sesizliğin yankıları
SESSİZLİĞİN YANKILARI
Zamanın hızlı akmadığı şehirler vardır. Kimsenin acelesi yoktur böyle yerlerde. Za-man sanki ağır bir toz bulutu gibi şehrin üstünde asılı kalmıştır. Şehrin adı bilinmeyen bir sokağında bir buğulu gün… Sokakta hiçbir yaşam belirtisi yok. Olan yansımalardan biri ben ve bir de sokak lambasının bedenime oval bir açıyla gelmesi ile oluşan gölgem.
O zaten hiç konuşmuyor, görmüyor, hissetmiyor. Yalnızca benim gittiğim yere bede-nini sürüklüyor. O karanlıkların içinde karanlık olmuş, ben zaten karanlık, yürüyoruz yalnız-ca.
Yaşadığım felaket günlerinin içinde bile bu kadar dalgın bir ay yoktu. Ay, gökyüzün-de öylece duruyor niye aydınlattığını, neyi aydınlattığını bilmiyordu.
Gittikçe artan rüzgâr, büsbütün çökmüş olan karanlığın içinde ayrı noktalara savru-luyordu. Hiçbir şeyde düzen yoktu. Aslında ne rüzgârın bir suçu var, ne de ayın. Onlar yal-nızca kısır döngünün içinde küçük bir yansıma. Bütün suç benim. Neden gördüm ki onu bugün? Sanki arıyormuşum gibi… Aslında garip olan onu görmem değil. Gariplik kalbim-de…
Sabah bir şeylerin olacağı belliydi zaten, her şey fazla güzeldi. Kuşlar bu güzelliği semaya haykırıp uçuşuyorlardı, ufak bir müzikal tadında. Ben onlara baktıkça ritim değişi-yor, hızlanıyordu birden.
Ve o… Böyle bir güzellik olamaz. Sahil kenarında bir tabureye oturmuş, simit par-çaları atıyordu güvercinlere. Kalp atışlarım değişti. Kuşların yerine ben olmak istedim.
Ben ona bakarken; deniz kayboldu, ritim sustu, satıcı Ali Efendi bile yoktu. “Baloncu nerdesin?” diye soramadım. Çünkü yalnızca o vardı, onun gözbebeklerinin karartısı kalbim-de. Bilinmez bir yerde bir fon kurmuştu, beynimin içinde hayali kalmıştı; siyahların içinde beyaz bir ahengin ortasında, oval bir tabakaya yerleşmiş bütün ihtişamıyla o… Düşüncesiyle ilk defa öldüm. Ölüm onu bana getirmiyor yalnızca acı çektiriyordu.
Evime yaklaşıyorum, istediğim bu değil sanki. Bin bir aldatmacayla iki saattir dolanı-yorum, onu düşünmek isteyen kalbim ayaklarımı tutuyor, korkutuyor beni.
Evimden içeriye girince “Fark yoktu” aynıydı her şey, sokaktaki gibi. Evin içinde bir oda, içinde ben, yalnızım yine. Odanın ortasında kendi adını unutan, ben; yansımamın bir bütünü olan adını bilmediğim güzel kız.
Sanki gecenin ortasında onun gelmesini bekliyorum. Nereden gelecekti? Gelmek is-temesi bile imkânsız, çünkü beni görmedi bile. Ne çok isterdim, mor çiçeklerle ve yeni bir hikâye ile kapımı çalmasını. Bu düşünceler, beni benden alıkoydu. Gerçek olan burada, şu anda yaşadığım değil; gerçek, sabah gördüğüm güzel kız. Bundan sonraki azabım bu odada sürecek ve onu unutmak için şarap dökeceğim düşüncelerimin üstüne ki bir daha hatırlamak için çaba göstermeyeyim.
Odanın her yerinde o var; masum sandalyede, eşi bulunmayan koltuğumda ve çalış-maya dahi takati olmayan televizyonumda.
Kalbime soktuğu hançeri ben de kâğıtlara yazmışım dün akşam. Kırmızı mürekkep ve okunması zor olan cümlelerle:
Dumanın üstünde göğe yükselen
Yüksekten korkan ve çabası boş,
Ufak bir parıltı…
Alt tarafımda dumanlar
Üstüm korktuğum yükseklik
Arada bir kalbim var,
O da hançerlik
Senin için seriliyorum yükseğe
Bir hiç olan bedenimle
Artık ben neyim ki? Bir mahkûm ya da bir esir. Kaz dağının tepesindeki hiç kimsenin görmediği aslında görmek dahi istemediği çirkin bir yaratık. Güneş ışığı o akşamı bana unut-turuyor biraz. Ama ne kadar görebilirim ki bu ışığı. Birazdan otobüs duracak ve ben gidece-ğim. İşte hapishanedeyim. Gardiyanız ya ömür boyu mahkûmuz.
En korkutucu yanı ise hapishane duvarı tasviri “enkaza benzer” biraz duygu yüklersek polyanacılıkla: Yunan trajedilerinin oynandığı yerler gibi yüksek duvarlar, gladyatörlerden parçalar etrafta. Sadece küçük bir fark: biraz dikenli tel.
Bazen burada yatan ismini bilmediğim insanlara “iyi insanlar” diyorum. Sonra çeliş-kiye düşüp: “Burada olmalarının sebebi kendi haklarının içinde başkalarına haksızlık yapma haklarının olduğunu sanmaktan başka bir şey değil!” diyorum kızarak.
Sabahtan beri onu düşünmüyorum ve daha da düşünmemek için altı ayı kalan Osman Durgun’u izliyorum. Geldiği gün bundan altı yıl önceydi, yardımcı Özkan Fecir onu sürükle-yerek bana vermişti ve ben de onu buraya, şimdiki durduğu yere koymuştum. Özkan’ı da uyarmıştım nazik bir dille o gün. Mahkûmlara iyi davransın diye. Epeydir bu köhne yere suç-lu gelmiyor. Ama bu gün gelecekmiş. Suçunu henüz bilmiyorum, gelince öğreneceğiz nasıl-sa.
İşte Özkan’ın bağırışlarına bakılırsa yeni mahkûm geldi. Özkan bağırıyordu:
—Alçak kadın yürü artık!
Pencereden merak edip ona baktım. Arabadan kelepçelerle indirilen oydu. Adını bil-mediğim güzel kız. Koşarak, beni sürükleyen bir güçle yanına gittim ve Özkan’a bağırarak:
—N’apıyorsun sen! Defol git!
Oysa narin ellerinde duran ve ellerini sıkan kelepçeden sıkılarak doğrulmaya çalışı-yordu. Ona yardım ettim;elim eline değdi. Beraber geçtik koridordan. Bu an onunla ilk yürü-yüşümdü. Sonra gözüm gözüne değdi. Onsuz geçen yıllarımın nasıl geçtiğini anlayamadım. Nasıl yaşadım bu gözlersiz... Koğuşa girerken titrek bir sesle ona:
-Adın ne? diye sordum.
-Meral Arat, dedi.
-Senin adın ne?
Kendinden emindi.
-Mahir Arat, dedim.
Rastlantı bu ya, soy isimlerimiz aynı idi. Simsiyah gecenin koynunda, Meral, ruhunun bir yerlerinde dünlerini arıyor. Bense sesi kalmayan bir adam, hıçkırıklara boğulmak isteyen, onu da yapamayan yalnız bir ağaç. Ranzasına oturdu. Bense onun hayalleriyle düşünceye daldım.
Onun düşüncesi koğuştan çıkmaktı herhalde, bütün mahkumlar gibi. Bense onun kaç gün daha burada kalacağını, yani onu kaç gün daha görebileceğimi düşünüyordum. Bu düşünceler gözümü nemlendirdi.
Bugün onun ilk günüydü, ilk gecesi. Bilirim mapushanede ilk akşam zor geçer, kaldıra-maz herkes, deliren bile olur; hatta intihar eden bile... Ya o da ... Olmaz dedim, olamaz. Ama korkmuştum bir kere nöbet günüm değil bugün ama nöbette kalacağım. Uykusuz, günlerce yaşayabilirim; ama onun o kara gözleri olmadan bir dakika bile yaşayamam. Dakikalarım bu kadına kalın zincirlerle bağlı iken ondan uzak kalabilir miyim? Onsuzluğa dayanamam, on-suzluk korkusu her dakika öldürür beni. Onunla hayat, dört mevsim gibi her gün ayrı bir gü-zel geçiyordu. Gözlerinden ihtiyacım olan sevgiyi içime çekiyordum, rüzgarıyla savuruyordu beni.
İsteğim çok basit, kelimeleri zor değil. O karşımda dursun, ben ona kanayım yalnızca.
O bir şeyler düşünürken ben dağılıyorum rüzgar misali, boğuluyorum yüzme bilmeyen çocuk gibi. Onun ellerinde elimi kaybettim, çıkamadım oradan. Bir idam mahkumu gibi bir ipin ucuna asılı kalmışım, her yerim siliniyor. “Ben” diye bir şey kalmıyor, hissediyorum onu izlerken .
Uyku gözümden aksa da eve gidip uyuyamıyorum. Gözümü kapatınca onu göremiyo-rum. Çünkü; karanlık bir kabus oluyor dünya. Kabusların içinde titriyorum, korkuyorum, emsalsiz bir sıkıntı hissediyorum kalbimin derin bir yerinde.
Şu anda uyuyor, ne rüya gördüğünü bilmiyorum. O gözünü kapatsa da ben onu görü-yorum. Onun beni duymasını istiyorum, sessiz çığlıklarımla ona dönüp ses tellerimi birleşti-riyorum. Seni seviyorum.
Karşımda iken o bir sinemada gösterimde olan bir film, bense onu izleyen bir ve oyu-na hayran olan bir seyirci. Ya da dünyaca ünlü bir müzikal. Konu da o, oynayan da. Notaların senfoni yağmuru ona her bakışımda ıslatıyor, büyülüyor beni.
Istırabım ona baktıkça artıyor. Anlayamıyorum bu kadına neden bu kadar tutuldum . daha onu ne zamandır tanıyorum ki , daha doğru dürüst bir kelime konuştum onunla.
Ne suç işlediğini , nasıl işlediğini düşünmek bile istemiyorum . Çünkü; bu denli masum bir yüz suç işleyemez .
Bugün geleli bir hafta oldu .Artık nöbet tutturmayacaklarmış. Bugün yazı geldi. Yorulmu-şum bahaneleri bu . Anlayamıyorlardı beni , hoş ben de anlatamıyordum . Kendime bile anla-tamazken başkalarına nasıl anlatabilirdim ki? Onun her hareketi bana hayat veriyor. Ranzası gıcırdayınca ya da ayaklarını vurmasıyla çıkan yansıma sözcükler bana ulaşsa da o konuşma da bana huzur veriyor.
Hiçbir zaman , hapishaneden çıktığıma bu kadar üzülmemiştim .Aksine sevinirdim önce-den . Çünkü; pis yerdi burası, korkutucuydu üstelik. Ama şimdi içinde bir melek yatıyor; melekler kötü olabilir mi, kaldıkları yer korkutabilir mi insanı , söyleyin pislikte yaşayabilir mi melekler?
Bu akşam eve çabuk geldim. Yolu uzatmadım, fazla. Ayrılmak zor gelse de ayrılmıştım ondan .
Yüreğim cehennem ateşi gibi kızgın , sönmüyor bir türlü. Uyuyamıyorum. Uyuyunca ka-bus görüyorum. Altı yıl önceki kabusun aynısını.
Bir tabut, şeklini hiç hatırlamıyorum,gömmeye götürüyorum tek başıma , ölü ağır ya çok günahı var ya da gitmek istemiyor. Yolun otlu bir yerinde , bağırmaya başlıyor ölü,kefenin arkasından . Ben korkular içinde kaçarken sesler beni takip ediyor. “ Hızlı ol, buraya hiç gelme ve beni getirme” . diyerek .
Meral’ i görmek istiyordum. İğne deliğinden de olsa görmek istiyordum . Paltomu aldığım gibi büyük bir hızla dışarıya çıktım.
Sokağı koşarak geçtim. Hapishane kapısında iri yarı bir nöbetçi sert bir sesle:
-Niye geldin? Daha erken , dedi.
-İçeride benden bir parça kalmış. Bu parça derin yerden ,kalbimdenmiş, diğer yarısı onu çok merak etti, beni buraya getirdi , dedim.
-Giremezsiniz, dedi
- Girerim, diyerek nöbetçiyi itip içeriye girdim. Diğer yarım nerede diye bakındım . A-vare biçarelikle. Yatıyordu , tıkırtımı duyup bana baktı ve “gel” dedi. Cebimdeki anah-tarla , ona ulaşmamı engelleyen parmaklıkları açtım. O zorlukla oturdu
Tüm güzellikleriyle çatlamış dudaklarından çıkan iki kelime şuydu:
- Seni seviyorum, dedi
-Nasıl? Dedim.
-Zaten ben seni yılar önceden sevmiştim.
-Sen beni ne zamandır tanıyorsun?
-Altı yıl önceye kadar sen de beni tanıyordun .
Elime bir mektup verdi. Ve saçlarını dalgalandırarak bacaklarımın üstüne “seni seviyo-rum” diyerek yığıldı.
Mektupta şunlar yazıyordu:
Sen bunları okuduğunda ben ölmüş olacağım . Çünkü;seni en fazla bir hafta görebilirdim . Suçum bu kadardı. Sensizliğe dayanamayacaktım. Ve senin getirdiğini , hani ilk buluşmamız-da bana verdiğin iki tarafı resimli olan ve resmimizi bile takamadığım kolye vardı ya , o bilek damarlarımın üstünde gezdi. Gerçek rengiyle buluştu.
Sen benim eşimsin. Baban Osman Durgun yanlışlıkla da olsa sana çarpmıştı. O kazada an-nen ölmüş, sen de hafızanı kaybetmiştin.
Yabancı gibi yanında yaşayamadım . Beni gördüğün gün, karar vermiştim , yanına tekrar gelecektim, yani eşyalarını birlikte kurduğumuz evimize.
Ama o kadar cesaretim yoktu. Dedim ki seni göreyim , senin yanında öleyim.
Allah’tan duam şudur ki:
-Seni seviyorum diyerek, bacaklarının üstünde uyuduğum günler gibi onların üstünde öleyim.
O bacaklarıma, gün ışığı da yüzüme yaslandı. Bir gece onunla böyle geçti. Zorla aldılar üs-tümden, “verin geri” diyerek bağırdım , o gelemiyordu. Salmıştı kendini,”dik dur” diye ba-ğırdım. Artık bağırıyordum ;ama yine duymuyordu.
Kapıda büyük bir kalabalık oluştu, çok geçmedi , bir araba geldi. Yeşil bir arabaydı bu. Üs-tünde “Cenaze yıkama aracı” yazıyordu. Okumayı hiç öğrenmeseydim keşke.
O bindirildi, binmeyi o istemedi, karşı koyamadı onlara, topluluk bırakmadı beni. Sevdiğimi götürdü “araba” .
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.