi acaba?
Yıl:2009
Gitmiştim ve köydeydim…
Mevsim yazdı.
Vakit geceydi ve karanlıktı.
Çıplak tepenin üstündeki yalnız ağacın dibinde ve kendimle…
Arkamda köyüm vardı, karşımda koca dağ Mahya...
Uzak köylerin ışıklarını görüyordum. Titriyorlardı. Gök, mor gibi koyu bir mavilikte, yeryüzüyse karaydı. Ufuk, eğri büğrüydü ve karayla mavinin karası bu çizgide birleşiyordu. Kale kayalıklarından beriye serin bir yel esiyordu. Üzerinde durduğum tepeyi yalayarak geçiyor, Ergene ovasına doğru akıp gidiyordu…
Bir şişe, iki şişe, üç şişe…
İçiyordum.
Şişeleri peşi peşine devirip kendimden geçiyordum.
Gece kuşları suskundu.
Yusufçuk, belli ki çok usanmış, artık ağanın sığırlarını aramıyordu.
Önceleri türkü söylüyordum sessiz gecenin içliğinde. Keyifleniyordum. Sonra sinirleniyordum nedense ve ağız dolusu sövüyordum. İsyan ediyordum. Fıstık kabuklarını sağa sola atıp yerleri kirletiyordum. Çalılara işiyordum. Çirkinleşiyordum. Tükürüyordum, tükürüklü çimenleri çiğneyip eziyordum. Eziyet ediyordum. Boşalan şişeleri fırlatıp atıyordum. Dağın çıplak tepesine, yalnız ağacın kimsesizliğine hakaretler yağdırıyordum. Evinde uyuyan çocuk yüzlü aya, uzakta ışılayan yıldızlara, karanlık dağlara, üşümüş taşlara, durmadan akan ırmaklara bağırıyordum, haykırıyordum. Ve sonunda; “ben bu değilim” deyip kahroluyordum. Sonra içkim bitiyordu. “Olmaz” diyordum. “Daha erken, içkisiz olmaz. Başka kim var ki arkadaş olarak yanımda? Hiç kimse. Gidip almalıyım. Daha erken…”
Arabaya biniyordum, kontağı açıyordum ve gazlıyordum. Yamaç aşağı süzülüp köye iniyordum. “Yok” diyorlardı. “Bira bitti!” Vardır, bitmemiştir diyemiyordum. Yokun nedenini biliyordum ya, neyse… Fazla ısrar etmiyordum. Etsem ne olacak? Zaten sarhoşum, dilim de dönmüyor…
Aklıma anam geliyordu o zaman. Anacığım. Geceydi ama lambası yanmıyordu. Evde yoktu besbelli. Gündüz değildi ve dut ağacının gölgesinde oturmuyordu. Sabah değildi ki, elinde süt kovası, ahırdan gelmiyordu. O, yoktu. Suyolu da çeşme yokuşu da boştu. Orada yoktu, burada yoktu, hiçbir yerde de yoktu. Çünkü öleli çok olmuştu.
Gecenin geç vaktiydi ama gitmeliydim. Şimdi o, meşeli köyde oturuyordu. Biliyordum. Meşeli köy, ötesi olmayan köy… O köy onun köyüydü artık ve onun ötesinde başka bir köy yoktu…
Gece, yarıyı çoktan geçmiş… Ben mezarlıktayım. Anamın karanlıklar içindeki mezarı başında. Gözlerim yaş içinde, sessiz sessiz ağlamaktayım.
Sonrası bulanık…
Gerçek değil, sanki bir düşteyim. Sis bulutu içindeymişim gibi. Sırtım bir yere dayalı, öyle oturuyorum. Altımda ıslak ve serin toprak. Çiy düşmüş olmalı. Sırtımın dayandığı şey de yosunlu bir mezar taşı. Çok eski. Bin yıllık. Bir kandil yanıyor tepesinde. Işığı da dizlerimin üstünde…
Annemden mektup gelmiş, mum ışığında onu okuyorum…
Ben küçük, o büyük biriyken gözlerime bakıp; “görüyorum, sen okuyacaksın. Okuyup adam olacaksın. Adam gibi adam! Zengin olup paraya tapmayacaksın. İnsan olacaksın ve insan gibi yaşayacaksın” diyen nenem de yanı başımda…
Ben göremiyorum ama o görüyor. Onlar görüyor. Biliyorum; bilmeyenler var ama onlar beni biliyor. Cennet mekânları olsun…
Şubat/2010-Lüleburgaz
YORUMLAR
Ben küçükken, o, büyük biriyken…
Gözlerime bakıp;
“Görüyorum, sen okuyacaksın. Okuyup adam olacaksın. Adam gibi adam. Zengin olup paraya tapmayacaksın. İnsan olacaksın ve insan gibi yaşayacaksın.” diyen nenem de hemen dibimde…
Aman kardeşim, ne uzun mektupmuş bu böyle, oku oku bitmedi:))
sonunda bitirebildim şükürler olsun. Benim anacığım da şeker hastasıydı ve bana bıraktığı tek miras da şeker oldu.
Ruhu şad olsun. Cümle ölmüşlerimizin.
Emek çekilmiş güzel bir yazı. Kutluyorum...
sevgilerimle...