- 1241 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YİRMİ BEŞ KURUŞ
Köyümüzde ilkokul 1926 yılında ilkokul açılmış. Önceleri gücü yetenler (İki-üç kişi) özel hoca tutarak çocuklarına eski yazı öğretirlermiş. Hatta Haydar Efendi yaylaya göçüldüğünde oğlunun hocasını da Alaçayır yaylasına götürürmüş.
Yeni yazıya geçilmeden önce Hüseyin Nazmi (*) adlı öğretmen verilmiş. Arapgirli Seyfullah adlı öğretmen geldiğinde köyün doğusunda, Devedaşı denen yerin üst yanında kerpiç binada okutmaya başlamış. Üçüncü sınıfa kadar okurlar, dördü ve beşi İğdir köyü okulunda ya da başka bir okulda okurlarmış. 1940’larda beş sınıflı olmuş.
Kırklarda yapılan kerpiç ve çatısız olan okul binası yıkılmış, yıkıntısı yıllardır yerinde duruyordu. Okul geçici ve gezgin bir durumdaydı. Bir yıl bir yerde, iki yıl bir yerde ahır, samanlık temizlenerek derslik haline getirilip kullanılıyordu. 1960 Devriminin yapıldığı zaman bağımsız, güzel bir evdeydi. Bu ev, bir giriş ve iki odadan oluşan polis İsmail Uçar’ın eviydi. Ertesi yıl Minnet’in evine taşınıldı. Minnetin evi iki katlı olup üstte iki oda bir giriş vardı. Odanın biri yönetim ve ders araç-gereç odası, diğeri birinci sınıfların okuduğu derslikti. Alt katta ise küçük bir giriş, solunda odunluk ve kocaman ahırın ikiye bölünmesiyle oluşturulmuş olan iki derslik vardı. Orta yerdeki direklerin kuzey-güney yanlarına yazı tahtaları çakılmıştı. Kuzey yanda üçüncü ve dördüncü, güney yanda ise dördüncü beşinci sınıflar okuyordu. Birinci sınıfları 1940 yılında Akçadağ Eğitmen Kursundan Çolak Abidin takma adıyla tanınan Abidin Öztürk, diğer sınıfları ise Akçadağ İlköğretmen Oklunu bitirmiş olan İpşir Güner okutuyordu. İkisi de köylümüzdü.
İlköğretime A,B,C ile başlıyorduk. Daha sonra hece, sözcük, cümle ve metinlere geçiliyordu. Hiç unutmam, tahtaya yetişemediğimden “a” harfinin bir yanını eğri yazmıştım. Eğitmenin elini kaldırması ile ağlayarak yere eğilmem bir olmuştu.
Harfleri yazarken Zeynep Arı başlardı;
- Aaaa, beee, ceee...
Bazı zamanlar sınıfta çıt çıkmayınca seslenirdim,
- Zeynep Arı, başla!
O da yeniden başlardı…
Eğitmen, çolak eli ile dersini yapmayan ya da yaramazlık yapanların kulağını mengene gibi tutar, diğer eli ile basardı tokadı.
Okul müdürlüğü de yapan İpşir Güner daha da sertti. Ben ikinci sınıftayken, üçüncü sınıflardan Güllü Uçar ile beşinci sınıflardan Esma Koç’un kavga etmesinin ardından Esma Koç’u dövüşünü hiç unutamam. Kız okulu bırakmıştı.
1963-1964 öğretim yılı başında eskisinin yerine yeni okul binamız yapıldı. Girişi, müdür odası, araç-gereç odası ve doğu-batı yönlerde iki dersliği vardı. Araç-gereç odası aynı zamanda ”müze” idi. Çatısı “heybe çatı” denen biçimde, üzeri kiremitliydi. Bahçenin kuzey bölümünde iki öğretmen evi, kuzeydoğu bölümünde tuvaletler ve odunluk binaları vardı. “Ahır”da iki aya yakın daha okuduktan sonra yeni binaya taşındık.1 Sağlık ocağı da yapılacak deniliyordu.
Çok geçmeden okul müdürü değişti. Yine köylümüz olan İsmail yıldırım geldi. Birinci ve ikinci sınıfları doğu yandaki derslikte eğitmen okutuyor, diğer sınıfları İsmail Yıldırım okutuyordu. Çalışkan olduğumun farkındaydım. Büyük sınıflara sorulan soruları çoğu kez yanıtladığım oluyordu. Resim merakım vardı ve kitap okumayı da çok seviyordum.
10 Kasım günü babam uzakta olan bir tarlamızı sürmeye gitmişti. Evde babaannem ve annem babama ekmek götürecek kimse olmadığını öne sürerek beni okula göndermeyip, elime yemek çıkınını tutuşturarak tarlaya gönderdiler. İstemeyerek yola koyuldum. Çoraklı denen yerdeki dereyi geçtikten sonra yokuşa doğru çıkarken geri dönüp baktığımda okulun önünde sıra olmuşlardı. Atatürk’ü anma töreni başlıyordu ve ben de orada olmak istiyordum. Babama çıkını ulaştırdım, o yemeğini yerken ta oradan, bir saatlik yerden töreni izlemeye başladım. O günüm orada geçti.
Ertesi gün okula gittiğimde ilk teneffüste Eğitmen bizi sınıfına çağırdı. Sınıfa girdiğimde benim gibi birkaç kişinin de törene katılmadığını anladım. Beş kişiydik. Elinde cetvel bir o yana bir bu yana gidiyor ve söyleniyordu.
- Siz bu günün anlamını iyice öğrenmemişsiniz sanırım, dedi. Başta olandan başlayıp elimize birer tane güçlü olarak cetvelin keskin yanı ile vurdu. Hemen yanımda duran Tahsin Fırat’ın eli yaralı idi. Üstelik bana vururken de onun eline dokunmuştu cetvel. Ağlarken elini sallıyor, ayağının birini indirip diğerini kaldırıyordu.
İsteyerek mi gelmemiştik? Elbette ki hayır…
Ya babamıza ekmek götürdük, ya oğlak-kuzu otlatmaya gittik, ya küçük kardeşimize sahip olduk. Atatürk’ü ise anlıyorduk artık.
Öğretim yılı sonu için “Küçük Serdar” adlı temsil hazırlanıyordu. Öğretmenimiz bana da küçük bir rol vermişti. Küçük Serdar, Fatih sultan Mehmet idi. Fatih Sultan Mehmet’in öğretmenlerinden Molla Gürani’yi oynayacaktım. Beyaz yünden yaptığım sakalımla temsilde tek cümlelik de bir konuşmam vardı; “İçeride yine bir şeyler düşünüyorlar”…
Molla Hüsrev, Akşamsettin ve Molal Gürani Fatih’in öğretmenleriydik. Hasan Yıldırım, Küçük Serdar rolündeydi. Diğer önemli rollerde ise şöyle sıralanıyordu. II. Murat Hurrem, Konstantin Rıza, Ulubatlı Hasan Hasan, Tellal Nevzat Erhan. Diğer birkaç önemli rol daha vardı. II. Murat, Konstantin ve Ulubatlı Hasan rollerinde olanlar üçü kardeşti. Babaları köyün sığırını yayıyor ve bizim evde oturuyorlardı. Soyadlarını anımsayamıyorum.
Doğu yandaki dersliğe sahne kuruldu ve sıralar oraya taşınarak oturma düzeni hazırlandı. Temsil, görülmeye değerdi. Özellikle İstanbul’un alınışı sahnesinde tellalın davula vurarak savaş ilanı ve sahnenin arkasındaki taşlarla ve mantar tabancalarıyla yaratılan gürültü ilgi çeken sahnelerdi. Oturaklar yetersiz olduğundan gündüz kadınlara, gece erkeklere olmak üzere iki kez oynadık.
Kapının yanında okula gelir sağlamak amacıyla bir kumbara oluşturuldu. Herkes birkaç kuruş atıyordu bu kumbaraya. Birkaç kişinin bir lira attığını gördüm. Elbette para atmayanlar da vardı. Gece temsilden sonra eve döndük. Babam da gelmişti temsile. Ona kaç para attığını sormaya karar verdim. Yorgunluktan olsa gerek ki, uyumuştum. Ertesi gün okula gidip geldim ve akşam babama sordum.
- Yirmi beş kuruş, dedi.
- Yirmi beş kuruş mu? Dedim şaşkınlıkla.
“Bir lira” demesini bekliyordum nedense. Bir anlam veremedim böyle düşündüğüme.
Bir süre sonra;
- Kaç para atacaktım ya? Bir lira mı? Ben nereden alam bir lirayı? Yirmi beş kuruş da yeter. Parası varken hiç atmayanlar bile oldu, dedi babam.
Üzülmüştüm babamın az para atmasına. Sonra, “Demek ki parası olsa atardı, hem de herkesten çok atardı” diye düşündüm. Üstelik parası çok olup da okula yardım etmek istemeyenler olmuştu. Öyle demişti babam. Babam yalan söylemez ki!
Artık üzülmüyordum. Öyle ya, herkes kendi kararınca…
1983-Malatya
(*) Köyümüz okulunda eski yazı döneminde adı Hüseyin Nazmi olarak geçen Hüseyin ERDOĞAN, otuzlu yıllarda yeniden Ballıkaya’görev yapmıştır.
"Yirmi Beş Kuruş", "TELEVİZYONU NASIL BULDUM?" (Karataş Gayret Matbaası, Malatya 1999, s.20) adlı anı-öykü kitabımda özet olarak yer aldı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.