Nakış Pencereli Konak 2
Fatih İTÜ’yü kazandı. Artık İstanbul’u keşif vaktinin geldiğini düşünürken talihsiz bir kaza geçiren Enver Bey’in naşı jandarma tarafından köye getirildi. İlk defa bu kadar yakın vuruyordu selâ Fatih’in kulaklarına. Babasının ismi yankılanırken üç kere minareden, büyüyen gözleri alevlenerek kül döktü. Başını göğsüne eğdi. Yürüdükçe, nefesini kes kesen taşlar bitti karnında. Hele sol böğrüne yapışan tus tutuk kramplar, bütünüyle okşuyordu sancısını. Uzaklığa razıydı. Yokluğuna nasıl alışacaktı? Cılız bir merasim oldu bu.
"Hani babamın ahbapları? ... "
"Son kez göreyim onu."
Göstermediler.
Enver Bey, dualar eşliğinde kabrine yerleştirildi. Herkes birer birer dağıldı. Jandarma, babasının birkaç parça eşyasını Fatih’e teslim etti. Bunlar içinde bir adres, anahtarlık, İstanbul dergisi bir de küçük sandık vardı. Bunu açmadı. Açamadı. Annesiyle birlikte İstanbul’a, babasının payitahtının eteklerine değmek üzere yola çıktılar. İlk defa gideceği İstanbul’u, babasının deyişlerinde anımsadı: “Mutlaka, koca-yutucu bir şehir olsa da her zerresine kendi gözlerin değmeli bilakis her ilçesi kendine münhasır öyküleri barındırır içinde.”
Enver Bey’in son giydiği ceketteki adrese gitmek üzere bir otobüse bindiler.
•••
Şimdi Fatih en çok da babasının “-Pencereden bakınca neşeli, hayat dolu bir tebessüm ısıtır seni, nakış pencereli konağımızda” diye nitelendirdiği Piyer Loti’deki evi merak ediyordu. Büyük bir hayranlıkla Otogar’dan Aksaray’a, Topkapı’ya, Edirnekapı’ya, Şehitliğe uzanan yolları seyrederek babasından kalan mirasıymış gibi olağan bir aitlik duygusuyla İstanbul’u benimsiyordu. Daha önce de bu topraklarda yaşamışçasına tüm inceliğiyle bir harita, gözlerine ilişiyordu. Havasından tut, tüm yollarına kadar İstanbulluydu bu genç.
•••
Bir takırtı duydu. Ayağının üzerine hücum eden sızıyla gözleri buraya döndü. Dağılmış bir kutu. Bu babasından sonra açmaya cesaret edemediği küçük sandıktı. İçinden dışarıya fırlayan birkaç parça eşya Fatih’i şaşırttı. Çünkü kendi elleriyle yerleştirmişti, bagajda duran bavula. Ayağının altına serilen evraklar, toplanmak için bir el bekliyordu. İlginç! Sanki şu kâğıttaki yeşil, dallarındaki yapraklara çağırıyor. Tek tek topladı; kalem, kredi kartı, tespih, resim. Evet, bu Fatih’in resmiydi. Babasının cebinden çıkanla aynı, tek fark diğerinin arkasında adres yazılıydı. Küçük bir defter, son çizgiye kadar dolu yazılar. Ve şu cümle: “oğlumdasın, oğlum da sende ya ben neredeyim? ”
Fatih, dikkatle bu defterin sayfalarını çevirdi ve gözlerine ilişen cümleleri okumaya başladı:
"Sırtım nasıl da tutulmuş, yaşlanıyorum. Ama direnmeliyim, senin için. Varoluşun yetiyor oğlum, çok özledim seni.
Bugün Cuma. Gültepe’nin trafiği de olmasa soluklanacağım yok, aracım boşta gidiyor. Karşımda senin resmin, ne de ufaksın gözlerimde. Ben ne kadar inkâr etsem de büyüyorsun oğlum! Caddeler senin gibi alnı açık gençlerle dolu. Sırtlarında çanta, okullarına gidiyorlar.
Yine seni düşünürken, aynama yansıyan bir delikanlı ağlıyordu. Yanına gitmek istedim. Nereye park edeyim, her yer araç mahzeni maşallah. Sokaktan geçen bir kızcağıza rica ettim, çağırdı. Çocuk, çiçek düşmüş gözleriyle suratıma baktı.” _Bin” dedim. Burukça kaşlarını çattı, dudağını büzdü ve derin bir nefes aldı. Kapana kısılmış kedinin düşmanına tırnaklarını gösterip savunmaya geçmesi gibi gayet yiğitçe ve alaycı bakışlarla:”_neden? ” dedi. O an öyle utandım ki, benim oğlum olsaydı; hiç tanımadığı bir adam karşısında bu kadar cesur ve temkinli davranır mıydı? Tanımıyorum onu, oğlumu tanımıyorum. Nasıl bir babayım ben, kim bilir belki o da ağlıyor.
Kabuğuna gizlenen kaplumbağa gibi içerlersin evladım. Kızarsın bana.” _Sen büyük şehirlerde gez, toz, hava at baba. Ben ceketinin eteklerine yapışıp “ beni de götür”, dediğimde tüm asık suratının beyaz ruhunu değiştirip almazsın beni yanına, götürmezsin.”deyişini, duyar gibi sızlar kemiklerim."
Fatih, burada derin bir iç çekti ve baba, deyiverdi. Uyuklayan annesi sıçradı Enver, dedi. İkisinin de gözleri doldu. Sarıldılar. Sevdiğinin topraklarında, sevilen olmadan… Bu topraklar her ne kadar kaldırımlarla bezenmiş olsa da bölünmüş yolları süsleyen laleler, sevdiklerimizi hatırlatıp gülümsüyor, gülümsetiyor da.
Arada bir gözleri babasının el yazmasına kayan Fatih, birden şaşırdı:
"Maslak; askeriyeden sonra Ayazağı’na yanaşan bir durak, önce korkuyorum. Bu gürültülü şehrin ortasında bir üniversite, İTÜ biliyorum, oğlum burada okumak istiyor. Şu çılgın binaların ortasında nasıl güveneceğim. Bu düşüncelerle bir kız çocuğunu kampusa götürüyorum. O da insan evladı.
Üniversitenin kapısından içeriye girdiğimde, açılan ağzımın farkında bile değildim. Burası yağmur ormanlarını andırıyor. Evet! Ağaçların çevrelediği, koca bir orman. İçinde; beyaz mermerleri peyda eden şu asırlık ağaç; şekil değiştiren kabuklarıyla bir kitabeyi andırıyor. Hatta az aşağıda gölet bile var. Buranın, bizim köyün nefis havasından, başka bir şehrin metrekaresinden farkı ne? İşte şimdi rahat bir nefes alabilirim. Tüm gürültüyü ardında bırakıp, inzivaya çekilen bir yolcu gibi uzanıyorum.
Serçelerin ötüşü bu sessizliğe ninni oluyor. Gökyüzünün mavisine uzanan yeşiller, busesini uzatıyor çimenlere. Kahverengi toprağın en dirisi burada olmalı."
“Biliyormuş, gideceğim fakülteye kadar babam benimleymiş. Benimle. Bu defteri saklayacağım ve seni hiç unutmayacağım babacığım. “
"Oğluma gidiyorum bugün İstanbul! Bilirsin, seni de onun kadar severim. Bunun için ona en güzel hediyeleri senden ikram etmek istiyorum. Eminönü; Mısır çarşısı, Kapalı çarşı… Açın kapılarınızı! En güzel hediyelerinizi sunma vaktiniz geldi, gerçi içlerinde beğenmediğim de yok."
"Bu gün de çok kalabalıksın. Oğluma kokunu götürmeliyim. Seni yerinden sökemem ya, en iyisi bir atlas. Hayır, sana özel bir harita olmalı. Nuran’ıma da ipekten bir entari alayım. Birkaç parça İstanbul hatırası belki sığar çantama. Ya seninle yaşadıklarımız Ey İstanbul! Saçlarıma değen bulutların öyküsü, ne biter ne de bırakır yakamı."
Nakış Pencereli Konak 2 Yazısına Yorum Yap
"Nakış Pencereli Konak 2" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.