- 800 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAŞAM KUŞLARI
Takur tukur, takur tukur, takur takur, ayak sesleri. Bir adam giriyor, kavşaktan dönerek, o ıssız caddeye. Cılız bir ışık saçan, sokak lambasının direğine yaslıyor, yorulmuş bedenini. Bir şeyler söyleniyor kendi kendine, bak işte gördün mü diyor. ‘‘Bak işte gördün mü’’?... Bakışlarındaki derinlikten ve yüz hatlarındaki ifadeden, yıllar öncesine daldığı anlaşılıyor. Eski günlerdeki kendine bir şeyler anlatıyor. Hani insan geçlik yıllarında ha bire; ben ne olucam acaba, ben ne olucam! diye sorup durur ya kendine, sanki o soruya bir cevap veriyor. Ve ara ara kafasını çevirip, o izbe sokağın karşısında, zayıf bir ışık yanan lokantaya bakıyor. Ardından eliyle işaret ederek, ‘‘bak işte gör’’ diyor. Eski günlerdeki, akıbetinin ne olacağını merak eden, kendine gösteriyor orayı. Bütün gün arsız kedilerle uğraştım, inşaat işçilerine, ızgarada ciğer pişirip, servis yaptım, peki niye? Üç kuruş paraya… Karşısındaki ağaca bakıyor, yapraklarla konuşuyor, düşmeye görün düşmeye görün diye, hızlı hızlı iki defa tekrarlıyor. İlk önce bir yağmur yağar, ıslatır sizi, sonra bir güneş açar, taş gibi kurutur, sonrada bir rüzgâr eser, paramparça eder bırakır. O dalından düştüğünüz ağaç bile tanırsa sizi, ‘‘gelin’’ ben buradayım, adam değilim diyor…
Beklediğim bütün trenler, benim beklediğim istasyonları transit geçti.
Suçu kendimde mi bulmalıydım? Ya da durması için el mi etmeliydim?
Tren sonuçta bu, belediye otobüsü değil ki! İstek üzerine durup kalksın. Duracağı varsa dururdu. Yoksa ben mi hep yanlış istasyonlardan bilet kestirip beklemiştim? O zaman neden kimse beni uyarmamıştı. Vardı!... Olmasına, aklının kesmediği bir aksilik vardı ama işin içinden çıkmıyordu. Merak ediyordu, acaba tren giderken başını camdan çıkarmanın, nasıl bir duygu olduğunu. Çünkü durmayan trenlerin arkasından bakarken, mutlaka pencereden çıkmış, mutluluktan dört köşe, bir kaç gülümseyen baş görürdü. Ulan, demek ki! güzel bir şeymiş bu, demek ki! ben çok şey kaçırmışım diyordu. Sonra kolundaki saate bakıp iç çekerek, hala kaçmamış birkaç tren bulabilir miyim acaba diye, soruyordu kendi kendine…
Tekrar saatine bakıyor; vakit’te epey olmuş haaa…
Sokak lambasının zayıf ışığının altında, loş düşler kurmayı bırakmanın vakti gelmişti. Bir gözüyle de hissettirmeden, ay’ı takip etmişti hep, ay bile epey yol kat etmişti. Yarım saatlik bir yürüyüşün ardından, nihayet evinin kapısına gelmişti. Aylardan Hazirandı. Anahtarı çevirip kapıyı açtığında; hiçbir yaşam belirtisi olmayan bir gezegenin kimsesizliğinden, daha büyük bir kimsesizlik karşılıyordu onu. Her akşam suratının orta yerine, bu acı gerçeğin tokadının, yıldırım gibi inmesinden dolayı mecali kalmamıştı. Bir gün; art niyetli bir yalnızlık, kaşla göz arasında sıyrılıp kınından başını vursa, kimsenin ruhu bile duymayacaktı...
Evi salonsuzdu, iki oda ve giriş kapısı açıldığında karşısına çıkan, mutfak ve hol’ün birleşiminden ibaretti. İçeri girip, odasının kapısını açıp, yatağına uzandı. Bir müddet derin derin nefesler çekerek tavana baktı. Sonra mahcup gözlerle, çerçeveleyip duvara astığı, annesinin resmine…
Anne: biliyormusun?… Senden sonra da beklediğim trenlerin hiçbirine binemedim ben. Hiç biri benim beklediğim istasyonlarda durmadı. Ben yağmura da hep yarı yolda hazırlıksız yakalanırdım, bilirsin anne… Her yağmur yağdığında eve sırılsıklam gelirdim, dedi… Sonra yatığından doğrulup, çeşmeden bir maşrapa su doldurdu. Yatağının yanındaki ufacık pencerenin perdesini açıp, itinalı bilek hareketleriyle, sohbet ede ede çiçeklerini suladı. Tekrar yatağına uzandı, çekmeceden bir fotoğraf albümü çıkardı.
İlk sayfasını çevirdiğinde, esmer yüzlü bir kız çıktı karşısına, gözleri buğulu bakıyordu. Bir yağmur bir insana nasıl bakarsa, öyle bakıyordu…
Hani ölürdün de ayrılmazdın? Hani ben senin hayatının en koyu aşk şarkısıydım? Hani güldüğümde; kendini kızgın bir sobanın üstüne düşmüş ıslak bir mendil gibi hissederdin? dedi… Bir sonraki sayfayı çevirdi, sarışın, boş gözlerle bakan bir kızın resmi duruyordu karşısında; ona da ’’ehh’’ ben sana ne diyeyim ki, diyerek hiç bir şey söylemeden, bir sonraki sayfayı çevirdi. Bembeyaz tenli bir kız duruyordu bu kez karşısında, …‘’hüzün’’… Gözleri ağzına kadar, tıka basa hüzün dolu. …‘‘Kim böyle güzel ayrılmıştır söyle bana, göçmen kızı… kim dedi?...’’ Hangi aşk halatlarını ayrılığa atarken dudak dudağa öpüşmüştür? Elleri sımsıkı birbirine düğümlenmiştir? Diyerek albümün kapağını kapatıp, usulca çekmecenin içine bıraktı…
Kafeste oynaşan muhabbet kuşlarına takıldı gözleri. Ah be rambo dedi, erkek olana. Halin benden beterdi, dua etki; benim gibi insaflı birine denk geldin, gidip cebimdeki üç kuruş paraya, izin günümde sana eş aradım.
Aslında acımıyor da değildi onlara, öyle ya! Kuş’tu nihayetinde bunlar, yerleri gökyüzüydü. Kendi yalnızlığıma mı kurban ediyorum bunları acaba? Diye soruyordu ara sıra kendisine. Balıkları da vardı, akvaryum balıkları ve onlar için; kesin bir hükümle, onlar olmaları gereken yerdeler, deyip’’ kestirip atarak, konuyu sonlandırıyordu…
Sonra; odasında yanan, düşük voltajlı ampul’ün etrafında, saate iki yüz yirmi kilometre hızla dönen sineklere takıldı gözleri. Anlamaya çalıştı onları, öyle ya! insan düşünen bir varlıktı ve olan biten her şeyi anlamaya çalışmalıydı. Kimilerinin, kibirlenerek delilik dediği bu erdeme erişmişti. Gözlerini kapadı ve kendisini bir ampul’ün etrafında hızla dönen bir sinek gibi hissetti. Başı döndü. Çocukken lunaparkta bindiğim elektrikli trene binmek gibi bir şeymiş bu dedi…
Zaman ilerliyordu, gece aydınlığa karşı palazlanıp güçleniyordu.
Perdesini aralayıp sokağa baktığında adam; simsiyah bir karanlığın donukluğu yansıyordu gözlerine. Muhabbet kuşlarının başı öne düşmüştü. Balıklarda yavaş yavaş, küçük çakıl taşlarının diplerine doğru, sotelenmeye başlamışlardı. Sokak köpeklerinin ulumalarının sayısı da git gide seyrekleşmişti. Sineklerin kimisi yanan ampule yapışmış, kiminin de, bir saate oranla yaptığı hız iyice düşmüştü…
Adam; uyku saatinin geldiğini anlamıştı. Her gece bu döngüye göre lambasını söndürür, yorganını başına çekerdi. Ara sıra herkesi uyuttuktan sonra şiir yazdığı da olurdu. Ama genellikle, yalnızlığının gönüllü kölelerinin tamamını uyuttuktan sonra uyurdu. Kendi halinde, tekil ve mutedil rüyalar görürdü uykularında, hiç kimseyi ortak etmezdi düşlerine, çoğu zaman ne gördüğünü hatırlamazdı bile. Hatırladıklarını ise; en kısa sürede unutmak için elinden geleni ardına koymazdı. Çünkü bir türlü unutmadıkları gerçekler yüzünden, epey canı yanmaktaydı. Bir de işin içine tekil ve mutedil rüyalar girerse, meselenin iyice arapsaçına döneceğinden korkuyordu…
Adam gecelerin en dipsiz anlarında derin uykulardayken, düzenli aralıklarla, karanlığı bıçak gibi keserek bir güvercin sürüsü gelip konardı penceresinin eşiğine. Bir sağa bir sola telaşlı adımlar atarak, adama bakarlardı o ufacık yerden. Sanki tutulması gereken verilmiş bir söz varmışda aralarında, onu kontrol eder gibiydiler. Perdenin aralığından içeri baktıktan sonra, pencerenin eşiğinden beyaz kanatlarıyla fren yaparak yere atlarlardı. Birkaç, küçük hız alma adımından sonra havalanıp, geldikleri istikamete doğru uçup gözden kaybolurlardı. Adamın sıkça tekerrür eden bu durumdan, bir kez bile haberi olmamıştı…
Güvercinler uçup gitmiş, zaman geçmiş, gökyüzünü güneşin komutasında, aydınlığı müjdeleyen bir kızıllık işgal etmişti. Adamın gözkapakları yeni bir güne doğru yavaş yavaş açılıyordu. Ve her sabah, bir milim bile şaşmadan, aynı ölümün tam merkezinde, aynı yalnızlığa uyanıyordu.
Aslında gerçekten ölmeyi düşündüğü de olmuştu adamın zamanında. Fakat ne olursa olsun, son ana kadar yaşamak için güvercinlerine söz vermişti.
Adamın kısa süre öncesine kadar güvercinleri vardı. Ancak, son zamanlarda kafeslerini açmaya bile zaman bulamıyordu. Bakamayacağını anladığında onları bırakmıştı. Onun karamsar halleri vardı. Bunu bilen güvercinleri, bu durumdan fazlasıyla tedirgindiler. Helalleşirken, ne olursa olsun, ama ne olursa, son ana kadar direneceğine dair, kitaba el bastırarak, şeref sözü alarak gitmişlerdi. Adam güvercinlerini çok severdi ve onlara verdiği şeref sözü yüzünden, ölmeyi o günden sonra aklına bir kez bile getirmemişti…
Fakat onlara karşı biraz dargındı. Onca paylaşılmış zaman, onca dostluktan sonra, bir kez bile beni ziyaret etmediler diyordu. Hatta onlara gidişlerinden sonra ‘‘Yaşam kuşları’’ ismini takmıştı. Ve o günden sonra, artık ceplerinde yemle dolaşmaya başlamıştı. Nerde bir güvercin sürüsüne rastlasa, alelacele avuçlarını yemle doldurup, alın ‘‘Yaşam kuşları’’ alın, diyerek havaya savuruyordu…
Mehmet Akif ÇETİNKAYA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.