- 1040 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ANNE ÖPÜCÜĞÜNÜN TILSIMI...
Anne Öpücüğünün Tılsımı
Temmuzun,ateşi bedelsiz satın aldığı günlerden biriydi yine.Koluma yemek sepetimi, sırtıma çapamı alıp tarla işçilerinin toplaştığı köy meydanına yürümeden önce Anam yanağıma ciddi bir öpücük yerleştirdi her sabah yaptığı gibi.
Henüz 13 yaşında olduğum için ancak kadınların yapabileceği işlerde çalışabiliyordum tarlada.18 yaşını dolduran erkekler daha ağır işlerde çalışıyorlardı.Dayıbaşı (işçi tüccarı) ; “hadi hadi hadi “ diye üç defa tekrarlayarak telaşlı bir şekilde,çapasını yapacağımız tarlaya gitmemiz için bizi traktör römorkuna istif etmeye başladı.Nerdeyse elli kadın işçi ve aralarında ben çocuk halimle sırıtarak tıkış pıkış doluşmuştuk.Sırtlarımızda çapalarımızla kirli bir savaşa gönderilen ruhsatsız küçük bir orduya benziyorduk.Ve orduları ezen tarlalar bizi bekliyordu.
Yaklaşık 45 dakika sürecek olan bu yolculuk başlamıştı ve ben bu hengamede hala popo mu koyabilecek bir yer bulamamıştım traktör römorkunda.Tek hissedebildiğim Anamın yıldızlardan koparıp yanağıma kondurduğu ılık öpücüğüydü.
74’ te Bitlis’ten göç edip Manisa’ nın bu kozmopolit köyüne (sonradan 6 bin kişilik bir kasaba olan) yerleştiğimizde henüz 4 yaşındaymışım.Yoksulluk ve kan davalarından kaçış, bizi başka bir yoksulluğun kan ter içindeki ovasına taşırken Kürtçe’den başka bir dil konuşamıyordum.
Yoğun göçlerden sonra şişip kalan bu köyde,tıpkı Doğuda olduğu gibi burada da yerli tarla,pamuk,tütün ve üzüm ağaları vardı.Bizler onların ırgatları olarak,çok uzun bir hikayeden alıntı gibi karın tokluğuna buralara gönderilmiş bir kaderin çocuklarıydık.Ve bizim kadınlarımız başlarında sarık ve poşularıyla acılarını (özellikle kadın olmanın) burada da sahneye koyuyorlardı zoraki bir gösteriyle.Tek izleyici güneşti ve alkışladıkça yakıyordu esmer tenlerimizi.
Düş kalyonundaki kısa süreli gezintim,traktörün,küçük bir bakkal dükkanının önünde durmasıyla son buldu.Şoför “Metin, oğlum hadi inip de şu bakkaldan bana bir sigara al çabuk” diye bağırıyordu.Üst üste oturan kadınların arasından ok gibi fırlayarak bakkaldan şoförün sigarasını bir çırpıda alıp geldim.Onun gururunu okşadım,gözüne girdim. “Gel hadi yanıma otur” dediğinde popo mu koyacak bir yer bulduğum için sevinmiştim.Ne de olsa traktörde olmak,römorkunda olmaktan daha rahat ve güvenliydi. “Saggol Tehsin abe” dedim ve yola devam ettik.
Tehsin abi(Tahsin),bir yandan aracı kullanıyor,bir yandan da türkü söylüyordu.Ben de içimden ona eşlik ediyordum.”Bitlis’te beş minare” meşhurdu o zamanlar.Ben bu ara yine düş dünyamın sürekli bölünen hülyasına dalmıştım.Çok çalışıp Annem,babam ve kardeşlerimi daha mutlu bir hayata taşımakla ilgili hayallerin altından girip üstünden çıkıyordum ve gülümseyen bir buluta imza atıyordum.Yazları bu zor koşullarda çalışarak biriktirebildiğim paralarla hem eve katkıda bulunuyor hem de okul giderlerimi karşılıyordum.Üniversiteyi okumak en büyük ve en uzak hayalimdi.
Haa…Bir de Ayfer adında sevdiğim bir kız vardı.Bayram günlerinde yeni pantolonumla, büyük bir konağa benzeyen evlerinin karşısındaki meydanda saatlerce volta atarak ona hava sıkardım.O’ da arada bir perdeyi hafifçe çekerek dışarı bakardı ay yüzüyle (Belkide bana bakmazdı,ama…) ve bunu bana bir ay yeterdi.
Ne olduysa o anda bir şeyin hayallerimi bıçakladığını hissettim.Kımıltısız bir dağın eteklerinden pıtır pıtır dökülen çığlıklar duydum.Traktörün çıldırtan gürültüsü arasında başımı çevirip arkama bakarken şoför hala türkü söylüyordu.
Römorkun kapakları açılmış,traktörün üzerinde sadece birkaç kadın işçi kalmıştı.Çapalar,yemek sepetleri havada uçuşlarını nerdeyse tamamlamıştı bile.Ama çığlıklar ve iniltiler beynimin içine o kımıltısız dağın eteklerinden çocuk başları gibi dökülüyordu.Donakalmıştım.
O donuk halim,bir anda, tepemdeki güneşin ateşiyle eridi ve hala olaydan habersiz olan şoförün türküsünü susturup,Bitlis’teki beş minareden indirip traktörü durdurmasını sağladım.İçimdeki kısa süreli suskunluğa ; Annemin ılık öpücüğünü,beni aşağılayan hayallerimi ve bayram günlerinde evlerinin önünde hava attığım kızın,perdeyi benim için olmasa da arada bir çekişini bir kelebek etkisine dönüştürerek sığdırdım.İmzaladığım bulutun suratı asılmıştı.
Aşağıya inip; bir dağın eteklerinden çocuk başları gibi dökülen yaralıları toplamaya başladık.Aralarında tahminimce en az altı aylık hamile bir kadın da vardı.Onun çığlığı ben de hiç susmadı yıllar yılı.İşçilerin hepsi tanıdık yüzlerdi.Bir ölü ve bir tarla dolusu ağır yaralıyla, bu asfaltı hırpalanmış zımpara gibi bozuk köy yolundan tesadüfen geçecek araçları beklemeye başladık sigortasız ve hayatın önemsiz detayları olarak.
Bir süre sonra bir kamyonet, yaralıları İlçe’deki hastaneye götürürken,kalan birkaç yaşayan cesetle,çapalarımızı alıp çalışacağımız tarlaya yola koyulduk kaldığımız yerden.Sepetlerimizdeki bir gün öncesinden kalma soğuk yemeklerimiz de dökülmüştü.Ama biz zaten yemeyecektik ki…Belli ki,toprağın karnı bizden daha açtı.
Akşam eve döndüğümde “Anne,yanağımdaki öpücüğüne biraz kan ve ter değdi,ama bırak orda kalsın” dedim ve O’ na, verdiği ömürle sımsıkı sarıldım.Çünkü, ülkemdeki insan hayatına verilen önemi anlamaya başlamış ve Annemin tılsımlı öpücüklerine her zaman ihtiyaç duyacaktım.