- 691 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
MÜEBBETLİK HAYATIM - 5
Hangisi daha zor ve daha acıdır ; çocukken annesini kaybetmiş olması mı, on üç yaşında evden kovulup, hayatın acımasız kollarında yalnız bırakılmış olması mı, yoksa o gün yaşadıkları mı ? Üvey kızına saldıran bir sapık damgası yemek nasıl bir şeydir ? O damga ile nasıl yaşanır ?
Bir de benim tarafımdan bakın olaya. Tabii, bir de Mukaddes ablamın . Ben yıllarca birlikte yaşadım babamla. Hatta ölünceye kadar. Ve kırk yaşıma kadar öğrenemedim masum olduğunu ! Hep şüphe ettim ondan ! Ben bir sapığın oğlumuydum ? Yaşadığım köyde beni böyle mi bildiler ?
.............
Elinde sığırtmaçlıktan kalma alışkanlığı olan sopası vardı, köyden uzaklaşırken. Mevsim sonbahardı. Kalın kumaştan yapılı, eski lâcivert paltosu elindeydi. Yamalı bir pantolon vardı ayağında. Yamalarını annem yapmıştı. Ayağında, o günlerde çoğunluğun giydiği, deriden yapma çarıklar..Belki de sadece ağalar giyerdi iskarpin ayakkabı o günlerde. Kadınlar da siyah lâstik giyiyor, bol şalvarlarının altına. Renkli, çiçekli şalvar, lâstik ayakkabı, yakalı siyah yeldirme ; lüksüydü aslında o günlerin.
Geriye taralı gür kumral saçları, inadına dikelmişti o gün ; rüzgâra ve kalleş kaderine karşı. Bir tek zeytin yeşili gözleri dayanamamıştı uğradığı haksızlığa. Sicim gibiydi dökülen göz yaşları. Yürüyerek iniyordu Tepeören’den diklemesine aşağıya.
Tepeören, Kartal-Yakacık’ta bulunan, Aydos dağına yakın bir yüksekliğe sahiptir. Aydos’a ne zaman kar yağsa, buraya da yağar. En yakında Orhanlı köyü vardı. Orhanlı’dan sola doğru gidildiğinde Aydınlı köyü, sağa devam edildiğinde ise Kurtköy.
Kimbilir nasıl seçti hangi yöne gideceğini ? Nasıl karar verdi Kurtköy’e gitmeye ?
Orhanlı-Kurtköy arasında, şimdi ; Sabiha Gökçen havaalanı var. O günlerde bomboş arazi idi. Tarla ve bahçeler vardı sadece.
Kurtköy ; elli-altmış hanelik, etrafı ekili tarlalarla ve ağaç ormanlarla çevrili - bu günkü Sultanbeyli-Kurtköy arası tamamen ağaçlık koru idi - suyu Aydos dağından gelen, köy içinde buluınan beş-altı çeşmeden gürül gürül akan, havasıyla suyuyla çevrede tanınan, beğenilen çok güzel bir köydü.
Üç tane kahve var o günlerde Kurtköy’de. Üçünün de bir tarafları ahır, diğer tarafları bakkal dükkanı. Ahırlar civar köylerden gelen misafirlerin hayvanları için. Genellikle odun kömürü getirirmiş köylüler at-öküz ya da manda arabalarıyla. Pendik-Kartal-Kadıköy tarafına satmaya götürürlerken burada mola verir, çoğu zaman da geceyi bu kahvelerde yatarak geçirirlermiş.
Kahve-bakkal-ahırlardan biri Konyalı lâkaplı İsmail Özdemir’e, biri Küçük İbram lâkaplı İbrahim Yörük’e, diğeri de babadan oğula muhtar olan Sarı lâkaplı Remzi Başaran’a ait.
Bunlardan en yaşlısı Konyalı, en genci Remzi Başaran. En farklısı da Remzi Başaran. Hem Muhtar, hem bakkal hem de berber. Kendi kahvesinin bir köşesinde kurulu tezgâhta traş ediyor insanları. Kısa boylu, kıvırcık saçlı, güleç yüzlü. Çalışkan ve sevilen biri.
Yine kader mi yoksa kadersizlik mi demek gerekir, bilemiyorum ! Bunların içinde en sevilmeyeni olan Küçük İbram’ın kahvesine düşüyor babamın yolu. Minibüsçü oğlu ile birlikte, neredeyse adı eşkiyaya çıkmış, köyün en sevilmeyen insanları..
Babam bu adamın kahvesini kiralıyor ve aynı zamanda yıllarca ev olarak da kullanacağı bu kahvede hayatının yeni ve en uzun perdesini oynama başlıyor...
(Devam edecek)
Fikret TEZAL
YORUMLAR
sevgili dostum
o kadar içten ve anlaşılır ki
öykünün sonuna nasıl geldim anlayamadım
yürekten kutlarım
elbette devam edececeğiz
oldukça sürükleyici
sevgilerimle