Ben Küçükken Var ya
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Tatillerde memlekete gitmek “ballı börek tatlısı” gibi olsa da en güzel tatil anılarımın çoğu İstanbul’a ait. Zira memlekete genelde fındık zamanı gidildiği için amelelikten tatil yapmaya pek fırsat olmazdı. Fındıklığın altının temizlenmesi ayrı dert, toplanması ayrı dert, kurutulması apayrı dert. Malum Trabzon ikliminden dolayı hava durumu her an yağmur yağmaya müsait olduğu için, gelebilecek sulu şakalara karşı harmanın başında jandarmalık yapmak lazım. “Patos” olayı Anadolu’nun birçok yöresinde kullanılmasına rağmen tıpkı Türklerin matbaa ile geç tanışması gibi, daha Karadeniz bölgesinde keşfedilmemiş o zamanlar. Fındık biter bitmez köyün çocukları harçlıklarını çıkarmak için “zalifs” yapmaya giderler .(zalifs: toplanan fındıklığın bir nevi tekrar gözden geçirilerek, gözden kaçanların toplanma işi) Birde İstanbul’dan geldiğimiz için, köyün çocukları arasında belli bir süre dış kapının mandalı muamelesi görürdük. Şivemiz İstanbul ağzı ya, önyargı çekimserlik karışımı bir mesafe koyma, bir serinlik. Ula İstanbul’dan geldiysek Etilerde oturmuyoruz ha, Vehbi Koç’un torunu da değiliz. Mecburen ilk iş olarak dilimizi “dilumuza” çevirir statükocu akranlarımızla empati kurmaya çalışırdık. Tam arayı ısıtır kaynaşmaya başladığımızda da bir bakmışsın sayılı günlerin sonu gelmiş. Bu yüzden memleket anılarım “kuymağın dibi” gibi çok az, ama kıymetli.
Mayamıza Karadeniz’in suyundan karışmış ya “ben tatile tatil demem, denize girilmeyince” sözü parolamız gibiydi. İşareti de “karpuz kabuğu”.
Çaaanım İstanbul; Boğazdaki muhtelif koyları, Adalar, Kilyos, Şile, Ağva, Moda, Pendik, Kartal, Üsküdar, Salacak, Sarayburnu, Samatya, Florya, Menekşe, Küçük Çekmece, Avcılar ve daha bir sürü mekânı ile lebi derya bir cennet idi adeta bir bizim için, sanki mini bir “Atlantis”
Bütün bu alternatif bolluğunda “malumun makulü” sebepler yüzünden, alternatiflerin birçoğunu elemek zorunda kalırdık. Kafadan, Moda ve Adaları elerdik. Birinci sebebi, daha sosyetik mekânlardı, burjuvazi sınıfı ile aramızdaki fark iç donlarımızdan hemen kendini belli ederdi. Bu sosyolojik hadisenin sebep olduğu bastırılmaz komplekslerimizin ezikliğini cici bayanlarını röntgenlemekle bastırdığımızı da itiraf edeyim bu arada. İkinci sebep ulaşım maliyetlerini beleşe getirememek, günümüz Türkçesiyle anlatmak gerekirse sponsor bulmak sorun, hatta imkansız. Vapura, otobüse kaçak binmekte, bayağı riskli idi, zira o zamanın biletçileri, bayağı totaliter ve devletçi kafa yapısına sahipti. Lügatlerinde “sebil, hayrat, ne olur abi sevaptır” kelimelerinden ziyade “dayak cennetten çıkmadır”, “paralar peşin kırmızı meşin”, “hastirin ulan eşşolular” gibi özdeyişleri ve atasözleri daha çok bulunurdu. Ee bizde finansal durum “terso”, haliyle bu bize ters bir durum.
Boğazın Avrupa yakası kıyı şeridi ve Sarayburnu ise bizim yüzme standartlarımızın üzerinde fazlaca akıntılı olduğu için maçamız yemezdi. Zamanın gazete manşetlerinde oralarda boğulanların bazılarının cesetlerinin ta Bandırma, Tekirdağ, Çanakkale sahillerinde karaya vurması, hele, hele bazılarının bulunamayarak doğal balık yemi muamelesine maruz kaldığını öğrenmek tırsmak için yeterli sebeplerdi. Ulaşım sorununu “tabanvayla” halledebilme cazibesi bile oralara gitmemize yetmezdi.
Boğazın Anadolu yakası, Üsküdar, Salacak, Kilyos, Şile, Ağva, Pendik, Kartal ise her ne kadar İstanbul il sınırları içinde olsa da bizim için bayağı, bayağı deplasman. Gurbete çıkmak gibi bir şey. Maazallah gidip de, rehin kalıp dönememe ihtimali en büyük korkumuz. Vakti zamanında mahallede bizden beş altı yaş büyük ağabeylerden bir grup, böyle bir maceraya kalkışıp Şile’ye gitmişler denize. Dönüş masraflarını karşılamak için içlerinden “Danyal abi” kendini feda edip, yaz boyu tarlalarda ırgatlık yapmış. Hatırlarım zavallı annesi “Nigar teyze” perişan olmuştu dönene kadar. Dilden dile dolaşan bu hikâyeler kulağımıza küpe olduğu için bu gibi yerleri ziyaretleri “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkısının terennümleri ile gelecek zamanlara “çarığın sağlam”, “kenenin gani” olduğu yıllara ertelemek zorunda kalırdık .(kene gani= argoda para bol)
Canım Samatya’ m bütün bu semtler içinde İstanbul’un kanalizasyon sorununu halletmek için feda edilmiş fosseptik-i derya bir semt. Haliç’le kader birliği etmişler, o aralar beraberce “İSKİ” de vazife yapmaktalar. Zamanın teknik imkânlar yetersizliğinden atık su, katı atık nevi inden bütün artıklar açık deniz yerine ancak sahile kadar ulaştırılabilirdi. Hoş bütün sahillerde durum aynı olmasına rağmen, Haliç’in bir nevi körfez, Samatya’nında tatlı bir koy olması tabii güzelliklerinin yanında coğrafi şansızlıkları idi. Boğaz ve Marmara’daki akıntılar buraları teğet geçtiği gibi, olanca pisliği de buralar yığardı. Ara sıra açıkta demirlemiş gemilerin sintine atıklarını da saymazsak ağzının tadının bilen kefaller için, sahil adeta doğal bir “balık üretme çiftliği” halini almıştı. Bize en yakın semt olması yanında sayısız avantajlara doğal ulaşım( tabanvay), doğal konaklama (çayır, çimen, çeşme vs) sahip olmasına rağmen “çevreci” yanımız ağır basar doğal hayata saygımızdan orada denize girmezdik. (“green peace” in tohumlarını ilk biz attık orada be, ne diyorsun sen. Yersen! ) Yoksa “koli basili” nden çekindiğimizden falan değil. Ula halat gibi b..kların içinde yüzülür mü, hani çocuksak ta o kadar da salak değildik
Küçük Çekmece, Avcılar ise bürokratik zümrenin, resmen gayri resmi işgali altında o zamanlar. Askeri ve kamu sektörü, özel ve tüzel kuruluşlar tarafından çeşitli kamplar kurularak bir nevi kurtarılmış bölge ilen edilmiş. Cennet mahallesinden Avcılar istikametine doğru, Küçük Çekmece köprüsünü geçip rampayı düzlemeye indiğinde kamplar başlar, ta Ambarlıdan öteye devam ederdi. “Kara Kuvvetleri kampı, İ.E.T.T kampı, Öğretmenler kampı, İş Bankası kampı, Polis kampı” aklımda kalanlardan bir kaçı. Çok sonraları denizden yeni yol vurulunca, sahil de kamuya açılmış oldu ve bu arada birçok güzelliğini de kaybetmiş olarak
Bunca seçeneklerden kala, kala Florya, Menekşe kalırdı bizlere de.
****************************
Geçenlerde bir iş için Sirkeciye uğramıştım. Düşündüm, gelmişken bir valideyi, peder beyi de ziyaret edeyim de öyle dönerim bari. Küçükhamam-Sirkeci biraz uzak ama pek ala trenle de gidilir, Dedim ne zamandır da binmemiştim trene, trenle gideyim, hem biraz da nostalji yaparım, severim böyle duygusal işleri huyum kurusun. “Kocamustafapaşa” da iner, ağır, ağır çıkarım yokuşu hoop “Küçükhamam” ne var ki. Hem spor da olur bu yaşta. Aldım bir tren bileti, mesai saati olduğu için tren boş, kafama göre cam kenarında müsait bir yere oturdum.
****************************
Trenle kaçak olarak “Samatya’dan” “Florya’ya, Menekşe plajına” gitmek, hem de evden habersiz. Cep delik cepken delikmiş kimin umurunda. Tren istasyonlarındaki kontrol memurlarıyla vagonlar arası yapılan saklambaç oyunları, tıpkı “2.Dünya savaşında Gestapo subayları ile Yahudi kaçakların” hikâyelerini anlatan eski Amerikan filmlerindeki sahneler kadar heyecanlıydı. Her istasyon başlı başına bir macera, ta’ki trenin kalkış sesi duyuluna kadar. Tren ağır, ağır hız aldıktan sonra perondaki kontrol memurlarına kimimiz el kol hareketi yapar, kimimiz de galiz küfürler sallardık. Bu hareketler bir sonraki istasyonda yaşanacak olası saklambaç, muharebe karışımı curcuna için ekstra bir motivasyon ve konsantrasyon sağlar, özgüveni arttırırdı. Fakat bu saklambaç oyunları bazıları için mutlu sonla bitmezdi. Garibim kondüktör’ler hangi biriyle baş etsin, kazara birini yakaladı mı, diğerlerine ibret olsun diye bütün hınçlarını bu şanslı arkadaştan çıkarırlar, “saklambaç” oyunu birden “ortada sıçan” a dönerdi. Bizim garibin “abi vallahi kazan çömlek patladı” şirinlikleri fayda etmez ve oracıkta “günün niyazisi” olarak kâh kulağından kâh yanağından şefkatle ödüllendirilirdi. Bütün bu bastırma ve yıldırmalara rağmen yumurtadan çıkıp denize ulaşmaya çalışan bebe “karetta karetta” lar gibi bir sonraki istasyona tren raylarını takip ederek yayan gidilir ve “illegal” yolculuğa devam edilirdi. Bu maceralı yolculuğun sonunda kondüktör’lerin hışmına uğrayan günün niyazisi “kızarmış gözleri, haşlanmış kulakları, ıslak çamurlu yanakları ve kısık sesi ile” damgalı eşek gibi hemen belli olurdu. Dönüş yolundaki aynı akıbete uğrama korkusu yüzünden, gün boyu denizde mi yüzüyorsun, yoksa adrenalin deryasında mı anlamazsın. Evden kaçmışsın, yanında yarım ekmek, bir parça peynir, iki domates, bir badem. Böylece ulaşım ve konaklamayı da beleşe getirdin mi, işte sana mis gibi tatil. Eve bir şekilde döndüğümüzde, güneşten kavrulup pancara dönmüş yüzümüz, deniz suyuyla ıslanıp beyaz tuz lekeleriyle “amfibi” üniformasına dönmüş elbiselerimiz, denize gittiğimizi ele verir, yanan sırtımızın verdiği sancıların, sızlanmaların hatırına( güneş yağımı dedin, o ne’ki ula), annelerimiz en fazla “oh olsun size” der fazla elleşmezlerdi. Bu olaylar yaz boyu devam eder, yaz sonunda hepimiz birer kara marsığa dönerdik.
********************************
Ula bir uyandım Bakırköy’deyim. Ey Rabbilalemin ne şanslı kullarınmışız. Düşündüm de, ya şimdi ki çocuklar.
İsmet BABAOĞLU
YORUMLAR
"Ben tatile tatil demem denize girmeyince" bu sözü çok sevdim Çünkü bende aynı şeyi düşünüyorum. Biz karadeniz çocuğuyuz ve denizin olmadığı yerde zor nefs alıyoruz. Hele bir de Sinop'un üç tarafının deniz olduğunu düşünürseniz neden böyle düşündüğümü daha iyi anlarsınız.
Eşim trabzonlu. Ağustos ayında fındık toıplamak için Trabzona gidiyor. Bir yaz bende gideyim hem tatil yapmış olurum diye söyledimn. Bana " sen fındık toplamayı nerden bileceksin otur oturduğun yerde" diye çıkıştı. Ve hiç beni fındık toplamaya götürmedi. Ama kendisi ne zaman gitse geri döndüğünde en az on kilo vermiş olarak geliyor bir ay içinde ve bunun sırrının da fındık toplamaktan geçtiğini söyler. Artık bıktı ve gitmiyor fındığa.
Şimdi sizin yazınızı okuyunca eşimin fındık zamanındaki anıları gelip yerleşti beynime. Çok güzel bir yazı idi. Kutluyorum kaleminizi ve saygılar yüreğinize
Cocukluk/genclik hayata atilan ilk adimalrin böylesi anilarla akillarda birde o bitmeyen özlemle kalmasi var ya bize/size ve de hani yazinin sonunda belirtmis oldugunuz gibi ;
"Düşündüm de, ya şimdi ki çocuklar"
simdiki cocuklara bile yeter.
Yeter ki gecmisi unutmadan yasayalim, gelecegin bekcilerine anlatalim..
Yaziniz yani anlatimiz hem mizahi(tebessümün alasi belirince gözlerde:) mizah oluyormus adi) hemde cok derin/anlamli idi.
Kutluyorum eskilerde kalmis ama yenilere örnek olacak yüregi.
saygilarimla.
Ağyar
O kadar çok şey var ki mahrum kaldıkları, tadını bilmedikleri
Teşekkürler, saygılar, selamlar
Sevgili dost, senin o birbirinden güzel yorumlarını takip ederken, "Bir de yazısı olsada da şu aralar okusam" diye düşünürken sen yazını yazmışsın. İşte, yazının zenginliği ortada. Kah, tebessüm, kah hüzün... Bir çocuğun gözleriyle kare kare resimledik geçmişi. Hayatın böylesi derinliğine inebilmek, olaylara böyle büyük bir yelpazeden bakabilmek ancak yaşamak ve yaşamakla olur diye düşünüyorum.
Sevgili dost pazar günlere internet kullanamadığım için bağışla gününde kutlayamadım. Bu vesileyle güne düşen bu yazını gönülden tebrik ederim.
Mustafa Sakarya tarafından 2/15/2010 10:12:59 AM zamanında düzenlenmiştir.
Ağyar
Aranızda kaynamaya çalışıyoruz işte, çok sağolasın. Eyvallah.
Selamlar
ya bilmiyorum inanır mısın İsmet Abi ama vallahi uuzn zamandır en keyifle okuduğum yazıydı. özellikle girişteki trabzon enstantenelerine bayıldım. memleketten, sosyal tabaka farklılıklarına, coğrafyalardan, sımsıcak çocuk anılarına, ince bir nükte ile harmanlanmış ve canıııımmm istanbulla terbiye edilmiş şahane bir paylaşımdı.
geç kalmadan yetiştiğim için mutluyum. gerçekten güzel yazan bir kalemsin. hani büyüklerimiz vardır. otururlar soğuk kış gecelerinde, özellikle köy yerinde, anlatırlar ve ağzımız açık dinleriz. inanır mısın bilmiyorum ama o lezzeti aldım.
bana yabancıydı istanbul coğrafyasıydı. öğrendim. trabzonu daha fazla tanıyorum. "ula hisumum ne güzel yazaysun" diyesim geldi:)
kuymak sevmesem de nedense yiyesim geldi:D)
şar şar ların altında ( ki şelale demekmiş arkadaşım söylemişti, yomralı kulakları çınlasın) tatlı tatlı "tirabzon" nağmeleri dinleyesim geldi.
keisnlikle o coğrafyanın yeri bende ayrıdır. hem gidip görümüşlüğüm var. yeşiinin her tonuna, hırçın karadenizine, kültürüne, delikanlılığına ve hep hayata pozitif bir gülümsemeyle bakabilen sımsıcak insanına gerçekten hayranım.
vallahi çok güzel, billahi çok güzel.
beni biliyosun, yorum özürlü, hafiften sıyrık ve doğrucu davut misali garip bir adem kızıyım ama tüm içtenliğimle söylüyorum bileğinin hakkıyla güne düşen bu yazıyı bin defa kutlasam az gelir.
çok çok tebrikler
sevgimdesin can ağabeyim
eyvallah
Ağyar
İltifatların ve değerlendirmelerin için çok teşekkür ederim. Sağolasın.
Edebiyatı sizin gibi hocalardan öğreniyoruz, naçizane bizimde coğrafyaya katkımız olsun. Anladun oni ;)
Eyvallah kardeşim benim, selamlar
Ah hemşerim ah ne güzel bir yazıydı
biraz güldüm kahkaha attığımı sanma gülümsedim yani gençliğim geldi aklıma delik çeple daha mutlu olduğum zaman
fındıktan sonra kanziliyis( bizim ordada zalifs yerine kanziliyis derler) vay günler vay
kaçak trene binmedim ama köydeki yaşntı beni çok çok eskilere getirdi kırk sene öncesine..
Arkadaş ortamında sohbet etmiş gibi sanki
Eline sağlık........selamlarımla
Ağyar
Eyvallah "lazuşağı" hemşerim, çok sağol.
Saygılar, selamlar
O kadar beğendim ki anlatımınızı.En az atışmalarınız kadar yazı dilinizde muhteşem.
Akıcı ve bizden bir yazı diliydi.Hiç yabancılık çektirmeyen hemen içine alıveren.
Teşekkürler ederim bu değerli paylaşımınız için.
Candan kutlarım hocam haklı başarınızı.
Selam ve saygılarımla.
Ağyar
Değerlendirmeleriniz için çok teşekkür ediyorum, naçizane. Tarafınızdan okunduğumu bilmek bile yeterli, çok sağolun.
Saygılar, selamlar
Ağyar
Amcaoğlunun eski bir Anadol taksisi vardı. Dönüşte akşam vakti takıldık bir kamyonun arkasındaki konvoya mecburen(sollamak mümkünmü). Motor hararet yaptı, az daha çakallara yem oluyorduk :)
Eyvallah "Davidoff", çok teşekkürler.
Saygılar, selamlar
Davidoff
Güzel bir menleket hatıratı ile başlayıp İstanbul belgeseli ile, İstanbulda çocuk olmak nasıldır? sorusuna verilen güzel cevap.
İstanbulda köylü, köyde şehirli olmak yada sayılmak. Bütün karadenizlilerin yaşadığı bir durumdur. Dil uyumu sağlama gayretleri.
Muhterem kardeşim; muhteviyatı okadar zengin bir yazı okudum ki bu gün okumaya doydum.
Güldüm, üzüldüm, hak verdim, saygı duydum.
İncelikse incelik, sanatsa sanat.
Gerçekse gerçek. Bilgi ve belgesellikse o da tamam.
Samimi ve haklı tesbitler içeren yazınızdan dolayı size 10 nomara veriyor kendi kanaatime göre yazınızı
GÜNÜN YAZISI
olarak görebileceğimi umuyorum.
Çok meşkul olduğumdan bu gün fazla yazı okuyamadım ama bir sana yorum yapmadan geçemedim.
Tarzın çok hoş. Sakın değişme.
Selam,saygı ve sevgiler.
Ağyar
Eyvallah
Yaptığın iltifatlar ve nitelikler içinde bir tek "samimi" sıfatını üzerime alınıyorum. Vallahi de samimiyim billahi de :)
Diğerleri beni aşar abi ;)
Saygı bizden, selamlar
İsmet bey aşağı yukarı ayni dönemde ayni muhitte oturduğumuz için(ki ben İstanbul'un bir kaç ilçesinde yaşadıktan sonra hala KocaMustafaPaşa'da oturuyorum) anlattıklarınız film şeridi gibi gözlerimin önünden kayıp gitti.Biz küçükken ancak büyüklerimizle gezdiğimiz için , sizin gibi erkek çocukları,trenden asılmış giderken,ya da karabatak gibi Florya, Sarayburnu gibi sahillerde yüzerken görünce,onlardan şunu duyardık.'eyvah eyvah bunların başına bir şey gelse, ana babalarının haberi bile olmayacak!
Yazınız çok keyifle okunuyor,çok başarılı ,eskiye döndürdünüz,sağolun,saygılar.
Ağyar
Saygı bizden
(* )Paşa'lı olmak bir ayrıcalıktır hişşt ;) )
"Trenle kaçak olarak “Samatya’dan” “Florya’ya, Menekşe plajına” gitmek, hem de evden habersiz. Cep delik cepken delikmiş kimin umurunda. Tren istasyonlarındaki kontrol memurlarıyla vagonlar arası yapılan saklambaç oyunları, tıpkı “2.Dünya savaşında Gestapo subayları ile Yahudi kaçakların” hikâyelerini anlatan eski Amerikan filmlerindeki sahneler kadar heyecanlıydı."
Bu işleri bir tek biz yapıyoruz zannediyordum.
Bizim de karşıya(Aeropa yakası)olan muhabbetimiz farklı değildi.(tabanvay/zorlu dönüş/dönememe)
İstanbul'un Maltepe'sinden çok farklı enstanteneler yok.
Yüzüklerin kardeşliği misali...
Yazınzla daldığım "Eskiler"e döndüğümde,yaşadıklarımız hayal gibi,film/kurgu gibi takılıyor hafızama.
(Üstelik,yazamadıklarınızı da biliyorum.)Neyse ki sıkılmadan bir de anlatanlar var...
Yazınızla,güne güzel başladım.
Selam,saygı.
Ağyar
Askerde iken Ankaralı bir arkadaşla laflıyoruz. Laf lafı açtı başladım bu anılarımı anlatmaya biraz daha argo ve küfürlü ağızla. Öyle ballandıra ballandıra anlattımki, bekliyorum ne diyecek diye. Nasıl ama dedim, "iyi mok yemişsiniz" dedi. Hala düşünürüm iltifat mı etmişti kerata yoksa hakaret mi diye.
Hani Volkan Konak'ın bir lafı vardı konserlerinde sık sık söylerdi "Ne yaptığınız önemli değil, çamaşırlarımız aynı güneşte kuruyor ya". Bizimki de o misal "o ki aynı denize işiyorduk ha Aeropa'da ha Asya'da farkedermi dostum ;)
Selamalar
sevgili ağyar.......bu yazıyı saat 6,30 okudum.....aldığım keyifi anlatamam.....gömüldümki sorma....harika bir anltım ve uslubun var.....kendine has kurguna..... şivene koyu kalem vurgularına.....parantez içi açıklamalarına bayılıyorum......harikasın kardeşim.....saygılar....
Ağyar
Hatırladıkça boğazıma bir şeyler takılsada keyifli günlerdi o günler. Sizinde keyif almanıza sevindim. Mutlaka sizinde benzer çocukluk anılarınız mutlaka vardır.
Doğru veya eğri tartışılır lakin üzüntüm şimdiki çocuklara. Zira böyle bir çocukluğu filmlerde bile görecekleri yok. Hoş bu devirde görmemeleri de hayırlarına ya.
Saygı bizden