- 480 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
MÜEBBETLİK HAYATIM - 12
Bir sabah okula gitmeden gelmişti Burunsuz Kemal bey. Babamla uzun uzun konuştular önce. Ablası istemiş Mukaddes ablamı. Şimdi düşünülenler ise, ablamın annemin yanından nasıl alınıp getirileceği üzerineydi. Usta bir oyuncuya anlatır gibi anlattılar bana rolümü. Daha sonra Jeep fabrikasının jeeplerinden birine bindirip, başka bir şoförle yolladılar beni anneme.
Kapıyı çaldığımda , ablam açtı. Siyah önlüğünü ve yakasını giyinmiş, saçlarını tarıyor, okula gitmeye hazırlanıyordu. Sevindi beni görünce ; sarıldı boynuma .
- Mukaddes, kimmiş kızım, diye seslendi annem mutfaktan.
- Fikret gelmiş, anne deyince hemen yanımıza geldi annem.
’’Hoş geldin’’ dediğini hatırlıyorum ama sarılıp sarılmadığı bir türlü gelmiyor aklıma. Sarılmış ve doyasıya öpmüştür herhalde diyorum. Hangi anne yavrusunu özlemez ? Uzun süre görmediğinde, nasıl olur da sarılıp doyasıya öpmez? Benim hafızam oldukça zayıf galiba !
- Babam çok hasta. İlle de ablamı görmek istiyor, diye öğretilen rolüme başladım.
- Olmaz ! İnanmam zaten, yalandır ! dedi annem.
- Annee ! Ne olur ! diye yalvarmaya başladı ablam.
Dayanamadı annem. Ablamın yalvarmaları sonucunda razı oldu. Önlüğünü bile çıkarmadan bizimle geldi ablam.
- Çok mu hasta babacığım ? Ölecek mi yoksa ? diye sordu yolda. Cevap veremedim ona. Uzun süre o konuştu, biz dinledik. Ben , söyleyecek tek kelime daha bulamadım.
Kahveden içeri girdiğimizde, babamı görür görmez sarıldı ablam.
- Babacığım, canım babacığım ! Hasta mı oldun sen ? Bak ben geldim.
- Merak etme kızım , iyiyim. Gel bakalım otur şöyle.
Kemâl beyin yanına oturttu ablamı .
- Bak kızım ; bu amca kemâl bey.
- Nasılsın kızım ?
- İyiyim amca.
- İsmin ne senin ?
- Mukaddes !
- Kaçıncı sınıfa gidiyorsun Mukaddes ?
- Dörde başladım efendim.
- Aferin sana !
Babam, zorlanmaya başladı konuşmakta ama mecburdu ona gerçeği anlatmaya.
- Bak kızım. Kemâl amcanın Beşiktaş’ta yaşlı bir ablası varmış. Kocası şehit olmuş. Çok zenginmiş bu kadın. Apartmanda oturuyormuş. Seni evlât edinmek istiyor, dediğinde ablamın ağlaması sokaklardan duyulmaya başlamıştı bile. Öylesine bir çığlık atmıştı ki, kaderine o anda saplanan hançerin acısını , küçücük yüreğiyle en acı şekilde hissetmişti. Anlatmaya devam ediyordu babam. Kemâl bey de yardımcı oluyordu ona ama ne mümkün ; susmuyordu ablam.
Ağlaya ağlaya bindirdiler jeepe ve alıp gittiler ablamı, kaderine hükmeden bu adamlar, kendi yarattıkları rüzgârın, kendi direksiyonlarında götürdüğü yere..
Anlaşmalı verilmişti ablam. Onbeş gün sonra gidilecek, eğer kalmak istemiyorsa, tekrar alınıp anneme gönderilecekti. Kalmaya karar verirse, noterden taahhütname vereceklerdi. Okutmaya ve dilediği anda annesine gitmekte serbest olacağına söz vereceklerdi.
....................
Annemin kocası çok kızmış anneme. Fakat evlâtlık verileceği akıllarına gelmemiş tabii. Kendi yanına aldı sanmışlar. Çok sonra öğrendiklerinde içi sızlamış annemin.
- Hata sende ; göndermeseydin ! Satmıştır çocuğu o herif! demiş ve başka bir şey yapmamış adam. Annemin de babama gelip hesap soracak cesareti olmadığından, gece gündüz dua etmekten başka bir şey gelmemiş elinden.
....................
On beş gün sonra, gecesinden yıkadı beni babam. Bu defa üşümedim. Çünkü soba yanıyordu kahvemizde.
Minibüslerle Pendik’e, oradan Kadıköy’e gittik. Dolmuş taksilerle üsküdar’a, Üsküdar’dan da vapurla Beşiktaş’a geçtik. Biletimiz üçüncü mevkii idi ve vapurun en alt katında oturduk. Denizi falan görmedim ben. Barbaros Bulvarı’na geldiğimizde, elindeki adres kâğıdını birilerine gösterip sormaya başladı babam.
- Çelebioğlu sokak yirmi numara. İşte şurdan gidiyorsunuz diye yardımcı oldu, yaşlı bir teyze. Sokağa vardığımızda tekrar bir ihtiyar adama daha sorunca babam, eve çok yaklaştığımızı gördük.
- İşte şu apartman , deyip işaret etti adam. Dördüncü kata çıkacaksınız..
Ablama yine bir tiyatro hazırlamıştık babamla. Kıs kıs gülüyorduk içimizden. Binaya girdiğimizde, her katta gördüğüm ’’Asansör’’ yazısı dikkatimi çekti benim.
- Baba ! Bu binanın her katında, Hasan Sör mü oturuyor acaba ? diye sordum.
- Ne bileyim ben oğlum, dedi babam. Asansörün ne olduğunu bilmiyorduk ve merdivenlerden çıktık. Dördüncü kata geldiğimizde zildeki isim çarptı gözüme.
- Sabiha Som ! diye okudum.
- Tamam , dedi babam. Kemâl beyin ablası Sabiha hanımmış işte.
Kapıyı çaldığımızda orta yaşlı bir kadın açtı kapıyı. Evin hizmetçisi Kevser hanım olduğunu sonradan öğrendiğimiz bu kadın ,bizim geleceğimizden haberdarmış ve tanımış bile bizi.
- Hoş geldiniz. Mukaddes’i mi arıyorsunuz ? diye sorduğunda şaşırmıştık biz.
- Evet evet, dedik şaşkınlıkla.
- Mukaddes ! Koş bak kimler geldi ! diye seslendi içeriye. Koşarak geldi ablam. Sarıldı boynumuza. Doya doya öptü ikimizi de. Sonra içeriye buyur etti. Salondaki koltuklardan birine oturduk.
Günlerden pazardı. Kemâl bey de oradaydı. Sabiha hanım, eski bir Yeşilçam artisti görünümünde, çok güzel ve bakımlı, güleç yüzlü idi. Altmışlı yaşlarda vardı. Ablası ondan çok daha yaşlı ve biraz da düşkündü. Çok güzel davrandılar bize. Halimizi hatırımızı sordular. Biz sıkıldık önceleri. Cevap vermekte bile zorlandık. Sonraları onların samimi davranışları sayesinde rahatladık.
Sabiha hanımın kızı Ümit hanım, ikinci kocası Remzi bey, Ümit hanımın ilk eşinden olan, özürlü Ferhat ( benim yaşlarımda) ve Remzi beyin ilk eşinden Can da ( o da benim yaşlarımda) onlarla birlikte oturuyorlardı. Gün içinde onlar da gelmeye başladılar salona. Bize hepsi samimi davrandı.
Ablam hayatından çok memnun görünüyordu. Sürekli gülüyor, şakalaşıyordu. Boynunda kolyeler, kolunda süsler vardı. Kıyafetleri de çok güzeldi.
Biz muhabbetin en koyu yerinde önceden kararlaştırdığımız şaka oyunu oynamaya başladık.
- Ee kızım. Sana anlatacaklarım var şimdi. Annen bizi mahkemeye vermiş, kazanmış. Biz seni buradan alıp, tekrar annene vermek zorundayız !deyip, daha sözünü bitirmemişti bile babam. Ablam yine bir ağlamaya başladı ki sormayın. ’’ Gitmem !’’ diyor, başka da bir şey demiyor. Öyle kaptırdı ki kendini, ben şaka olduğuna inandırmakta zorlandım.
Çocuk kalbiyle kanıvermişti ablam, lükse, rahatlığa, sıcak ilgiye ve kolye-küpe-bilezik ve iki parça giysiye. İnanması ne kadar zor, bir çocuğun annesine gitmek istememesine. Aslında severmişti üvey babası da ablamı. Ama annemi de dövermişti her gün. Anne evindeki huzursuzluk, evlâtlık verildiği zengin evindeki lüks ve huzura yenik düşmüştü küçük kalplerde....
Hep birlikte neşeyle yenen öğle yemeğinden sonra yapılan hoş sohbet. Benim özürlü Ferhat ile tanışmam ve onun odasına gidip birlikte oyunlar oynamamız. Eşiyle birlikte Merkez bankasında çalışan Ümit hanımın bana verdiği, güneş görmemiş kağıt para harçlık.
Ablamı mutlu gördüğümüz zengin evinden, rahatlamış olarak ayrıldık. Öperek uğurladı bizi . Sokağa çıktığımızda el salladı balkondan.
Dönüşte üst katında oturduk vapurun. Denizi seyrettik babamla birlikte. Köye döndüğümüzde, artık annesinden temelli ayırdığımız, İstanbul- Beşiktaş’ta oturan zengin bir kadına evlâtlık verdiğimiz, bir parçamız, Mukaddes’imiz vardı.....Hangimize ya da kime aitti bu yaptığımızın vebali ? Günahını kim ödeyecekti ? Ya da baba-oğul birlikte bile olsak, ödemeye gücümüz / ömrümüz yetecek miydi ? İşte cevabını asla bilemeyeceğimiz sorular bunlardı bizim !
(Devam edecek)
Fikret TEZAL
-