- 4992 Okunma
- 12 Yorum
- 0 Beğeni
Mezarlıktaki Ses
Tek tek bütün mezarları dolaşarak, hepsinin ismini okumuş fakat; ne annesine, ne babasına, ne de, ablasına ait bir mezara rastlamamıştı. Dolaşmaktan ayaklarına kara sular inmiş, haziran sıcağı başına geçmişti. Kenardaki taş yığınlarının yanındaki, badem ağacının dibine oturup, başını elleri arasına alarak, gözünü yerdeki kırmızı toprağa dikmişti.
Çorakta olsa, kurakta olsa, vatan toprağıydı burası… Süleyman vatanından ayrılalı kırk yıl olmuş, askerden gelince, bir yakının aracı olmasıyla, Almanya’ya gitmişti. Annesiyle babasının mezarlarını bulamadığı için üzülmüş, ablasının mezarını bulamadığına sevinmişti.
Süleyman’ın babası, Gülsüm’ün, ikinci eşiydi. Süleyman’ın annesinin ilk evliliğinden bir kızı olmuş, bazı nedenlerden dolayı ilk eşinden ayrılırken, üç yaşındaki kızı Nurten’i, babasında bırakarak, Süleyman’ın babasıyla evlenmek zorunda kalmıştı.
Gülsüm yaşadığı zor hayata ve kızının hasretine dayanamayıp, Süleyman bir yaşındayken, veremden ölmüştü. Babası tekrar evlenmiş fakat; başka kardeşi olmamıştı. Tek hatırladığı, ablası Nurten’di. Ayrı evlerde büyümüş olsalar da, yolda sokakta rast gelince, konuşup dertleşirlerdi.
Nurten evlenmiş, bir kızı olmuştu ama; eşiyle aralarındaki büyük yaş farkı nedeniyle anlaşamayıp ayrılmışlardı. Bu arada Süleyman, askere gitmiş, askerden gelince, ablası Nurten’i bulamamıştı. Eşe dosta sorduğunda, ‘yabana gelin gitti’ diyorlardı. Hangi yabandı, bu yaban? Nereye gitmişti, ablasıyla yeğeni?
Ne kadar aradıysa da, bulamamış ve Almanya’ya gitmişti. Türkiye’de bir akrabası ve yakını olmadığı için, her yıl izne gelme gereği duymamıştı. Zaten geldiği yıllarda da, hep ablasını aramakla geçiriyordu tatilini. Bütün mezarlara bakmasına rağmen, ablasına ait bir mezar bulamadığına sevinmişti. ‘Belki ölmemiştir’ ümidini hep taşıyordu içinde.
Annesiyle babasının mezarları, bakımsızlıktan kaybolmuştu. Birden, ‘ya ablam yaban ellerde ölüp de, yabana gömüldüyse? Ya hiç bulamadan ölürsem? Yeğenim! Belki yeğenimi bulurum! Hiç olmazsa, arkamdan bir fatiha okuyanım olur.’diye iç geçirmişti.
Süleyman çok geç evlenmiş ve çocuğu olmamıştı. Şimdi hayatta olabileceğini düşündüğü, tek yeğenini, aramaya karar verip, hüzünle ağlamaya başlamıştı. Gözünden sicim gibi yaşlar akıyordu. Gözünden akan irice bir gözyaşı, ayaklarının dibinden geçen, kızıl karıncanın üzerine düşünce, karınca sele tutulmuş gibi önce bir sendeleyip, sonra yan yatmış, başını yukarı kaldırınca, Süleyman’la göz göze gelmişti.
Karınca ‘O biliyor’ Süleyman şaşkın, sesin sahibini ararken, karınca tekrar, ‘O biliyor, O biliyor.’ Diyerek, yan geldiği yerden, doğrulmuş ve arkadaşlarına yetişmek için, hızla oradan uzaklaşmaya başlamıştı. Süleyman şaşkın…Başını elleri arasından ağır ağır kaldırıp, mezarlıkta tekrar göz gezdirdiğinde, ileride, zayıf, uzun boylu bir kızın, bir mezarın başında dua okuduğunu görmüştü.
‘Bilse bilse, O biliyordur, karınca bana bir işaret veriyorsa, O’na sormalıyım.’ Kızın duasının bitmesini beklemeye başlamıştı. Yanına gidip, korkutmak istemiyordu. Kız duasını bitirip yanından geçerken, selâm verip durdurmuştu.
-Kızım sen kimlerdensin?
-Acurağalardanım.
Süleyman’ın gözleri parlamıştı. Acurağalar, ablasının ilk eşi tarafıydı. Kıza nasıl soracak, nereden başlayacak bilemiyordu. En başa dönüp:
-Veli senin neyin olur?
-Veli benim emmim olur. İki sene oldu öleli.
-Allah rahmet eylesin. Veli’nin ilk karısını biliyor musun? Hiç gördün mü O’nu?
-Nurten Nenemi mi? O’da ölmüş; Zeynep abamdan duydum.
Süleyman, ablasının öldüğünü duyunca, kalbine bir bıçak saplanmış gibi acı hissetmiş, onca yıllar ablasını aramış, birkez doya doya sarılamamış, oturup dertleşememiş, işte ölmüş ablası; öyle diyordu şu karşısında duran zayıf, kara kız. Oysa ne hayellerle dolaşmıştı mezarlığı, neler geçiyordu yüreğinden, her baktığı taşta bulamadığı isime öyle çok seviniyordu ki yaşlı yüreği...
Şimdi elini göğsüne bastırmasa, yerinden çıkıp gidecekti sanki. fakat; birden bir ip ucu bulmanın umuduyla, az da olsa, teselli bulmuştu. Yeğeni Zeynep’e bu kız sayesinde ulaşabilecekti. Halbuki, daha önce defalarca acurağalara gidip sormasına rağmen, hep kapıdan kovulmuş. ‘bilmiyoruz’ cevabını almıştı. İçi umutla dolarak:
-Zeynep Ablan hiç köye geldi mi?
-Nurten Nenem ölmeden bi kere geldiydi. Bi daha gelmedi emme, ben Zeynep Ablamı çok seviyorum. Ara sıra ararım. Ben de telefonu var, konuşuyoruz.
-Ben Zeynep’in dayısıyım. O’nu bulamadım. Telefonunu bana da verir misin?
Kız hiç itiraz etmemiş, cebinden çıkardığı telefondan, numarayı bulup vermişti. Süleyman, heyecandan, bir an kalbinin duracağını sanmıştı. ‘O karınca, doğru söylemiş. Zeynep’i buldum! Aman Allah’ım Zeynep’i buldum!’
Kıza teşekkür ettikten sonra, taşın üstüne tekrar oturup, aldığı numarayı dikkatlice tuşlayıp, beklemeye başlamıştı.
-Alo. Kimsiniz?
Karşıdaki ses, yeğeninin sesiydi ve duymuştu. Bir an, ablası konuşuyor sanmıştı. Ses o kadar çok benziyordu ki.
-Ben Süleyman.
-Kim Süleyman?
-Senin Süleyman adında bir dayın var mı?
-Var. Annem var olduğunu söylemişti ama; ben hiç görmedim.
-İşte O, Süleyman benim! Yani senin dayın!
Artık heyecanlanma sırası Zeynep’e gelmişti. Ne diyeceğini şaşırmış, hiç görmediği dayısının sesini duyuyordu.
-Dayı! Neredesin sen?
-Mezarlıktayım.
-Biri mi öldü dayı?
-Yeğenim, bu çok uzun bir hikaye, şimdi anlatamam. Yarın ilk trenle gelip, seni görmek istiyorum.
-Dayı, otobüsle gelsene. Ben hemen garajın yanında oturuyorum. Sıcakta tren yolculuğu çekilmez!
-Ah yeğenim ah! Öyle çok düşünüyorum ki, seni görmeden ölmek istemiyorum! Otobüs kaza yaparda, sana kavuşamadan ölürüm diye, ödüm patlıyor.
-Tamam o zaman dayı, yarın seni istasyonda bekleyeceğim.
Ertesi gün öğleden sonra, Zeynep istasyona gidip, beklemeye başlamıştı. Tren istasyona yanaşıp, yolcular inerken, çınar ağacının dibindeki çeşmenin duvarına yaslanıp, herkesin yüzüne dikkatlice bakmaya başlamıştı.
En son inen, sarışın, elâ gözlü, yuvarlak hokka gibi burunlu, tatlı bir adam, kendisine doğru geliyordu. Daha önce hiç görmemesine rağmen, adam koşup boynuna, ‘ablam benim!’ deyip sarılmıştı. Arkasından gelen iki kadın, şaşkınlıkla bakıyordu. Dayı yeğen, bir süre sarılıp ağladıktan sonra adam.
-Bir an, ablamı karşımda gördüm. Aynı annene benziyorsun yeğenim.
Süleyman’ın, karısı ve baldızı, şaşkınlıkla.
-Siz daha önce birbirinizi görmüş müydünüz?
-Hayır görmedik ama; gözlerimiz bizi birbirimize çekti.
Zeynep etrafına baktığında, tren ve yolcular çoktan gitmiş, çınar ağacının koyu gölgesi ve yılların özleminden başka bir şey kalmamıştı ortalıkta…
Emine Uysal /06/02/2010
YORUMLAR
Hayatın size ne sunacağını bilemezsiniz.Kimi zaman yaşamımızı daha güzel yapacağız derken yok ediyoruz farkına varmadan. Gerçekler böyle etkileyici anlatılınca insan bir solukta okuyyuveriyor.Sade ama hikaye insanı çekiyor.Beğendim. Ayrıca "HATA" adlı öyküme yaptığınız eleştiri için teşekkür ederim.Yüreğinizin gözü hiç kapanmasın...
Böyle kavuşmalar çok hüzün verici ve aynı zaman da sevindirici...hayatın akışın da bir durak noktası...görmediği dayısının merakı ve özlemi...biri annesini,biri ablasını bulmuş gibi...
insanoğlu arayışa girdimi bir kere,alacağı cevap ya karınca da olur ya da içindeki ses..
tebrikler...
nafiyezübeyde tarafından 2/7/2010 3:02:07 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bu bir dramdı bence
dağılan ailelerin dramı
kopmuş parçalanmış bir ailenin son fertlerinin buluşması
tanımak önemli değil demek kanların çekim gücü
insanın yıllar sonra anasının yarısı olan dayısını görmesi çok harika bir olay.
Güzel bir hikaye.
tebrikler Emine Hanım
..................saygımla
Hayır görmedik ama; gözlerimiz bizi birbirimize çekti.........gözlerin dili yoktur......ama sesizce anlatır....gözler yalan söylemeyi beceremez.......emine kardeşim....senin her yazında sessiz derinden....bir hüzün var....bir kokunun buğusu gibi okuyanın vücuduna her satırda yavaş, yavaş dağılıyor.....kutluyorum.....çok içtendi....saygılar
yitik hayatlar birbirinden ayrılan
nice kardeşler aileller ve onlardan
süleymanın öyküsü. önce kederlere
yolcu etti şükürki sonunda bir oh dedik
ve onlarla bizde sevindik...
çok güzel bir konu, kaleme alınışı anlatımıyla
okuyanı sarıp sarmalayan bir öyküydü...
emeğe ve yazara her dem saygı.